İki Şehrin Hikâyesi Fransız Devrimi’nin şiddet ve coşku atmosferini Paris ve Londra ekseninde ele alır. Aristokrasinin halka zulmünü de; devrim yanlılarının, intikam dürtüsüyle kirlenmiş adalet anlayışını da reddeden bir insanlıkla yazılmış; aşk ve fedakârlığın giyotinin gölgesinde bile yeşerttiği hayatın romanıdır. Eser yayımlandığı 1859 yılından beri dünya çapında sayısız okura ulaşmıştır.
*
BİRİNCİ KİTAP
HAYATA DÖNÜŞ
Birinci Bölüm
Dönem
Gelmiş geçmiş en iyi günlerdi, gelmiş geçmiş en kötü günlerdi; hem bilgelik çağıydı hem ahmaklık; hem inancın devriydi hem şüpheciliğin; hem Aydınlık hem Karanlık bir mevsimdi; umudun baharı, umutsuzluğun kışıydı; hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu; hepimiz ya doğruca Cennete gidecektik ya da tam aksi istikamete -özetle; şu an içinde bulunduğumuz döneme öyle benzer bir dönemdi ki dönemin, sesi en çok çıkan otoriteleri bu günler hakkında olumlu anlamda da, olumsuz anlamda da ancak ve ancak “en” sözcüğü kullanılarak konuşulabileceğini iddia ediyorlardı.
İngiltere’de tahtta koca çeneli bir kralla çirkin yüzlü bir kraliçe; Fransa’daysa yine koca çeneli bir kralla güzel yüzlü bir kraliçe vardı. İki ülkede de ülkeyi yönetenlerin bir eli yağda bir eli baldaydı ve bunun bu şekilde ilelebet sorunsuzca süreceği fikri hâkimdi.
Efendimizin doğumunun üzerinden bin yedi yüz yetmiş beş sene geçmişti. Bu olağanüstü dönemde İngiltere’de, tipkı şimdi olduğu gibi, gaipten birtakım haberler geliyordu.
Bayan Southcott yirmi beşine yeni basmıştı ve Muhafız Alayı’nda görevli, kehanet yeteneğine sahip bir er, Londra ve Westminster’ın yerle bir edilme hazırlıklarının başladığını söylerken, aynı zamanda bu kutlu doğumu müjdeliyordu. Londra’daki ünlü Cocklane hayaletinin -tıpkı daha geçtiğimiz yılın hayaletlerinin yaptığı gibi masaya vurarak hiç de özgün sayılmayacak haberler vermesinin ve sonrasında defedilmesinin üzerinden yalnızca on iki sene geçmişti. Dünyevi meselelere ilişkin haberlerse Amerika’daki İngiliz vatandaşları kongresinin ardından İngiltere tahtına ve halkına yeni yeni ulaşıyordu; üstelik, bu haberlerin tüm insanlık için Cocklane’de yaşayan ev kızlarına gaipten gelen haberlerden çok daha büyük önem arz ettiği anlaşılmıştı.
Ruhani meselelerde, elinde kalkan ve üç çatallı asa tutan kız kardeşi İngiltere’nin çok daha gerisinde olan Fransa yokuş aşağı son sürat yuvarlanırken boyuna kâğıt para basıp harcamakla meşguldü. Bununla da kalmayıp, Hristiyan rahiplerin rehberliğinde, sırf yağmurun altında, elli altmış metre ötesinde geçit töreni yapan pislik bir keşiş sürüsünün önünde eğilmeyerek saygıda kusur etti diye bir gencin ellerini kesip dilini kerpetenle kopartmak ve diri diri yakmak gibi son derece insani birtakım başarılara imza atıp kendine eğlenceler yaratıyordu. Büyük ihtimalle Ormancı -yani Kadero zavallı genç idam edilirken, Fransa ve Norveç’in ormanlarında kök salmış ağaçları keresteye dönüştürmek üzere gözüne kestirmişti; onları, tarihe kara bir leke olarak geçecek, içinde bıçak ve çuval olan hareketli çerçevelere dönüştürecekti. Muhtemelen tam da o gün, hantal at arabaları, yağmurdan korunabilsinler diye Paris yakınlarındaki çorak toprakları işleyen çiftçilerin derme çatma müştemilatlarına yerleştirilmişti; köyün balçığına bulanmış, domuzların gidip
gelip kokladığı, kümes hayvanlarının içine tünediği, Çiftçi -ya da Ölüm tarafından Devrim arabaları olarak kullanılmak üzere ayrılmış arabalardı bunlar. Bu Ormancı ile Çiftçi dur durak bilmeden çalışır fakat çıt çıkarmazlar, bu nedenle onların sessiz adımlarını kimseler duymadı; zaten uyanık olduklarından en ufak bir şüphe duymak tanrıtanımazlık ve hainlik sayılırdı.
İngiltere’de tüm o milliyetçi böbürlenmeyi mazur gösterecek bir düzen ve asayiş var denemezdi. Başkentte her gece silahlı adamlar büyük cüretkârlıkla evleri soyuyor, yolları kesiyorlardı; ailelere, güvenlik açısından, eşyalarını döşemecilerin depolarına bırakmadan şehir dışına çıkmamaları tavsiye ediliyordu; gecenin karanlığında yolunuzu kesen adam, gündüz şehrin tüccarlarından biri olarak karşınıza çıkabiliyordu; hatta bir keresinde bir tüccar, kendisini “Kaptan” olarak tanıtarak yolunu kesen tüccar arkadaşını tanıyınca ona meydan okumuş, adamı cesurca kafasından vurup yoluna devam etmişti; bir başka olayda da yedi hırsız bir posta arabasının yolunu kesmiş, arabanın muhafızı hırsızlardan üçünü vurmuş ama “mühimmat yetersizliği sebebiyle” diğer dördü tarafından vurulmuş, bu yüzden de soygun kolaylıkla gerçekleşmişti; daha sonra haydutlar, son derece nüfuzlu Londra Belediye Başkanı’nın Turnham Green’de yolunu kesmiş, “ya paranı ya canını” diyerek o son derece muhterem zatı tüm maiyetinin gözü önünde soyup soğana çevirmişlerdi; Londra hapishanelerinde mahkûmlar gardiyanlarla çatışıyor, majestelerinin yasası, alaybozan tüfekleriyle mahkûmların üzerine fişek yağdırıyordu; hırsızlar saray odalarında soylu lordların boyunlarındaki elmas haçları kesip alıyor, silahşorler kaçak mal bakmaya St. Giles’a gidiyor, çeteler silahşorlere, silahşorler çetelere karşılıklı ateş açıyor, kimse de bu durumlarda bir tuhaflık göremiyordu. Tüm bunların merkezinde yer alan, her zaman son derece meşgul ve en işe yaramaz insandan bile daha aşağılık olan…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Dünya Klasikleri Edebiyat Hasan Ali Yücel Klasikleri Roman (Yabancı)
- Kitap Adıİki Şehrin Hikâyesi
- Sayfa Sayısı504
- YazarCharles Dickens
- ISBN9786257070119
- Boyutlar, Kapak12,5 x 20,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yavaş Adam ~ J.M. Coetzee
Yavaş Adam
J.M. Coetzee
Altmış yaşındaki fotoğrafçı Paul Rayment, bir bisiklet kazası sonucu sağ bacağını kaybedince, o güne dek yalnız sürdürdüğü yaşamı tamamen değişir. Başkalarına bağımlı olmaktan nefret...
- Tatlı Tuzak ~ Rita Hunter
Tatlı Tuzak
Rita Hunter
Şiddetli yağmur yüzünden kabaran dere, Sedgwick’lerin evini kasabaya bağlayan köprüyü seline kattığında, kimse olacakları tahmin bile edemezdi. Grandoor Dükü Connor Tracey prensipli bir adamdı....
- Gidiyor, Gitti, Gitmiş ~ Jenny Erpenbeck
Gidiyor, Gitti, Gitmiş
Jenny Erpenbeck
“Ağustos sonunda bir perşembe günü on adam, Berlin’deki Kırmızı Belediye Binası’nın önünde toplanıyor. Açlık grevi yapacakları söyleniyor. Tenleri siyah. İngilizce, İtalyanca, Fransızca konuşuyorlar. Ve...