Ustalık döneminin doruklarında dolaşan Gabriel Garcia Marquez’in, gençliğinde, günlük bir gazetenin muhabiriyken tanık olduğu bir olaydan yola çıkarak yazdığı bu roman, 1994 yılında ilk kez yayımlandığında hem dünyada hem Türkiye’de çok ses getirmişti. Çok eski bir manastırın yıkıntıları üzerine, beş yıldızlı bir otel yapılacaktır. Manastırın mahzenindeki mezarlar kazılıp boşaltılırken, bir mezarda bakır rengi canlı bir saç yığını bulunur. Bu gür saçlar çekilip çıkarılmakta, ama bir türlü sonu gelmemektedir; sonunda hâlâ bir kız çocuğunun kafatasına yapışık son saç telleri de dışarı çıkar. O harikulâde saçlar yirmi iki metre, on bir santim uzunluğundadır. Gabriel Garcia Marquez, yıllar önce tanık olduğu bu ilginç olaydan yola çıkarak, çocukluğunda büyükannesinden dinlediği bir köpek ısırması sonucunda kuduzdan ölen küçük bir kızın masalını birleştirerek olağanüstü güzellikteki bu yeni romanını yazmış. İnci Kut’un İspanyolca aslından büyük bir özenle Türkçeye çevirdiği Aşk ve Öbür Cinler, bu ünlü yazarın yarattığı büyülü gerçekçiliğe yeni bir örnek.
Sunuş
26 Ekim 1949, önemli haberlerle dolu bir gün değildi. Muhabir olarak itle yazılarımı yazdığım günlük gazetenin yazı işleri müdürü olan Üstat Clemente Manuel Zabala, o sabahki toplantıyı, alışıldık birkaç öneriyle kapatmış, redaktörlerden hiçbirine belirli bir is vermemişti. Birkaç dakika sonra, telefondan, eski Santa Gara manastırının mahzenindeki mezarların boşaltıldığı haberini atınca, fazla bir umuda kapılmadan şu emri verdi bana;
“Oralarda bir dolaş bakalım, yazacak neler bulabileceksin.”
Yüzyıldan beri hastaneye dönüştürülmüş olan bu tarihi Klaris1 manastın, yerinde beş yıldızlı bir otel yapılmak üzere satılacaktı. Olağanüstü güzellikteki kilisesi, damının yer yer çökmesi nedeniyle neredeyse tümüyle açıkta kalmıştı, ama mahzen mezarlarında üç kuşaktan piskoposlar, baş rahibeler ve daha başka ileri gelen kişiler hâlâ gömülüydü. Atılacak ilk adım, bu mezarları boşaltıp, kalıntıları çıkabilecek isteklisine teslim etmek, geri kalanları da ortak bir çukura gömmek olacaktı.
Kullandıkları yöntemin ilkelliği beni şaşırtmıştı, işçiler, mezarların kapaklarını kazma ve çapayla kaldırıyorlar, daha kımıldatırken parçalanan çürümüş tabutları çıkarıp, lime lime giysilerle soluk renkli saçlara karışmış bir toz yığını halindeki kemikleri ayırıyorlardı. Ölü ne kadar ünlüyse, çalışma o kadar zor oluyordu, çünkü değerli (astarla altın ve gümüş takıları bulup çıkarabilmek için, bedenlerin enkazını eşeleyip, kalıntıları inceden inceye elemek gerekiyordu.
Ustabaşı, mezar yazıtlarındaki bilgileri bir okul defterine aktarıyor, kemikleri ayrı ayrı kümeler halinde düzenleyerek, birbirlerine karıştırılmasın diye her birinin üzerine ölünün adı yazılı bir kâğıt koyuyordu. Öyle ki, tapınağa girdiğimde gördüğüm ilk şey, çatıdaki açıklıklardan tüm şiddetiyle içeri giren o korkunç Ekim güneşi altında cayır cayır yanan ve bir kâğıt parçasına kurşun kalemle yazılı adından başka bir kimliği bulunmayan sıra sıra kemik yığınları olmuştu. Aradan neredeyse yarım yüzyıl geçtikten sonra bile, yılların yıkıcı adımlarla geçip gitmesinin bu korkunç göstergesinin bende uyandırdığı şaşkınlığı halâ duyarım içimde.
Orada, pek çoklarının arasında, Peru’lu bir kral naibiyle gizli sevgilisi; o yörenin piskoposu Don Taribio de Cdeeres y Virtudes; manastırın, aralarında rahibe Josefa Miranda’nın da bulunduğu, pek çok baş rahibesi, ve ömrünün yarısını tavan kaplamaları yapımına adamış olan sanatçı Don Cristobal de Eras da bulunuyordu. İkinci Casalduero Markisi Don îgnacio de Alfaro e Duenas’ın yazıtını taşıyan kapalı bir mezar vardı, ama onu açtıklarında boş mezarı kullanılmamış olduğunu görmüşlerdi. Buna karşılık, eşi Markiz OJalla de Mendoza’rmı kalıntıları, kendi yazıtını taşıyan bitişik mezardaydı. Ustabaşı, bunu hiç önemsememişti soylu bir Kral’ın1 kendi mezarını hazırlatmış olmasında, ama sonra onu başka bir mezara defnetmelerindi? şaşılacak bir şey yoktu.
Ana mihrabın duvarında, İsa’nın yanındaki üçüncü oyuktaydı asıl büyük haber. Mezar yazıtı, ilk kazma darbesiyle parça parça yerinden fırlamış, yoğun bakır renginde canlı bir saç yığını mezardan dışarı taşmıştı. Ustabaşı, isçilerinin de yardımıyla bunları tümüyle dışarı çıkarmak istedi, ama saçları ne kadar çok çekerlerse o kadar uzun ue gür görünüyorlardı; sonunda hâlâ bir kız çocuğunun kafatasına yapışık son saç telleri de dışarı çıktı. Oyukta, oraya buraya dağılmış birkaç küçük kemik parçasından başka bir şey kalmamıştı, güherçileden delik deşik olmuş mezarlarında ise, soyadı bulunmayan bir ad okunabiliyordu yalnızca: Sierva Marta de Tados los Angeles. Yere yayılan o harikulade saçlar; yirmi iki metre on bir santim uzunluğundaydı.
Ustabaşı, en ufak bir şaşkınlığa kapılmadan, insan saçının ölümden sonra da ayda bir santim uzadığını anlattı bana; yirmi iki metre de, iki yüz yıllık bir süre için iyi bir ortalama gibi görünmüştü ona. Oysa bana hiç de bu kadar olağan gelmemişti bu olay, çünkü çocukluğumda büyükannem, saçları arkasında bir gelin duvağı gibi yerlerde sürünen ve bir köpek ısırması sonucu kuduzdan ölerek, gerçekleştirdiği pek çok mucize nedeniyle Karayib halkları arasında yüceltilen, on iki yaşında küçük bir markizin efsanesini anlatırdı bana. İşte o mezarın onunki olabileceği düşüncesi, gazeteye o gün yazdığım haberi ve bu kitabın kökenini oluşturdu.
Gabriel Garda Mârquez
Cartagena de İndias, 1994
Bir
Alnında beyaz bir lekesi olan kül rengi bir köpek, Aralık ayının ilk Pazar günü, çarşının daracık yollarına dalarak, kebapçıların masalarını devirip yerlilerin işporta tezgâhlarıyla piyangocuların tentelerini altüst etmiş, o arada yoluna çıkan dört kişiyi de ısırmıştı. Bunlardan üçü, zenci kölelerdi. Dördüncüsü ise, yanında melez bir hizmetçiyle birlikte, on ikinci yaş günü kutlaması için bir dizi çıngırak satın almaya giden, Casalduero markisinin tek kızı Sierva Maria de Todos los Angeles idi.
Onlara, Tacirler Kapısı’nın ötesine geçmemeleri tembihlenin işti, ama Gine’den getirilen bir gemi dolusu kölenin satışa çıkarıldığı zenci limanındaki şamatanın çekiciliğine kapılan hizmetçi kız, kentin kenar mahallesi Getsemanf’deki iner kalkar köprüye kadar uzanmaktan çekinmemişti, Câdiz Zenci Şirketi’nin gemisi, yolda başlarına gelen açıklanamaz sayıdaki ölüm olayı nedeniyle, bir haftadan beri telaşla beklenmekteydi. Olayı gizleme çabasıyla cesetleri hiç düşünmeden suya atmışlardı. Ama kabaran deniz onları yüzeye çıkarıp sürüklemiş, ertesi sabah da garip bir mor renk alarak şişip biçimsizleşmiş bir halde kumsala vurmuşlardı. Herhangi bir Afrika salgını patlak vermiş olabileceği korkusuyla gemi, körfezin açıklarında demir atmıştı, ta ki kokmaya yüz tutmuş konserve etlerden zehirlendikleri anlaşılana kadar.
Köpeğin çarşıdan geçtiği saatte, gemi yükünden hayatta kalmış olanları, içinde bulundukları son derece kötü sağlık durumu nedeniyle değer kaybetmiş olarak çoktan satmışlar, uğradıktan kaybı ise, hepsine bedel tek bir parçanın satışıyla karşılamaya çalışıyorlardı. Katı ticari yağ yerine şekerkamışı melasına bulanmış bedeniyle yedi karış boyundaki bu Habeş kızı, insanın aklım başından alacak, inanılmaz güzellikte biriydi. İnce uzun burnu, yusyuvarlak kafası, çekik gözleri, sapasağlam dişleri ve Romalı gladyatörlere özgü ürkek tavırları vardı. Onu, ne çitle çevrili bir yere zincirlemişler, ne yaşını, ne de sağlık durumunu duyurmuşlardı, yalnızca güzelliği için satışa çıkarılmıştı. Valinin, onun için, hiçbir pazarlığa girmeden, hem de nakit olarak ödediği bedel, ağırlığınca altın olmuştu.
Sahipsiz köpeklerin, kedileri kovalar ya da sokaktaki hayvan leşleri için akbabalarla kapışırken birilerini ısırmaları günlük olaylardandı; hele hele Kalyon Filosunun kalabalık Portobelo panayırına gitmek üzere geçtiği bolluk günlerinde daha da olağandı bu. Aynı gün içinde dört ya da beş ısırma olayı, hele Sierva Maria’nınki gibi sol ayağının bilek kemiğinde zorlukla farkedilen bir yara olursa, kimsenin uykusunu kaçırmıyordu. Bu yüzden hizmetçi kız, hiç telaşa kapılmadı. Küçük kızın ayağına limon ve kükürtle kendisi bir tedavi uygulayıp etekliğindeki kan lekelerini yıkadı ve artık hiç kimse onun on iki yaş eğlencesinden başka bir şey düşünmez oldu.
Kızın annesi ve Casalduero markisinin unvansız eşi olan Bemarda Cabrera, o sabah erkenden müthiş etkili bir müshil almıştı: bir bardak pembe şekerin içinde yedi antimon tanesi. Göstermelik aristokrasi denilen sınıftan azgın bir melezdi Bernarda; baştan çıkarıcı, yırtıcı, sefahat düşkünü ve bütün bir kışlayı doyuracak kadar istek doluydu. Ama fermante olmuş bala ve kakao tabletlerine olan aşırı düşkünlüğü nedeniyle birkaç yıl içinde silinip gitmişti. Çingene karası gözlerinin feri kaçmış, zekâsı körelmişti; aptesini kanlı ediyor, durmadan safra çıkarıyordu; bir zamanlar denizkızını andıran bedeni şişip, Üç günlük bir ölününki gibi bakır rengini almıştı; dahası öyle pis kokulu ve gürültülü gazlar salıyordu ki, çoban köpeklerini bile ürkütüyordu. Binde bir yatak odasından dışarı çıkacak olsa, ya çırılçıplak dolaşıyor, ya da çıplak tenine giydiği ipekli bir entari, üzerinde hiçbir şey olmadığı zamankinden daha çıplak gösteriyordu onu.
Sierva Maria’yla birlikte çarşıya gitmiş olan hizmetçi kız geri döndüğünde, Bernarda, yedi kez büyük aptese çıkmıştı. Hizmetçi, köpek ısırmasından hiç söz etmedi ona, buna karşılık o köle kızın satışı yüzünden limanda kopan patırtıyı anlattı. “Dedikleri kadar güzelse Habeş olabilir,” dedi Bernarda Ama Saba melikesi de olsa, birinin çıkıp da onu ağırlığınca altına satın alabileceğine ihtimal vermedi.
“Herhalde ağır altın para demek istediler,” dedi.
“Hayır,” diye açıkladılar, “zenci kızın ağırlığınca altın.”
“Yedi kanş boyunda bir köle kız, yüz yirmi libreden aşağı gelmez,” dedi Bernarda. “Yüz yirmi altın lira edecek ne zenci kadın vardır, ne de beyaz, meğerki elmas sıçıyor olsun.”
Köle ticaretinde hiç kimse onun kadar iş bilir olmamıştı; vali, o Habeş kızı satın aldıysa, bunun, mutfağında hizmet gördürmek gibi temiz bir amaç uğruna olmaması gerektiğini biliyordu. Tam bunları düşünürken ilk flavta sesleri ve şenlik fişeklerinin patırtısı geldi kulağına, hemen arkasından da kafese kapatılmış olan çoban köpeklerinin gürültüsü duyuldu. Neler olup bittiğini görmek için portakal bahçesine çıktı.
İkinci Casalduero markisi ve Darien beyi olan Don Ygnacio de Alfaro y Duerias da, öğle uykusu için bahçedeki iki portakal ağacının arasına asılı hamağından duymuştu müziği. Somurtkan ve iç karartıcı bir adamdı, inançsızdı; uyurken kanını emen yarasalar yüzünden zambak beyazlığında solgun bir teni vardı. Evin içindeyken Bedevi harmanisi ve kimsesiz görünümünü büsbütün artıran bir Toledo takkesi giyerdi. Karısını, anadan doğma haliyle görünce, ondan önce davranıp sordu:
“Bu müzik de neyin nesi?”
“Bilmem ki,” dedi kadın. “Bugün günlerden ne?”
Marki, ne gün olduğunu bilmiyordu. Karısına bu soruyu sorabildiğine göre kendisini gerçekten çok huzursuz hissetmiş, karısı da, acı alaylı herhangi bir söz söylemeden ona yanıt verebildiğine göre safrasından adamakıllı rahatlamış olsa gerekti. Marki şaşkınlıkla hamağına oturmuştu ki, patlamalar yeniden duyuldu.
“Hay Allah!” diye bağırdı. “Acaba bugün günlerden ne?!”
Oturdukları ev, Divina Pastora kadınlar tımarhanesine bitişikti. Müziğin ve fişeklerin sesinden heyecana kapılan hastalar, portakal bahçesine bakan terasın kenarından sarkmışlar, her bir patlayışı alkışlarla kutluyorlardı. Marki, bağıra bağıra, şenliğin nerede olduğunu sordu; onlar da markiyi meraktan kurtardılar: o gün, piskopos Aziz Ambrosio’ nun günü olan 7 Aralıktı ve Sierva Maria’nın onuruna çalınan müzikle patlatılan fişeklerin sesi, kölelerin avlusundan geliyordu. Marki, elini alnına vurdu.
“Öyle ya,” dedi. “Kaç yaşını bitiriyor?”
“On ikisini,” diye yanıtladı Bernarda.
“Yalnızca on iki mi?” diye sordu marki ve yeniden hamağına uzandı. “Hayat ne kadar yavaş geçiyor!”
Ev, yüzyılın başlarına kadar kentin övünç kaynağı olmuştu. Artık yıkıntı halinde ve kasvetli olan bu ev, bomboş büyük alanlar ve yerlerinden kaldırılmış pek çok eşya nedeniyle taşınma halindeymiş gibi görünüyordu. Salonların zeminindeki mermer karolarla, tavanlarındaki bazı sallantılı avizeler olduğu gibi duruyordu. Hâlâ kullanılan odalar, örme taş duvarların kalınlığından ve uzun yıllar kapalı kalmaktan, özellikle de çatlaklardan ıslık çalarak içeri sızan Aralık rüzgârları yüzünden her zaman serindi. Hareketsizliğin ve karanlığın sıkıcı havası sinmişti her yana. Birinci markinin derebeylik debdebesinden geriye kalan tek şey, geceleri evi bekleyen beş çoban köpeğiydi.
Kölelerin, Sierva Maria’nın yaş gününü kutladıkları gürültülü avlusu, birinci marki zamanında kent içinde kent gibiydi. İkinci marki mirası devraldıktan sonra da öyle olmayı sürdürmüştü, ama yalnızca Bernarda’nın Mahates’deki şekerkamışı cenderesinin başından beceriyle yönettiği kaçak köle ve un ticareti devam ettiği sürece. Bütün o ihtişam, artık geçmişte kalmıştı. Bernarda, doymak bilmez kötü alışkanlıktan nedeniyle tükenmiş, avluda da, o zenginliğin son kalıntılarının da yiyip bitirildiği, damlan yabani palmiye kaplı iki tahta barakadan başka bir şey kalmamıştı.
Ölümünden bir gün öncesine kadar evi demir yumrukla yöneten sadık zenci kadın Dominga de Adviento, o iki dünya arasındaki bağlantıyı oluşturuyordu. İnce uzun, kemikli yapısı, neredeyse keskin görüşlü denebilecek zekâsıyla, Sierva Maria’yı büyüten de o olmuştu. Kendi Yoruba1 inancından vazgeçmeden Katolik dinini kabul etmişti; hiçbir düzen ve uyuma bağlı olmaksızın her ikisinin de gereklerini yerine getiriyordu. Dediğine göre, ruhu tam bir huzur içindeydi, çünkü birinde eksik olanı, öbüründe buluyordu. Ayrıca, markiyle karısı arasında arabuluculuk etme yetkisine sahip tek kişiydi ve her ikisi de ondan hoşnuttu. Köleleri, evin boş odalarında oğlancılık illetine dalmış olarak ya da birbirlerinin kanlarıyla yakaladığında, süpürgeyle kovalayabilen de bir tek oydu. Ama o öldüğünden beri, öğle sıcağında barakalardan kaçıp, işçilerin kumanya tencerelerinden pilav aşırarak ya da koridorların serinliğinde macuco ve tarabüla oynayarak orada burada yerlere seriliyorlardı. Hiç kimsenin özgür olmadığı bu baskı dolu dünyada bir tek Sierva Maria özgürdü: ama yalnızca o ve yalnızca orada. Bu yüzden de yaş günü kutlaması orada yapılıyordu, onun gerçek yuvasında ve gerçek ailesiyle birlikte.
Evin kendi kölelerinin ve öteki seçkin evlerden gelip eğlenceye olabildiğince katkıda bulunan öteki kölelerin toplandıkları bu yerde ve onca müziğin arasında böylesine hüzünlü bir kutlama akıl alır şey değildi. Yalnızca kız, neler yapabileceğini gösteriyordu. Afrika kökenlilerden daha büyük bir incelik ve canlılıkla dans ediyor, türlü Afrika dillerinde, kendi sesinden başka seslerle ya da kuşları ve hayvanları bile şaşırtacak kuş ve hayvan sesleriyle şarkı söylüyor…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAşk ve Öbür Cinler
- Sayfa Sayısı184
- YazarGabriel Garcia Marquez
- ISBN9755105949
- Boyutlar, Kapak 13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2008
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Şer Saati ~ Gabriel Garcia Marquez
Şer Saati
Gabriel Garcia Marquez
Adı belirsiz bir Güney Amerika ülkesinin adı belirsiz bir kasabasında, yağışlı, bunaltıcı bir sonbahar. Sıcak dayanılır gibi değil, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor, fareler kilisenin...
- Kavuran Soğuk ~ Wolfgang Schorlau
Kavuran Soğuk
Wolfgang Schorlau
Afganistan’daki “terörle savaş”tan dönen bir Alman askeri, ağır travmalarıyla, tehlikeli işlere girmiş olabilir mi? Schorlau’dan yine cesur bir siyasî polisiye. Alman ordusunun Afganistan’daki “görevinden”...
- Flaş Haber! ~ Evelyn Waugh
Flaş Haber!
Evelyn Waugh
Megalopolitan Basın Şirketi’nin patronu ve Garabet gazetesinin sahibi Lord Copper her zaman parlak muhabirleri bulmaktaki sezgisel yeteneğine güvenmiştir. Tabii durum böyle olsa da nadiren,...