Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yazdıklarıyla Yaşayanlar I
Yazdıklarıyla Yaşayanlar I

Yazdıklarıyla Yaşayanlar I

Hasan Saraç

Öldükten sonra tüm yazdıklarının yakılmasını isteyen Kafka, en büyük zaafı kumardan kaçıp Kumarbaz’ı yazan Dostoyevski, varlığına delil ararken elinde kalem bulan Camus, bir savaşın…

Öldükten sonra tüm yazdıklarının yakılmasını isteyen Kafka, en büyük zaafı kumardan kaçıp Kumarbaz’ı yazan Dostoyevski, varlığına delil ararken elinde kalem bulan Camus, bir savaşın ortasında tüm coşkusuyla yurtsuz kalan Stefan Zweig ve daha birçok yazarın o bilmek istediğimiz hikâyeleri…

Yazdıklarıyla Yaşayanlar ruhunuza dokunan büyük yazarların eserleriyle iç içe geçmiş hayatlarını anlatıyor. Hasan Saraç, okuma serüveninde yazarlarla kurduğu dostluğa okurlarını da dahil ediyor. Altını çizdiğiniz cümlelerin sahiplerini yakından tanımak, hikâyelerinin hikâyelerini dinlemek ve yazarların hayatlarına şahit olmak için Yazdıklarıyla Yaşayanlar doğru bir kitap.

Önsöz 8
Gabriel García Márquez 12
Franz Kafka 22
Sabahattin Ali 32
Peyami Safa 42
Stefan Zweig 52
Haruki Murakami 64
Paul Auster 76
Stephen King 88
George Orwell 100
Umberto Eco 110
Halide Edip Adıvar 122
Ahmet Hamdi Tanpınar 134
Jean-Paul Sartre 144
Albert Camus 154
Irvin Yalom 164
Oğuz Atay 176
Ernest Hemingway 188
Mark Twain 200
Vladimir Nabokov 212
Antoine de Saint-Exupéry 222
Lev Tolstoy 230
Fyodor Dostoyevski 242
Sevgi Soysal 252
Virginia Woolf 262
Victor Hugo 272

Her şey, kökleri İspanya’nın Bask bölgesine uzanan aristokrat bir aileden gelen Don Juan Vicente Bolivar’ın, kendi gibi köklü bir aristokrat aileden gelen Dona Maria Palacios’a evlenme teklif etmesiyle başlar. Bolivar çiftinin oğlu olarak 1783 yılında Caracas’ta doğan Simon Bolivar üç yaşında yetim ve altı yıl sonra da öksüz kalmasına rağmen hayata sımsıkı tutunur. Önce hayatla, ardından İspanya Kralı’yla mücadele eder ve sonunda Latin Amerika’yı bağımsızlığına kavuşturur. Şimdi artık Latin Amerika yerlileri, İspanyollar ve Portekizlilerin karışımından taşan bu ses, biçim ve renk cümbüşünden, kendilerine has resimler, ezgiler, şiirler, öyküler ve romanlar doğacaktır yıllar içinde.

On dokuzuncu yüzyıl Rus klasik müziğini nasıl Borodin, Mussorgsky, Rimsky-Korsakov ve Çaykovski temsil etmişse yirminci yüzyıl Latin edebiyatının kendine özgü ruhunu, sesini, müziğini de Arjantinli Julio Cortazar, Perulu Mario Vargas Llosa, Meksikalı Carlos Fuentes ve Kolombiyalı Gabriel García Márquez duyurmuştur dünyaya. “Yazarların çoğu kez birer megaloman olduğu, kendilerini toplumun vicdanı, evrenin merkezi gibi hissettikleri doğrudur. Ben en çok bir şeyin iyi yapılmış olmasına hayranlık duyarım. Havada uçarken, pilotların pilotluğu benim yazarlığımdan daha iyi yaptıklarını bilmek beni her zaman mutlu eder.” Gabriel García Márquez, ya da yaygın bilinen lakabıyla Gabo, 1927 yılının 6 Mart günü, Kolombiya’nın küçük kasabası Aracataca’da doğar. Babası Gabriel Eligio Garcia, annesi Luisa Santiaga Márquez’dir. Henüz küçük bir çocukken anne ve babası başka bir kente taşınınca Gabo’yu anneannesi ve dedesi büyütür. Çevresinden saygı gören, entelektüel bir asker olan dedesi ve özellikle kendisine çocukluk yıllarında unutulmaz 16 hikâyeler anlatan nenesi, Gabo’nun hayatını şekillendirmesinde önemli rol oynarlar.

Gabo 19 yaşına geldiğinde Cartagena Üniversitesi’nde hukuk öğrencisidir. Bir yandan da yerel gazetelerde muhabirlik yapmaktadır. O dönemde en çok Virginia Woolf ve William Faulkner’in etkisi altında kaldığı söylense de onu yere seren ya da bulutların üzerine uçuran ilk sarsıcı şok Kafka’nın Dönüşüm adlı eserinden gelmiştir. Gabo’nun ilk başarısı, batan bir gemiden kurtulup derme çatma küçük bir sal üzerinde tek başına okyanusta on gün geçiren bir gemicinin hatıralarını gazetesi için tefrika etmek olur (1955). Olaylar gemicinin ağzından anlatıldığından, Bir Kayıp Denizci adlı eser 1970 yılında Márquez adıyla yayınlanıncaya kadar hiç kimse onun Gabo’ya ait olduğunu bilemeyecektir. “En önemli şey ilk paragraftır. İlk paragraf için aylarımı harcamışımdır. Bir kez istediğimi elde ettim mi, gerisi arkadan gelir.” Çalışma tarzını böyle özetleyen Nobelli yazarın ünlü novellası Albaya Mektup Yok (1961) bu çabayla damıtılmış son derece sade, bir o kadar da etkileyici bir başlangıçla karşılar okurlarını: Albay kahve tenekesinin tepesini kaldırdı ve yalnızca bir küçük kaşık kahve kalmış olduğunu gördü. Kabı ateşten indirip suyun yarısını toprak zemine döktü ve çekilmiş kahvenin son zerreleri de pas kırıntılarına karışıp kaba dökülene kadar tenekenin içini bıçakla kazıdı.

17 Masum ve inançlı bir tavırla ocağın yanında oturup kahvenin kaynamasını beklerken bağırsaklarında mantar ve zehirli zambakların kök saldığı duygusuna kapıldı. Aylardan ekimdi… Kendisi gibi buna benzer pek çok sabahı atlatabilmiş biri için bile geçirmesi zor bir sabahtı. Neredeyse altmış yıldır –son iç savaş bittiğinden beri- beklemekten başka bir şey yapmamıştı albay.

Gelen birkaç şeyden biri de ekimdi… Çağdaş Amerikan Edebiyatının önde gelen yazarlarından Kurt Vonnegut Jr., karmaşık bir dil kullanmakla edebî metin yazmayı birbirine karıştıranlara, “Ben bir çocuğun sesiyle yazıyorum. Bu da beni lisede okunabilir kılıyor,” diyerek Márquez’in safında yer alırken, George Orwell de “Sade bir dilin en büyük düşmanı samimiyetsizliktir,” dememiş miydi? “Eleştirmenlerin benim hakkında ne söylediği umurumda değil; zaten yıllardır onları okumuyorum. Kendilerini yazarlarla okurların arasında konumlandırmaya çalışıyorlar. Bense hayatım boyunca okurlarıma bir eleştirmenin aracılığı olmadan doğrudan ulaşabilmek için son derece yalın ve kesin bir üslupla yazmaya çalıştım.” Márquez otuz bir yaşındayken gençlik aşkı Mercedes’le evlenir, kısa bir süre sonra da Meksika’nın başkenti Meksiko’ya yerleşirler. İ

lk romanı Şer Saati 1962 yılında yayınlanır. Kolombiya’nın isimsiz bir şehrinde gelişen yasadışı olayları konu alan bu romanını, tartışılmaz başyapıtı Yüzyıllık Yalnızlık (1967) izleyecektir. Yazar, kendi doğduğu kasabanın, yani Aracataca’nın bir benzerini, yani Macondo’yu yaratmıştır Yüzyıllık Yalnızlık’ta. Jose Buendia soyunun yedi kuşağını anlatan masalımsı hikâye orada geçecektir. Tıpkı Faulkner’ın romanlarında olduğu gibi, Márquez de bu kasaba bağlamında, yaşadığı toplumun tüm öğelerini barındıran bir mikro-kozmos, hayalî bir evren yaratır. Hikâyesini fantastik öğeler ve mecazlarla zenginleştiren yazar, çocukluğunda kendisine sanki hepsi gerçekmiş gibi son derece ciddi bir yüzle olmadık hikâyeler anlatan ninesinden aldığı ilhamla, büyülü gerçekliği sunar okurlarına. Márquez uzunca bir süredir çektiği çıban hastalığının ıstırabı içinde kıvranırken bir yandan da romanın kahramanlarından Jose’nin oğlu Albay Aureliano Buendia’yı öldürüp romanında üçüncü kuşağa geçmenin yollarını aramaktadır. Özetle, Albay Buendia’nın artık ölmesi gerekmektir.

Ama nasıl? Ve ne zaman? İşte o sırada, çok çektiği çıban hastalığına Albay’ı da ortak etmeye karar verir. Birkaç gün sonra, uzun bir çalışma gününün ardından, Márquez sessizce yazı masasından kalkar ve yatak odasında uyumakta olan karısının yanına kıvrılıp mırıldanır: “Albay öldü…” Sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Bir söyleşi sırasında da inanmaz gözlerle kendisini dinleyen konuğunun kulağına eğilip şöyle fısıldayacaktır Gabo: “Sonra ne oldu biliyor musun? Albay Buendia’ya hastalığımı bulaştırdım. O öldü ve bir daha bende hiç çıban çıkmadı!” Bir eleştirmenin Yüzyıllık Yalnızlık romanını ne kadar zamanda yazdığına ilişkin sorusunu da “tüm yaşamım boyunca” diye yanıtlar Márquez. Bu olağanüstü eser kendisine 1982 Nobel Ödülü’nü kazandıracaktır. “İnsanlar ilk ve son kez analarının karnından çıktıkları gün doğmazlar, yaşam kendilerini defalarca yeniden doğurmaya mecbur kılacaktır onları.”

Yazarlık serüvenini Hanım Ana’nın Cenaze Töreni, İyi Kalpli Erendira ile İnsafsız Büyükannesinin İnanılmaz ve Acıklı Öyküsü (1962) adlı öykü kitaplarıyla sürdüren Márquez, bir yandan da bir sonraki romanı için hazırlık yapmaktadır. Şimdi artık sıra o romana gelmiştir. Márquez uzunca bir süredir Latin Amerika’nın tarihine damgasını vuran diktatörlerle ilgili bir kurgu tasarlamaktadır zihninde. Gelmiş geçmiş diktatörler canlanır gözünde sırayla.

Julius Sezar, Mussolini, Franco, Peron ve diğerleri… Hayalinde yaşattığı despot, temel kişisel vasıfl arını işte bu gerçek diktatörlerden alacaktır. “Her roman karakteri şahsen tanıdığın, hakkında bir şeyler duyduğun, okuduğun kişilerden oluşan bir kolajdır.” Márquez bu karakteri hayalinde yeterince oluşturduktan sonra onu fizikî bir varlığa dönüştürecek görüntüyü aramaya koyulur. “Bir gün Roma sokaklarında çaresizlik içinde dolaşıyordum. Girdiğim kitapçıda bulduğum fotoğraf albümünü karıştırırken birden o yüzü gördüm,” diyecektir sonraları. Çok lüks bir malikânenin salonunda tek başına oturan bitik, zalim, yaşlı bir adamın çehresi canlanmıştır gözünde.

Hemen oteline dönüp Karayip Adaları’nın birinde yaşamış bu diktatörün ölümünü yazmaya koyulur. Yazarın “güçle gelen yalnızlık üzerine bir şiir” diye adlandırdığı bu eser 1975 yılında Başkan Babamızın Sonbaharı adıyla yayınlanacaktır. Márquez’in 1981 yılında yayınlanan novellası Kırmızı Pazartesi, 1987’de İtalyan yönetmen Francesco Rosi tarafından beyaz perdeye uyarlanır. Şimdi sıra yazarın Hollywood başarısına dönüşecek eserlerinden bir diğerine, Kolera Günlerinde Aşk (1985) adlı romanına gelmiştir.

“Evet, de ona. Korkudan ölsen bile, sonradan üzülecek olsan bile, çünkü her ne yaparsan yap, hayır diyecek olursan eğer, tüm hayatın boyunca pişman olacaksın.” Usta yazar bu eserinin arka planında etrafı badem ve portakal ağaçlarıyla çevrili, sokaklarında Afrikalı kölelerin satıldığı tipik bir liman kentini tasvir edecektir. Dikkatli okurlar bu kentin, yazarın gençlik yıllarını geçirdiği Cartagena’yı çağrıştırdığını fark edebilirler. Tolstoy’un Anna Karenina adlı başyapıtında olduğu gibi, Márquez de tümüyle bir aşk hikâyesiymiş gibi görünen bu romanının arka planında yirminci yüzyıla uyum sağlamaya çalışan bir toplumun sorunlarını ele alacak, bir yandan da taşrada yaşayan ve soylu olmaya özenen insanların davranışları ve batıl inançlarıyla gizliden gizliye dalga geçecektir.

“Ve bu rastgele bakış, aradan yarım yüzyıl geçmesine rağmen hâlâ bitmeyen bir aşk tufanının kaynağı olur.” Kolera Günlerinde Aşk, ilk görüşte birbirine vurulan Fermina Daza ile çulsuz bir telgraf memuru olan Florentino Ariza’nın tanışmalarıyla başlar. Çoğu kez mektuplaşarak sürdürdükleri bu masum ilişki, taşra zengini babanın devreye girmesiyle son bulur. Öfkeli baba kızını da yanına alıp bir başka şehre taşınır. Çılgın âşıklar bir süre telgrafl a haberleşmeye devam etseler de Fermina bu gençlik aşkının anlamını yitirdiğini düşünmeye başlamıştır. Bir gün kolera hastalığı üzerinde araştırmalar yapan Doktor Juvenal ile tanışıp onunla evlenir.

Eşini kaybettikten sonra oğluyla birlikte doğduğu kente geri dönen Fermina ile Florentino’nun yolları bir kez daha kesişir. Kendine has tuhaf bir sadakat anlayışıyla hâlâ ilk sevgilisini beklediğini iddia eden 21 Florentino, bu süre zarfında zengin olmuş ve yüzlerce kadınla macera yaşamıştır. Bu defa çevresinden gelen itirazlara itibar etmez Fermina ve “Yüz yıl önce, ikimiz de genç olduğumuz için şu zavallı adamla bana yaşamı haram ettiler. Şimdi de çok yaşlı olduğumuz için aynı şeyi yapmak istiyorlar…” diyerek ilk aşkıyla evlenir.

Aşkı bir hastalığa benzeten, özellikle kolerayı bir metafor olarak kullanan Márquez, bu romanın gerçek aşkın mucizevi gücünü anlattığını öne süren eleştirmenlere “kurduğum tuzağa düşmemek için dikkatli olmalısınız” diyerek okurların kafasını bir kez daha karıştırır. Márquez’in Latin Amerika’nın kurucusu Simon Bolivar’ın son günlerini anlattığı, romanla biyografi arasında bir yerde konumlandırılan eseri Labirentindeki General 1989 yılında yayınlanır. Bu son romanı, Aşk ve Öbür Cinler ve Benim Hüzünlü Orospularım adlı novellalar izler.

Gabriel García Márquez gençlik aşkı, hayat arkadaşı, biricik karısı Mercedes ile uzun yıllar Meksiko’da yaşamını sürdürür ve 17 Nisan 2014 günü evinde hayata gözlerini yumar. Mucizevi kalemiyle dünya çapında okurlarının hayranlığını kazanmakla kalmayıp özgüveni, güçlü iradesi ve sımsıcak yüreğiyle de tüm dostlarının gönlünü kazanan büyük ustayı, ülkesinin cumhurbaşkanı “bugüne kadar yaşamış en büyük Kolombiyalı” ilan ederek milyonların gözyaşları eşliğinde toprağa verecektir.

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Biyografi-Otobiyografi
  • Kitap AdıYazdıklarıyla Yaşayanlar I
  • Sayfa Sayısı288
  • YazarHasan Saraç
  • ISBN9789752468542
  • Boyutlar, Kapak13,5x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviPortakal Kitap / 2018

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Nakkaşın Sırrı ~ Hasan SaraçNakkaşın Sırrı

    Nakkaşın Sırrı

    Hasan Saraç

    Kutsal topraklara götüreceği emaneti ve canını teslim edebileceği en yakın dostuna gitti İskender. Gezgin, hem İskender’in aşkını hem de Sultan Ahmet’in dillere destan elması...

  2. Yazdıklarıyla Yaşayanlar II ~ Hasan SaraçYazdıklarıyla Yaşayanlar II

    Yazdıklarıyla Yaşayanlar II

    Hasan Saraç

    Kendi hayatına uğramayan o mutlu sonları yakalayıp hikâyelerine bağışlayan Jane Austen… Kadınların yazdığı kitaba itibar edilmeyeceğini bildiklerinden erkek isimleriyle edebiyat dünyasına girmek zorunda kalan...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur