“Çok egzotiksin!”
“Çok sıra dışı görünüyorsun.”
“Ama gerçekte sen kimsin?”
Siyahi bir babaya ve beyaz bir anneye sahip olan Isabella aslında ne demek istediklerini biliyor:
“Ebeveynlerin gibi gözükmüyorsun.”
“Farklısın.”
“Hangi ırktansın?”
Anne ve babası boşanan on bir yaşındaki Isabella her hafta farklı bir hayata geçmek zorunda. Annesi ile babası arasında bölünmüş olmak onun için sadece ev değiştirmek, farklı takma isimler kullanmak değil aynı zamanda kimliğini değiştirmek demek. Yarı beyaz yarı siyah olmak nasıl hissettirmeli? Yarının babana ait olması diğer yarının ise annene ait olması… Sürekli yarım olarak görüldüğünde nasıl bir tam olmayı başarabilirsin ki?
İki ailenin bir araya gelmesi imkânsız gibi gözükürken beklenmedik ırkçı bir saldırı Isabella’nın hayatını tamamen değiştirecek.
1.BÖLÜM
DAN.
Tın.
Şıp.
Güm.
Çın.
Şır
Bom. Böyle bir kelime olmadığını biliyorum ama bom diye bir ses gerçekten var. Piyanomda her türlü müzikal kombinasyonu oluşturabilirim. Bu benim süper gücüm. Çalmaya hazır hissedene kadar piyanomun önünde, susamış parmaklarım tuşların üzerine tünemiş vaziyette otururum. Piyanomda sıkı çalışırım, hep doğru melodileri ve armonileri bulmaya çalışırım. Yükselen ve alçalan gamlar. Üç ve dört parmaklı akorlar. Klavyenin üzerinde gezinen parmak uçlarının her dokunuşuyla yeni bir ses ortaya çıkar. Beyaz tuşlar. Siyah tuşlar. Bir biri, bir diğeri. Tüm akorlar hep birden. İki tuş, birlikte çalınan üç tuştan farklı ses çıkarır. Aynı anda basılan dört ya da beş tuş daha da iyidir. Akor basmak için dokuz, hatta on tuşa basabilirim ama dürüst olmak gerekirse ortaya yalnızca tuhaf sesler çıkıyor.
Piyanoda her kombinasyon farklıdır. Bas. Tiz. Majör tonlar. Minör çığlıklar. Bir kutlamayı andıran baslar. Gözyaşına benzer tizler. Beş-dört-üç-iki-bir. Bir-iki-üç-dört-beş. Yukarı. Yukarı. Yukarı. Aşağı. Aşağı. Aşağı. Armoni. Melodi. Akorlar. Gamlar. Siyah tuşlardan sanki biri ağlıyormuşçasına hüzünlü sesler yükselir. Beyaz tuşlar bazen güler. Yalnızca tek parmağımı kullanarak siyah ve beyaz tuşları birlikte dans ettirebilir ve ne istersem yapabilirim. Piyano çalarken, şahaneyim! Keşke hayatımın kalanı da bir tür sihirli senfoni gibi akıp gitse. Ama yok, genelde öyle olmuyor.
2.BÖLÜM
Piyano çalmaya üç yaşındayken başladım. Gibi gibi. Doğum günümde, şeker pembesi renginde, akordu bozuk sesler çıkaran ve büyükleri çılgına çeviren cinsten kocaman bir tuş takımına sahip, plastik oyuncak klavyelerden hediye etmişlerdi. Ben yine de sevmiştim onu. O güne kadar aldığım oyuncak bebekler, legolar ya da çay setleri hiç ilgimi çekmemişti. Benim için varsa yoksa hiç durmadan dan dan, dın dın sesler çıkardığım o piyanoydu. Annem ile babam ortalık azıcık da olsa sessizleşsin diye o gece plastik klavyeyi elimden almışlardı da uykuya dalana kadar ağlamıştım.
Ertesi sabah, erişemeyeyim diye buz dolabının üzerine kaldırdıkları klavyeyi aşağı indirmelerini istemiş ve günün kalanında neredeyse her an klavye çalıp durmuştum. Melodileri seçmeyi, her notanın farklı tonlarını ayırt etmeyi öğrendim. Daha fazlasını istiyordum. Bu yüzden yeni yıl için istediğim en büyük hediye her zaman piyanoydu. Piyano hediye listemin en tepesindeydi. Annem ile babam her ne kadar bana takılıp unutmuş gibi yapsalar da her sene karşımda kırmızı kâğıtla paketlenmiş kocaman bir kutu bulurdum. Oyuncak bir piyano. Kırmızı bir piyano. Pembe bir tane. Her biri bir öncekinden daha iyi olurdu.
Kendi kendime melodiler uydurmayı ve zamanla basit notaları okumayı öğrenmiştim. Evet, bu işe kafayı fena takmıştım. Yine de bu klavyeler yalnızca birer oyuncaktı ve genellikle plastik tuşları birkaç ay içinde kopup giderdi. Yedi yaşındayken, yılbaşında bu sefer büyük kutu bile yoktu. Hediye olarak oyuncak bir bebek ki artık bebeklerin ilgimi çekmediğini bilmeleri gerekirdi, birkaç kıyafet, resim çizmek ve boyamak için birkaç alet ve birkaç masa oyunu almışlardı. O masa oyunu da çok aptal bir hediyeydi çünkü genelde oturup ailecek herhangi bir şey oynamazdık. Galiba bencilce bir davranıştı ama resmen deliye dönmüştüm. Tüm hediye paketleri açıldıktan sonra, annem neşeyle “Ben acıktım. Hadi krep yapalım!” dedi. Babam da bir o kadar neşeli bir şekilde “İyi fikir! Isabella, krep karışımımız var mı bakabilir misin?” dedi.
Benden neden böyle bir şey yapmamı istediğini anlayamadım ama yılbaşıydı. O yüzden “Tabii,” dedim. Dolaba baktım, iki tane karışım kutusu buldum, ve bunu onlara söylemek için oturma odasına döndüm. Odanın ortasında, az önce sadece yırtılmış kırmızı ve yeşil paket kâğıtlarının durduğu yerde, gümüş kâğıda sarılı kocaman bir kutu vardı. Üzerinde büyük siyah harflerle adım yazıyordu. Nefesim kesildi. “Aç bakalım!” dedi annem ile babam aynı anda. Sadece birkaç saniye tereddüt ettim. Ardından hediye paketini yırtıp açtım. Taşınabilir bir piyanoydu. Gerçek bir piyano klavyesiydi; bir Casio’ydu! “Ooo, vay be!” dediğimi hatırlıyorum.
Siyah ve ışıl ışıldı ve sanki tüm oturma odasını kaplıyordu. Cennetteydim. Seksen sekiz parçalı ağırlıklı tuş takımıyla neredeyse gerçek bir piyano gibiydi. Jazz, askerî ve davul ritimleri çalabildiğim tuşlarının dışında dahili hoparlörleri vardı. Aslında onlara ihtiyacım yoktu, ama fazladan eğlenceydi işte. Kayıt alabiliyor ve bestelediğim şeyleri yeniden dinleyebiliyordum. Bana kendimi dinleme imkânı veriyordu. Böylece beceremediğim kısımları düzeltebiliyor ve pürüzleri giderebiliyordum. Annem beni okulda piyano kursuna yazdırdı. Babam nota kâğıtları aldı. Ancak Casio’yu bana kendileri almış olmalarına rağmen annem ile babam sürekli çalıyor olmamdan sıkılmaya başladılar.
Bazı günler “Biraz ara ver,” derken yüzlerinde öfkeli bir ifade olurdu. Aslında bana değil birbirlerine sinirlendiklerini anlamam biraz zaman aldı. Gürültü muhtemelen sinirlerini zıplatıyordu. Önceden de saçma sapan şeyler yüzünden kavga ederlerdi ama artık hiç durmadan kavga çıkar olmuştu. Akşam yemeğinde sosisli mi yoksa hamburger mi yiyelim diye tartışıyorlardı. Kot pantolon mu yoksa tayt mı giyeceğim konusunda ağız dalaşına giriyorlardı. Kayıp araba anahtarları, ıslak kalmış bir sabun ya da kızaracağına yanmış bir ekmek yüzünden her an tartışmaya hazırlardı. Derken Kool-Aid1 hadisesi yaşandı. Kim Kool-Aid kadar basit bir şeyin kavga sebebi olabileceğini düşünür ki! Ama oldu. Üç yıl kadar önceydi, sanırım sekiz yaşlarındaydım.
Akşam yemeğinden hemen önce tartışmaya başladılar. Babam her nedense mavi Kool-Aid’den nefret ediyordu. Turkuaz renk ile ahududu tadının bir arada saçma olduğunu, o yüzden ondan içmeyeceğini söylüyordu. Ben masada oturmuş, kendime kocaman bir bardak Kool-Aid doldurmaya hazırlanıyordum. Annemin sesi yükseldi. Babamın sesi yükseldi. O noktadan sonra ben titremeye başladım. Gerçekten titriyordum. Derken babamın sesi giderek yükseldi ve ben elimdeki sürahiyi yere düşürdüm. Sürahi kırıldı. Mavi, yapış yapış bir pislik etrafa saçıldı. Yüksek tondaki sesleri bağrış çağrışa döndü, annem ağlamaya başladı ve ben başımın büyük belada olduğunu biliyordum!
Odama koştum, yatağıma kıvrıldım, kulaklarımı yastıkla kapattım. Bağırtılar nihayet kesildiğinde, benim uyku saatim geçmişti. Parmaklarımın ucunda mutfağa gittim ve buzdolabından iki dilim soğuk pizza aldım. Annem ile babam akşam yemeğini ve görünen o ki beni unutmuşlardı.
3. BÖLÜM
Ertesi sabah ben tam kalkarken babam odamın kapısına
vurdu.
“Uyanık mısın?” diye sordu nazikçe.
“Evet.”
“İyi misin?”
“Sanırım.” Yastığıma yaslanıp dik oturdum.
“Özür dilerim Isabella. Annen ile aramızdaki sorunlara seni
karıştırdığımız için çok üzgünüm.”
“Annem ağlıyordu,” dedim ona. Onu mu suçluyordum yoksa açıklama mı bekliyordum emin değilim. Muhtemelen her
ikisi de.
“Biliyorum. Sanırım sana tek diyebileceğim ne kadar üzgün
olduğum,” dedi sadece.
“Kool-Aid’i ziyan ettiğim için özür dilerim. Ortalığı batırdım… Ve bazen bulaşıkları yıkamayı unuttuğumun farkındayım.”“Yok, yo, yo!” dedi hemen. “Sen yanlış bir şey yapmadın. Tek bir şey bile. Olan biten bizim hatamız, senin değil! Birbirimize karşı kabalaşmıştık ve senin bunu duymaman gerekiyordu. Çok üzgünüm. Olan bitenin o aşırı derecede şekerli içecekle alakası yok.” Bana şöyle bir sarılıp gülümsedi.
“Bu sefer Kool-Aid konusunda anlaşmazlığa düştük. Bu halı, diş macunu, hatta hava durumu bile olabilir. Belli ki biz artık hiçbir konuda anlaşamıyoruz.” “Of, evet. Fark ettim,” dedim mırıldanırcasına. “Anlaşamamak zor olmalı.” Babam parmağını burun çizgimin üzerinde gezdirdi. “Bir sürü konuda tartışıyoruz ama asla seninle ilgili değil, Isabella. İkimizin de hemfikir olduğu konu sensin. Biz seni çılgıncasına seviyoruz. Bunu anlıyorsun, değil mi? Babamın evet dememi istediği belliydi, o yüzden başımı salladım. “Anlayacağın annen bana kızgın Izzy, sana değil.” Tuhaftı.
Babam bana neredeyse hiç böyle seslenmezdi. Izzy annemin bana taktığı lakaptı. Babam yüksek sesle “Isabella” derken çıkan sesi severdi, bunu hep söylerdi. “Bunların hiçbiri senin hatan değil.” “Peki o zaman siz ikiniz niçin sürekli birbirinize kızıp bağırıyorsunuz?” Zekice bir soru sormuşum gibi başını salladı. O kadar uzun süre salladı ki ne sorduğumu unuttuğunu düşünmeye başladım. Ardından, “Çünkü… çünkü, ah, bizim gelişimimiz zaman içinde farklı yönlere doğru oldu.” Dudaklarımı sımsıkı kenetledim. Bu söylediği kulağıma iyi bir şey gibi gelmemişti. Bunun üzerine ben de ona “İyi de siz yetişkinsiniz! Sizin gelişiminiz zaten tamamlandı!” diye yanıt verdim. “Çok üzgünüm,” dedi yeniden. Babamın sürekli benden özür dileyişini dinlemek beni biraz uyuz etmeye başlamıştı. Bir şekilde, bana doğru gelmiyordu. Ardından burnunu çekmeye başladı. “Tatlım, sorun şu ki…
Çok uzun zamandır mutsuzum. Dolayısıyla annen de. Tüm bu hayal kırıklıkları birikti, birikti… Artık yürümüyor,” dedi babam üzüntüyle. Yürümeyen neydi? Ailemiz mi? Hayal kırıklıkları yüzünden demişti. Yutkundum; bir sürü hayal kırıklığına sebep olmuştum! Birkaç hafta önce cupcake’leri yakmıştım çünkü zamanlayıcıyı kurmayı unutmuştum. Matematik ödevimi unutmuştum ve annem öğretmenimi aramak zorunda kalmıştı. Ve geçen hafta iki kez tuvaleti fırçalamayı unutmuştum, ıyyy! Benim sorunum neydi?
“Benim hatam mı?” diye sordum pat diye. “Ah, yo, yo, yo, yo, yo!” dedi bana doğru uzanarak. “Isabella, sen kesinlikle, yüzde yüz mükemmelsin! Bizim hatamız, senin değil.” Sustu ve doğrudan gözlerimin içine baktı. Yüzü o kadar yakındı ki tıraş etmeyi unuttuğu birkaç sakalı görebiliyordum. “Annenin ve benim seni çok ama çok sevdiğimizi aklından çıkarmamanı istiyorum.” Bekledim. Bir “ama”nın gelmek üzere olduğunu hissediyordum, bir sebebin, bir açıklamanın, bir özrün. Ve geldi, o zamana kadar ki en kötü “ama”ydı. “Ama tüm bu kavgaların son bulması için benim başka bir evde yaşamamın daha iyi olacağına karar verdik.” Elini omzumdan ittim. “Taşınıyor musun?” Kelimeler ağzımdan doğru düzgün çıkmıyordu. “Ne… ne… nereye?”
Yere baktı, parmağı yatak örtümdeki desenin üzerinde dolaştı. Sonra daha da kötü bir şey söyledi. “Isabella, ben Kaliforniya’dan bir iş teklifi aldım.” “Kaliforniya!” Yatağımdan fırladığım gibi ateş püsküren gözlerimi ona diktim. “Orası Ohio’dan milyonlarca kilometre uzakta! Ben nasıl… Ben nasıl?” Ve sorumu bitirmeyi bile beceremedim çünkü aksi takdirde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlayacağımı biliyordum. “Her yaz gelebilirsin. Yılbaşında da. Ve bahar tatilinde.
Ben senin için her zaman burada olacağım bebeğim. Her zaman.” Sesinin olumlu çıkması için çaba harcasa da bana epey sahte gelmişti. “Annelerle babalar böyle şeyler söylemeye bayılıyorlar,” dedim ona, ellerimi sıkıp sıkıp bıraktığım birer yumruk hâline getirerek. “Ama, eğer sen Kaliforniya’da yaşarsan baba, benim piyano resitallerimde ya da… ya da… futbol maçlarımda burada olmazsın! Yani benim için ‘her zaman’ burada olmayacaksın!” Babam yeniden kafasını sallamaya başladı. “Ah, FaceTime, görüntülü sohbetler ve siz çocukların pek iyi becerdiği diğer bilgisayar şeyleri var. Bana gösterirsin. Sürekli iletişim hâlinde olacağız. Her gün. Söz veriyorum.” Gözyaşları gözlerinden düştü düşecekti. Yok! O an yeryüzündeki en üzgün babaymış gibi görünse de ağlaması gereken o değildi. Bunun üzerine kendini daha iyi hissetsin diye serçe parmağımı uzatıp “Söz mü?” diye sordum. Oysa bu olan biten çocuklara özgü basit bir sözleşmeyle geçiştirilemeyecek kadar büyüktü.
Bana siyah ve güçlü sol elini uzattı. Ben de ona yumuşak ve solgun elimi uzattım. Elim titriyordu. Ama sonra aniden çektim. Ona bir soru daha sormam gerekiyordu. Okulda duyduğum tüm o fısıltılar, kıkırtılar ve imalı yorumlar aklıma üşüşmüştü. Bilmezden geldiğim ya da zihnimden uzaklaştırdığım şeyler. Sormam gerekiyordu. Bilmem gerekiyordu. “Baba, annemle senin ayrılmanızın nedeni senin siyah olman, onun beyaz olması mı?” Yüzü çok ciddileşti. Yüzümü, nazikçe avuçlarının içine aldı. Ardından “Hayır Isabella’m. Olan bitenin ırkla hiçbir ilgisi yok.
Lütfen inan bana. Annen ile ben tanıştığımızda birbirimize âşık olduk. Birbirimizin rengini görmedik bile. Hâlâ da önemsemiyoruz. Buna inan,” diye fısıldadı. Gözleri onu anlamam için yalvarıyordu. Bir süre hiçbir şey demedim; çikolata gibi kahverengi yüzünün, geniş omuzlarının, kalın siyah saçlarının her santimetrekaresini aklıma kazımaya çalışarak uzun süre ona baktım. Serçe parmağımı yemin edelim diye usulca ona doğru uzattım. Annem ister evde olsun, ister Waffle House’da, bu hafta her gün Casio’mda pratik yapmayı kendime hedef koyuyorum. Daha çok zaman var gibi gelebilir ama yazın vereceğim piyano resitalim ne olduğunu anlayamadan kapımı çalacak ve ben hazır olduğumdan emin olmak istiyorum.
4.BÖLÜM
“Boşanma” önce beni korkuttu. Sanki ailemiz çaresi olmayan korkunç bir hastalık ya da benzeri bir şeyin sonucunda yıkılmıştı. Aynı içi Kool-Aid dolu sürahi gibi paramparça olmuştuk ve annem ile babam sorun her neyse çözmekten acizdi. Babam gittikten sonra acayip üzgündüm. Okulda Amerika Birleşik Devletleri haritasına baktım. Ohio ile Kaliforniya arasındaki mesafe öyle fazlaydı ki, başka bir gezegende yaşıyor denilebilirdi. Karayolundan gitmesi üç gün sürerdi! Hem sadece şehirden gitmemiş, benden de gitmişti. Canım istediğinde ya da ihtiyacım olduğunda göremeyecek ya da dizine oturamayacaktım. Ayrıca o ne derse desin, içimde bir yerde bunun kısmen benim hatam olduğunu hissediyordum. Bir sürü şeyi mahvetmiştim. Kool-Aid. Cupcake’ler. Sonra piyano resitalimden sonra bana verdikleri şu kolye vardı: Hani ucunda ışıltılı bir nota sallanan gümüş zincir. Annem futbol antrenmanında takmamam konusunda beni uyarmıştı ama ben onu dinlememiştim. Sahada bir yerde düşmüştü ve bulamamıştım. Onları hayal kırıklığına uğrattığımı söylemişlerdi. Mideme ağrılar girmişti. O yüzden, evet, ben onlar için büyük bir hüsran olmuştum.
Babam gittikten sonraki o ilk haftaları, artık yalnızca bana ve anneme yuva olan evin içinde yürüyerek, “Babama ait tüm o yerlere” dokunarak geçirdim: O sallanmayan yeşil mutfak sandalyesi; banyoda eskiden naneli minik kekler gibi kokan tıraş losyonunun durduğu, şimdinin boş rafı; eskiden anahtarlarını içine fırlattığı eski çömlek küllük. Akşam yemeğinden sonra, kullanılmamış olmasına rağmen en sevdiği tabağı, hani şu mavi seramik olanı tozlanmasın diye dikkatlice yıkadım. Dolapta, birkaç sene önce kazandığı kocaman kırmızı bovling tabağının yanına kaldırdım. Taşınırken niçin bunları yanına almadığını bilmiyorum ama hâlâ burada olduklarına memnunum çünkü geri gelebileceği anlamına geliyordur belki de, değil mi? Üstelik, annemin evi her zaman çok sessizdi.
O yüzden ben de sırf biraz ses olsun diye Casio’mu tekrar tekrar kabından çıkardım. Annem ile babam hâkimin yasal talimatlarıyla resmi velayet belgelerini sonunda aldıklarında, sanırım bu her şeyin sonu oldu. Artık bir değil, üç ayrı parçaydık. Bir anne. Bir baba. İkiye bölünmüş bir çocuk. Aslında, bu durumda dört parça oluyoruz çünkü benim iki kişi olmam gerekiyor: Annemin Izzy’si, babamın Isabella’sı. Onu her ziyaret ettiğimde plaja gitsem de, babamın Kaliforniya’daki evi yalnızca benim için satın aldığı kocaman eski Steinway piyanosuyla muhteşem bir yer olsa da orada kendimi her zaman ziyaretçi gibi hissettim. Çünkü öyleydim. Onu ziyarete gidiyordum. Babam… evde değildi. Ama buna alışmıştım. Başka seçeneğim var mıydı?
Bu sistem geçen seneye kadar işledi sayılır. Babam yeniden taşınmaya karar verene kadar. Birdenbire şehre gelivermişti. Oysaki yeniden benimle aynı şehirde yaşamaya başladığı için velayet şartları değişti. Alışması kolay olmadı. Peki, gerçeği ister misiniz? Alışmak epey zor oldu.
5.BÖLÜM
Babam döndüğünden beri gerçekten güzel bir evde yaşıyor. Yani ev saçma derecede güzel, hani şu televizyon programlarında gösterilen, sinema yıldızlarının yaşadığı evlere benzer evlerden. Şehir merkezinden çıktıktan hemen sonra karşınıza çıkan lüks banliyöde. Annem yeni, temiz ve çoğunlukla, taşındığı hafta satın aldığı kokulu mumlar gibi kokan ufak bir daire tuttu. Mesela geçen hafta, aslında epey güzel kokan, mor ve yeşilin sarmal şeklinde iç içe geçtiği, lavanta ve misket limonlu bir mum yakıyordu. Target’tan aldı. Ben de yanındaydım. Ama vesayet değişimi yapmadığımız sürece üçümüz artık asla bir araya gelmiyoruz. Muhtemelen bir daha asla gelmeyeceğiz.
Babam buraya geri taşındıktan sonra, yeni bir vesayet düzenlemesi yapılabilmesi için ikisi mahkemeye gittiklerinde, benim de onlarla gitmeme izin vermediler. Affedersiniz ama hele ki bütün meselenin benimle ilgili olduğunu düşünürsek, benim de söyleyeceğim bir şeyler olduğunu düşünüyorum. Ama söyleyemedim. Mahkeme gününden hemen önce, tüm cumartesi gecemi bilgisayarımın başında Ohio eyaleyindeki vesayet kanunlarını araştırarak geçirdim. Annem benim yasal vasim, çünkü o,annem işte. Ama o ve babam benim ortak velayetime sahip, yani vesayetim sırayla bir birinde, bir diğerinde. Ama benim “yasal olarak seçim hakkım” yok. Bu velayetle ilgili okuduğum bir makalede geçen gerçek bir cümle. Kendimi epey önemsiz hissettiriyor.
Hiç tanımadığım yargıcın teki beni ortadan ikiye bölmeye karar vermiş. Sanki böyle bir şey insani açıdan mümkünmüş gibi. İşte ben de o yüzden bir hafta babam ve arkadaşı Anastasya ile yaşıyorum. Sonra her pazar, saat tam üçte, alışveriş merkezindeki Apple Store’un karşısında, satın alanın üzerine küçük gelen bir kot pantolon gibi değiş tokuş ediliyorum. Ertesi hafta annem ve onun arkadaşı John Mark ile yaşıyorum. Evet, beni seviyorlar ama bu her yedi günde bir hayatımı ikiye bölmelerine ve sonrasında olan biten normalmiş gibi davranmalarına engel olmuyor. Her pazartesi, bir hafta önce uyuduğumdan farklı bir yatakta uyanıyorum. Bundan nefret ediyorum! Kuşlar ağaçlara yuva yapar değil mi? Bir yuva. Bir ağaç. Nar bülbülünün yumurtalarını her hafta yeni bir ağaca taşıdığı duyulmuş şey midir? Saçma olurdu, değil mi?
Evet. Saçma.
Hayatıma hoş geldiniz.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Gençlik Kitapları Hikaye-Roman-Masal
- Kitap AdıKarışık
- Sayfa Sayısı280
- YazarSharon M. Draper
- ISBN9786050831597
- Boyutlar, Kapak13,5x21 cm,
- YayıneviGenç Timaş / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kralın Gülüşü ~ Haldun Ilkdoğan
Kralın Gülüşü
Haldun Ilkdoğan
“Onun için başka bir hayat mümkün olabilir mi?” Piraye’nin aklında oğlu için hep bu soru vardı. Atlı arabalar zamanında bileğinde bakır kızılı, parıltılı bir...
- Yeşil Kiraz 2 ~ Gülten Dayıoğlu
Yeşil Kiraz 2
Gülten Dayıoğlu
Kiraz, birinci kitabın sonunda geçmişten sıyrılıp yepyeni ufuklara açılmaya hazırdı. Başından geçen bütün tatsız olaylara rağmen, tepeden tırnağa umut yüklüydü, kendini içinde şafak söküyormuş...
- Genç Olmak- 80 Yazardan 80 Öykü 2. Cilt ~ Nursel Duruel
Genç Olmak- 80 Yazardan 80 Öykü 2. Cilt
Nursel Duruel
“İçinde seksen yazardan seksen öykünün yer aldığı iki ciltlik Genç Olmak, öykü türünün ele avuca sığmaz kıvraklığından, devingenliğinden zevk alan tüm okurlar için hazırlandı....