Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Söylenmemiş Son Söz
Söylenmemiş Son Söz

Söylenmemiş Son Söz

Concita De Gragorio

Yalnızlık, aynı zamanda özgürlüğün de olduğu yerdir. Başka bir deyişle, özgürlüğün bedelidir. Dişilik ve onun yakıcı enerjisi; güzelliği, gücü, ışığı… Ve bu güçle kendi…

Yalnızlık, aynı zamanda özgürlüğün de olduğu yerdir. Başka bir deyişle, özgürlüğün bedelidir.

Dişilik ve onun yakıcı enerjisi; güzelliği, gücü, ışığı… Ve bu güçle kendi cenaze törenlerinde söz alarak, tutkuyla ve tarihin onları marjinalleştirmesine duydukları öfkeyle, suçlama niteliği taşıyan bir veda konuşması yapan kadınlar…

Concita De Gregorio’nun Dora Maar gibi çocukken ya da Amelia Rosselli gibi ergenken yüz yüze geldiği veya büyüdüğünde tanımadan tanıştığı ve daha sonra eserlerinde aradığı kadınlar: Carol Rama, Nise da Silveira, Vivian Maier, Silvina Ocampo, Maria Lai, Lisetta Carmi ve daha birçokları.

Hepsi böyle tanınmış değiller, hatta çoğu zaman çıkmaz sokaklarda kaldılar, yasaklandılar, dışlandılar, geride bırakıldılar. Zamana, geleneklere, topluma göre önde oldukları için, erkek egemen dünyanın gözünde bir kara leke haline geldiler. Ve şimdi her biri bize veda ederken gerçeği iletmek için ayağa kalkıyor. Herhangi bir erkeğin “bir şeyi”, bir niteliği olmaya mahkûm edilen kadınlar bu sayfalarda saklandıkları gölgelerden ışığa çıkıp seslerini geri kazanıyor.

Söylenmemiş Son Söz, hikâyelerin ötesine geçerek, kadınların sesiyle günümüzün en can alıcı sorusuna yanıt arıyor: İnsanlık nereye gitti?

İÇINDEKILER
Bu Hikâyeler / 9
Seslerin Tınısı / 16
DORA MAAR, 1907–1997, Paris / 17
Kavuşamamak / 19
SILVINA OCAMPO, 1903-1993, Buenos Aires / 31
Zalim Kız Kardeş / 34
LORENZA MAZZETTI, 1927–2020, Roma / 45
Floransalı Genç Kız / 47
ALOISE (LULU) CORBAZ, 1886, Lozan – 1964, Gimel / 55
Yeşili Özlüyorum / 57
NISE DA SILVERIA, 1905, Maceió – 1999, Rio de Janeiro / 73
Her Şeyden Önce Spinoza / 75
OLGA CAROLINA (CAROL) RAMA, 1918–2015, Torino / 85
Cehennemden Faydalanmak / 87
VIVIAN MAIER, 1926, New York – 2009, Chicago / 97
Sadece Çocuklarla Konuşurum / 99
MARGARET BOURKE WHITE, 1904, New York –1971, Stanford / 111
Ateşin Büyüklüğü / 113
AMELIA ROSSELLI, 1930, Paris – 1996, Roma / 123
Saat Dört Yönündeki Pencere / 125
MARIA LAI, 1919, Ulassai – 2013, Cardedu / 135
Dağlara Bağladım / 137
ROSA BALISTRERI, 1927, Licata – 1990, Palermo / 141
Hala Hayattayım / 143
LISETTA CARMI, 1924, Genova – 2022, Cisternino / 149
Spinoza’dan Öte / 163

Onun adına, onun ve cesaret etmeyen ya da edemeyen herkes adına […] konuşması gerekenin ben olduğumu düşünüyorum. Belki de bu benim görevimdir, bilmiyorum.
Tove Jansson, Campo di pietra

Bu Hikâyeler

Her zaman terk edilmekten korktum çünkü bu konuda epey tecrübeliydim.

Fakat: “Yanımda kal” demeyen kim varsa, insanda tam tersi duyguları uyandırıyormuş, bunu geç öğrendim.

Sonuçta, bunu istemeyenlerin buna ihtiyacı yoktur ya da bunu umursamazlar: Sır ve aldatmaca budur. Kayıtsızlık ya da ona benzeyen gizemli bir şey, güçlü bir bağlılık yaratır. Bu yine de doğanın bir lütfudur, bir yetenektir. Hiçbir duyguyu hissedememe, hiçbir zaman tamamen erişebilir olmama, içe dönük olma öğrenilebilir bir şey değildir, o yüzden de bu kadar çok arzulanırlar.

Arzunun aslında insanı sömürgeleştirdiğini de çok geç anladım. Bir şeyi kendini ortaya koyarak elde etmeye çalışmak arzuları yok eder. Hatta, insanın karşısındakine kaygıyla yaklaşmasına sebep olur. Kendini adamanın yüceliğinin aksine, kendisini kusurlu hissettirir. Kovalamak bir güç ise kovalanmak bir kaçıştır. Annesinden ayrılmak istemeyen üç yaşında bir çocuk bile olsanız nafile. Aşkta bir şeyler talep etmek işe yaramaz. Kendinizi kurtarmak için saklandığınız an, vazgeçtiğiniz andır.

Bırakıp gittiğiniz zaman -gözlerden uzak bir yerde oyun oynamaya gittiğinde- sizi arayanların sesi belki gelir belki de gelmez. Ama ne fark eder? Genelde o zamana kadar artık çok geç kalınmış olur.

Hikâye çoktan değişmiş ya da bitmiştir.

Yalnızlık, aynı zamanda özgürlüğün de olduğu yerdir. Başka bir deyişle, özgürlüğün bedelidir.

Yoksulluk aynı zamanda bir özgürlük durumudur. Gerçekten özgür olan zengin birini hiç görmedim.

Yalnızlık ve yoksulluk güllerin açtığı yerdir. Gül, güldür. (Yalnız dikkat etmek lazım: Birçok istisnai yetenek yanlış anlaşılıp reddedilmiş olsa da, yetenekli olmak için yanlış anlaşılmak ve reddedilmek yeterli değildir. Başarısızlık konusunda yanılgıya kapılmayın.)

Zenginliğe veya takdire ihtiyaç duymamak, özellikle bunun için yaşayanlar ve her gün buna -bu onaya, bu razı gelme durumuna- ihtiyaç duyanlar için epey ürkütücüdür.

Bu tarz arzuları olmayanlar, zorunlu olarak ya da meslekleri gereği onların yalakalıklarını görmezden gelenler, diğer insanların konformizminin milimetrik ölçüsü, kabul edilemez bir sapkınlık. Kısacası bir delilik durumu. Sapkınlık. En iyi ihtimalle savurganlık ve acayipliktir. Burada kadın ve erkek arasındaki fark üzerinde durmayacağım. Bunu yıllardır yapıyorum ama kadınsanız durumun daha kötü olduğunu söyleyebilirim.

Bu, çok uzaklarda başlayan bir hikâye. Buradaki kadınların sesini ne zaman duymaya başladığımı bile bilmiyorum. Picasso’nun ilham perisi Dora Maar ile ayaküstü tanıştığımda 12 yaşındaydım. O zamanlar ilham perisinin ne anlama geldiğini bilmiyordum ama çevresindekilerin ona karşı olan ses tonundaki sempatiyi hissedebiliyor ve onun gözlerindeki karanlığı iyileştirmek istiyordum. Onu güldürmek istiyordum. Çocukların yaptığı ve yapmaya zorlandıkları gibi onu bir öpücükle iyileştirmek. Orada onunla kalmak, acısını gidermek ve onu teselli etmek isterdim ama tabii ki bunları yapamazdım. Dediğim gibi, ayaküstü bir tanışmaydı. Bir yetişkin sırf yalnız kalmayım diye beni de yanında götürmüştü. Her şeyden habersizdim. Daha sonra eserlerinde ve yazılarında onu aramaya başladım. Bunu hayatımın geri kalanı boyunca da yaptım ve yıllarca onun hakkında yazdım. Belki de gereksiz derecede çok.

Amelia Rosselli ile gençken Roma’nın merkezindeki bir bodrum katında tanıştım. Kim olduğunu bilmiyordum. “Yusufçuk” şarkısını söyler gibi kendi kendine fısıldamasını dinlemiştim. Babama: “İri gözlü zayıf bir kadın ve sanırım ateşi var” dediğimi hatırlıyorum. Aslında hatırlamıyorum, biliyorum çünkü içinde babamın benim sözlerimi tırnak içinde alıntıladığı ve bana daha fazlasını anlatmamı sorduğu bir mektup buldum.

Maria Lai ile karşılaştım ama onunla konuşmaya cesaret edemedim. Çok sert görünüyordu, genç bir kızken Rosa Balistreri’yi dinlemiştim -bana Chavela Vargas gibi geliyordu. Konservatuvarda müzik eğitimi alırken sesinin tınısına âşıktım ve onun öğretmenim olmasını isterdim. Aloïse’nin şaşırtıcı derecede güzel tabloları beni büyüledi ve bu sebeple akıl hastanelerinde neler olduğunu araştırmaya başladım çünkü o hayatı boyunca bir tımarhanede kilitli kalmıştı -gerçeği susturmak için onu hapse atmışlardı, ben buna ikna olmuştum ve de hala öyle olduğuna inanıyorum. Böylece ileri görüşlü bir psikiyatr olan Nise da Silveira’yı tanıdım ve ona âşık oldum. Yıllarca ikinci el kitapçılarda onun eşsiz hikâyelerini ararken, sonunda bir gün Silvina Ocampo’nun delicesine arzuladığım “vahşi çocuklarını” imzalı bir şekilde bulmuştum. Bu bir tür borç gibiydi, ona bir cevap borçluydum. Bir keresinde bir yabancı bana Carol Rama’nın bir eskizini hediye etmişti ve bana: “Bu kadını yakından tanımalısınız” yazan mesaj göndermişti. Gönderenin kim olduğunu asla bulamadım ama görevimi sonuna kadar yerine getirdim. Lorenza Mazzetti, o zamanlar oldukça beğenilen o küçük evimin yakınlarında geziniyor, kahvaltı yaptığı kafede asla para ödemiyordu. Bu yüzden ben de onun bir dilenci, hatta mahallenin delisi olduğunu düşünmüştüm.

Hayatımın başka bir baharında, fotoğrafçılıkta otoportreleri ve dolayısıyla sadece aynada kendini gösteren, görünmez kadın Vivian Maier’in gizemini inceledim. Kendimize göre kim olduğumuzu, başkalarına göre kim olduğumuzu anlamak istiyordum. Kimlik, itibar. Sizin de bildiğiniz gibi her zaman geride bırakılacak bir ayna vardır, siz sonuna kadar kendi içinize bakın ve ötesine geçmeye çalışın. Zor bir şey. Birkaç seyahat yaptım. Sonra hepsinin lideri olan Margaret Bourke-White ve son olarak -uzun yıllar sonra, son zamanlarda- inatla aradığım ve sonunda Cisternino’daki evinde bulduğum Lisetta Carmi. Gitmek ve yaşamak istediğim yerde, her şeyi bırakıp ona yakın olmak için orada kalmak istiyordum. Diğer harika şeylerle birlikte neredeyse her şey o yaz gerçekleşmişti.

Bütün bunların başka bir anla, günlük ihtiyaçlarla dolu, soğukkanlı ve amansız devam eden hayatın geri kalanıyla hiçbir ilgisi yoktu. Bütün bunlar işin ve takvimin dışında, kendimize nelerden özgür olduğumuzu hiç sormadan, merakla “boş zaman” diye nitelendirdiğimiz bir anda gerçekleşmişti. İster özgür olalım, ister olmayalım. Yine de ara sıra evime gitmezsem, bir sergiyi, bir müzayedeyi, bir konferansı kovalamazsam, günlük işlerimi yapacak enerjiyi kendimde bulamıyordum.

Diğer notları işaretlemek için bir cümle, bir satır sonra tekrar dönmek üzere. “Özgür” olanda anlam ve telafi aramadan “meşgul olduğum şeyde” uzun süre kalmayı beceremedim. Sesleri aramaya çıktım; daha doğrusu seslerin beni bulmasını bekledim.

Çok uzun bir süre, bu insanların ortak bir noktaları olup olmadığını bile bilmiyordum. Durup özellikle neden onları, yani bana söylemek istediklerini dinliyordum? Olası kalabalıklar arasında başka kimseyi değil de, onları. Hayatımın ilerleyen dönemlerinde, özellikle de şu aralar benim için daha net hale geldi. Karda veya kumda yürümek gibi.

İlerledikçe yörüngeyi görmezsiniz, geriye bakarak ayak seslerinden bulursunuz.

Toplumdan dışlanmak. Dışarda kalmak. İstenmeyen, sevdikleri tarafından “yanlarında tutulmayan” kimse olmak. Çok erken, çok geç gelmiş olmak, ne yazık. Çok fazla ve anlaşılmaz bir şekilde tekrar tekrar böyle anılmış olmak. Öylesine susturulmuş, aşağılanmış. Fazla verici olmak. İyi bahçedeki, kötü olduğu için kesilmesi gereken ot olmak. Sapkınlığın, dolayısıyla arzu ve suçluluğun kaynağı. Arzu, hata demektir.

(Bizi korkutan şeyleri hep içeride, ulaşılmaz bir yere kilitleriz ya da gömeriz. Kendimizde adlandıramadıklarımızı kınayarak başkalarına atfederiz. Bunu rahatsızlık, aşırılık olarak sınıflandırırız. Bir tür normdan sapmak. Normlar ne kadar da normal, güven verici bir konfor alanı sağlıyor, değil mi? İnsan orada ne kadar rahat yaşıyor. İyi bir itibar, onaylanmak. Nihayetinde, tehlike umrumuzda bile olmuyor.)

Ancak buradaki kadınlar gerçekten yalnızca bunun için mi buraya gelmiş ve kalmışlardı bilmiyorum. Başkaları da olabilirdi, yenileri de gelebilirdi, kim bilir. Elbette hepsinin amacı seslerini duyurmaktı. Kulağa saldırgan bir tepki gibi gelmesin ama aslında intikam almak istiyorlardı. Hak ettiklerini geri almak onlara belki de daha iyi gelecekti. Onları görün, dinleyin, önemseyin. Sonuçta, hepimizinin istediği şey bu değil mi? Görülmek, duyulmak, anlaşılmak.

Korunması gereken bir obje olmak. Esasında nasılsın diye sorulması bile yeterli…

Yıllar önce bir gün, babam benden ölüm ilanını yazmamı istedi. Hastaydı ve az zamanı kaldığını biliyordu. Gülümseyerek yataktan bana: “Yazdıklarını okumak isterim” dedi. Ama başaramadım. Ona o koşullarda söylenmesi gerekenleri söyledim: “Ama baba, sen daha iyi olacaksın ve bu yaz adaya tatile gideceğiz.” Sonraları, “Yazdıklarını okumak isterim” lafı üzerine çok düşündüm.

Ben de ölüm ilanımı okumak, hatta onu yazmak ve hatta cenaze konuşmasında söz sahibi olmak isterdim. Çünkü bazı kültürlerde -örneğin Güney’deki pek çok yerde- bir tür kutlamaya benzeyen cenazelerde, merhumun tanıdığı tüm insanlar bir araya gelir. Hayatının ilk, orta veya son dönemlerinde tanışmış olmasının bir önemi olmaz. Bazen birbirini tanımayan veya eskiden düşman, arkadaş, sevgili veya yabancı olan insanlar. Hepsinin tek bir amacı olur: O insanın yanında olmak. Kimse gelmese bile her şey aynı olur. Kelimeler kalır. Kendi cenazende hayatta olmak harika olurdu. Gitmeden önce bir dakikanız daha olsa herkese veda edebilir ve tüm söylemek istediklerinizi söyleyebilirsiniz. Cenaze konuşmaları korkunç olur. Geleneksel, acı verici. Yalnızca çocuklar bazen doğru bir şeyler söylerler.

Hakaretler adını verdiğim yıllar içinde yazdıklarımı bir araya topladığım halka ciltli bir defter vardı. İçinde şiddetli, genellikle sert ve küstah yazılar vardı -bazen bunları da yazmak gerekti. Ama hep içinden geldiği gibi. Sonrasında Lisetta Carmi, bu dünyaya yabancı bilgeliği ve zarafetiyle bana onunla birlikte vedasını yazma fırsatı sundu. Ne günler ne aylar geçti -onunla diyalog içinde, her şeyin nihai ve gerçek olduğu taş evin arkasındaki o sihirli çemberde kalan zamanda: Ne büyük bir ders, ne büyük bir hediye.

Babamın o gün bana söylediği de aslında çoktan atılmış bir adımdı.

Benden istediği buydu: Dinlemek, üstlenmek, somutlaştırmak ve sesini geri kazanmak.

Bunu başarmak yıllar aldı. Çok fazla çalışma, dikkat ve özen gerektirdi.

Elbette zaman zaman acı verici de oldu.

Ama sonunda -öyle umuyorum ki- en azından bir şeyler başardım.

Seslerin Tınısı

Bu tarz metinler sahnelenmek, yüksek sesle okunmak, tekrarlanmak için doğarlar. Her seferinde farklı bir ton aranarak yazılmışlardı: Konuşmacının duraklamaları, nefes almaları, tereddütleri, dile getirilmemiş düşünceleri. Bazı işaretlemeler ve boşluklarla her kişiye kendi karakterini vermeye çalıştım. Hayatlarımızda olduğu gibi, her zaman bir tür tekdüzeliğine yanıt vermeyen sağlam bir niyetin peşine düştüm.

DORA MAAR, 1907–1997, Paris

Henriette Theodora Markovitch bir ressam ve fotoğraf sanatçısı. Hırvat mimar Joseph’in ve Fransız Louise-Julie Voisin’in kızı. Fransa ve Arjantin arasında büyüdü, sanat ve fotoğraf üzerine eğitim aldı. Otuzlu yılların başında Paris’te bir stüdyo açtı, Cartier-Bresson ve Man Ray ile tanıştı, hayatını fotoğrafa adadı. Avrupa’ya yalnız başına pek çok yere seyahat etti. 1934’te André Breton’un sürrealist manifestosu “Appel à la lutte1 ”yi imzaladı, siyasete ışık tutan, aşırı solun bir üyesi oldu. Breton ve Georges Bataille tarafından başlatılan anti-komünist, anti-kapitalist, burjuva karşıtı bir grup olan Contre-Attaque2 ’a katıldı. Çalışmalarında erotizm ve mistisizm hakimdi. Bir dönem profesyonel olarak moda ile uğraştı. Şapkalara karşı büyük bir tutkusu vardı. Rollei3 kullanıyor, fotoğrafları “Madame Figaro”4 da yayınlanıyordu. Macar fotoğrafçı Brassaï ile çalışıyordu. Yönetmen Louis Chavance ile, ardından Bataille ile romantik bir ilişki yaşadı. Bu dönemin en ünlü fotoğrafları arasında Brüksel International’da sergilenen Ubu Roi’nin Portresi yer alıyordu. 1935’te onu Picasso ile tanıştıran şair Paul Éluard’ın bir arkadaşıydı. İlk kez Jean Renoir’ın bir filminin setinde tanışmışlardı, o zamanlar hala fotoğrafçılık yapıyordu. İlişkiye başladıklarında o 28, Picasso ise 54 yaşındaydı. Ayrı ama birbirine çok yakın evlerde, biri bir köşede, diğeri öbür köşede yaşıyordu. Birbirlerini davet ile ziyaret ediyorlardı. O zamanlar Picasso, Maya adında bir kızının olduğu Marie-Thérèse Walter ile birlikteydi. Dora’yı fotoğrafçılığı bırakıp resim yapmaya ikna etti ancak asla yaptıklarını takdir bile etmiyordu. Aksine, Guernica (feneri tutan kadının yüzü ona aittir) dahil olmak üzere birçok eser için onu model olarak kullandı. Dora, boş tuvalden bitmiş esere kadar Guernica’nın yapım aşamalarını fotoğrafladı, çekimler 1937’de “Cahiers d’Art”ta5 yayınlandı. Picasso ile olan ilişkisi, kısa süre sonra bir çocuk sahibi olduğu Françoise Gilot ile birlikte olana kadar dokuz yıl sürdü. Fakat Dora’nın çocuğu olmadı. Depresyondan muzdaripti. Bir psikiyatri kliniğinde kaldı ve elektroşok tedavisi gördü. Jacques Lacan tarafından tedavi edildi. Sonra Provenza’ya taşındı, manastır koşullarında uzun yıllar yalnız kaldı, Picasso ve diğer ustaların eserleriyle dolu bir evde yaşadı, neredeyse hiç kimseyi kabul etmedi. Son yıllarını ise bir huzurevinde geçirdi ve 1997 yılında 90 yaşındayken öldü. Mirasçısı yoktu, izi sürülen tek uzak akrabası Hırvat bir köylüydü, o da tüm mirası reddetmişti. İki ciltlik bir katalog uzun ve unutulmaz bir oturum sırasında Paris’te açık artırmaya çıkarıldı. Bois-Tardieu Mezarlığı, Clamart, Paris’te de gömüldü.

Kavuşamamak

Picasso da gittiğinde herkes benim öleceğimi düşündü.
Emin olduğum için yapmadım.
Yapacağıma emin olduğu için yapmadım.
Bu benim son sözümdü. Yaşamak. Picasso’yu yaşatmak.
Kendi canıma kıymadım,
Çünkü yapacağımdan emindi.

Benim için ağlamayın. Ben ağlayan kadın, la femme qui pleure’um; bu şekilde tarihe geçtim, herkes portrelerimi bilir.

Yeşil bir derim olduğu için umutsuzluğa kapıldım. Kuşa benzeyen uzun ellerim ve kırmızı pençelerim vardı.

Kafatasım, sanki bir kısmı bir cerrah tarafından alınmış gibi eksikti. Cerrah oydu.

Onun yaptığı binlerce portrem var ama resmi yapan ben değildim.

Ama kimse Dora değildi, kimse ben değildi.

Hepsi Picasso’ydu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. üç noktalı zamanlar ~ Deniz Doğanüç noktalı zamanlar

    üç noktalı zamanlar

    Deniz Doğan

    Bu cümleler, kaynakçası olmayan kitapların, kenarına düştüğümüz satırlar gibi. Kimi kısa; kesik kesik ağlarcasına, kimi bir uzun hava… Kendini ciddiye almayan, ama külün içindeki...

  2. Gökten Üç Hostes Düştü – II ~ Figen Yeşiltuna/ Nurşen GözüsuluGökten Üç Hostes Düştü – II

    Gökten Üç Hostes Düştü – II

    Figen Yeşiltuna/ Nurşen Gözüsulu

    Nurşen Gözüsulu ve Figen Yeşiltuna’nın keyifli anlatımıyla, serüvenin ikinci kitabı yine sizi gülmekten kırıp geçirecek. Gökyüzünde geçen 20 uzun yılın ardından, karadaki ilk yıllarını,...

  3. Ötüken ~ Hacı İbrahim MUTLUÖtüken

    Ötüken

    Hacı İbrahim MUTLU

    -İYİLİK YOLUNDA MOĞOLİSTAN- At üzerinde dörtnala sonsuz bozkırda gidiyordu. Nereden geldiği ve nereye gideceği belli olmadan ama bunu da umursamayan bir çeri edasıyla. Sonra...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur