“Tanga da giyerim, paçalı don da. İster alırım kılımı tüyümü, ister uzatırım. İster şortla dolanırım, ister açarım dekoltemi. Sormam kimseye!” dedi ikinci kadehi kafasına dikmeden önce. “İster otururum evimde, istersem çıkarım dışarı dilediğim saatte.”
Kurt gibi acıkmış libidolar ve durup durup çoğalan arzular, affedersiniz ama, çeke sündüre aşklar… Eros, dünyayı izliyor, hınzır ve güzel, dilinde göğe uzanan çiller.
Durmadan Leyla, yarım kafiyeli, hafif terbiyesiz ve kırık bir fars. İsmi lazım değil bir dişinin seyrü sefer zamanları. Sarmaş salaş uyuyan ve uyanan kahkaha.
Aslı Tohumcu, yol üstündeki erkek sürülerini, ahlâkın hımhımlarını tuhaf bir rüyayı anlatır gibi anlatıyor.
Romanımıza hoş geldiniz
Bıkkınlıkla, “Hay, Apollon’un ağzına sıçayım!” diye bağırırken günlük taze süte girip çıkmaktan neredeyse saydamlaşmış ve teni incelmiş incelmiş de kopacakmış gibi görünen bedenini geriye, yatağa doğru bıraktı. Bedeni, her renkten parlak ipek yastığın altında kaybolmuş yatağına yumuşak iniş yaparken havaya fırlattığı kartlar da pamuk helva rengi zeminden taş çatlasa yarım metre yukarıda, havada dağınık bir şekilde asılı kaldı. Aynı anda milyonlarca kısık sesli iç çekiş duyuldu. Tebaasının kendisinden bıkması gibi dandik konularla ulvi zihnini meşgul etmeye tenezzül etmediğinden, yattığı yerden sürdürdü söylenmeyi: “Ben şikâyetten bıktım, idare dinlemekten bıkmadı. Apollon denen herifin sanattan bir gıdım anladığı yok, neden tutarsın onu hâlâ orada! Neden diyorum, neden! Diyorum hep, var bunun bir yerlerde bir tanıdığı. Hayır yani, asırlar kere asırlardır yapıyor bu işi, biraz geliştir kendini, değil mi ama! Beni şöyle atletik ve kıvrak, aleti ok gibi ve yeterince erkeksi resmettirmek bu kadar mı zor! Kaldırın şunları, görmesin gözüm!”
Kartlar görünmez bir el değmişçesine oldukları yerde yana doğru süpürüldüler ve odanın böyle durumlarda pek münasip bir şekilde kendiliğinden hızla açılıveren mor kapısından dışarı atıldılar. Kartların gidişini marazi bir elemle izleyen Eros, kirpiklerini, hani görebilseniz aşktan kudurup donunuzu indirerek ona doğru koşacağınız bir edayla kırpıştırarak gözlerini kapattı. “Vallahi şurama kadar geldi,” diye devam etti, eliyle erkekliği hizasında bir yeri işaret ederek. Çünkü gözlerini bile isteye yumabilse de çenesini kapalı tutmayı kesinlikle beceremeyen bir tanrıydı. Aşkın, sevişmek kadar konuşmak manasına da geldiğine kuvvetle inansa bile, hangi ara hoşsohbet bir tanrı olmanın bu derece uzağına düşmüştü hatırlayamıyordu.
Buna rağmen, kendi ve sadece kendi varlığına umutsuzca âşık olduğundan, alıkoyamıyordu da kendini sürekli konuşmaktan: “Bıktım balıketi ya da efemine resmedilmekten…” Her malın ve amın bir alıcısı olduğunu bilse dahi, aşkta ve hayatta şekle şemale her zaman önem veren bir tanrı olagelmişti. Ne var ki Zeus’un kendisine tebaa diye tahsis ettiği yeryüzündeki eblehler sürüsü, âşık olmayı tek gecelik ilişkilere ya da evlilik denen, aşkı da cinselliği de öldüren şeye tercih etmeye başladığından beri attığı okların, attığı lafın gelişi tabii çünkü o da bütün tanrılar gibi ayak işlerini hizmetkârlarına yaptırıyordu, işte epey zamandır attırdığı aşk oklarının geri sekmesinden mustaripti. Hizmetkârlarından bir tanesi kendini tutamayıp arzu ettiğinden daha yüksek bir sesle, “Kimse artık onu hatırlamıyor diye mi böyle heyheyleri üzerinde bunun?” deyiverince, yattığı yerde şöyle bir toparlandı. Tanrısallığı kenara bırakıp hatırlayamadığı bir tarihte yazılmış olsalar da halen okunan hikâyelerinden, tipini sikip atmak pahasına olsa da çizilmeye devam edilen karikatürlerinden vesaire bahsetmeyi aklından geçirdiyse de iç geçirip vazgeçti.
“Yunan mitolojisi ölmedi, ölmeyecek!” diye ciyaklamakla yetindi.
Eros’un ciyaklamasını, bir başka hizmetkârının, “İşte şimdi sıçtık,” fısıltısı izledi. Sıçtılarsa da kaderin araya girmesiyle yırtmışlardı, şöyle ki:
Eros’un kendisinin bile varlığını unuttuğu habercisi, “YÜKSEK!” diye coşkulu bir çığlık atarak hevesle girdi kapıdan içeri. “Yeryüzünden çok YÜKSEK bir DUYGU dalgası alıyoruz efendimiz Erossss! Aşağıda, nasıl bir ilişki yaşarsa yaşasın egosu hiç zedelenmeyen, her defasında yeniden âşık olabilen biri var, üstelik bu kişi bir DİŞİ!” Dili olsa o saniye tutulacak olan Eros, “1 Nisan mı?” diye sordu önce.
Haberci’nin görünmeyen kafasının iki yana sallanmasıyla oluşan hava akımını dakikalardır nefesini tutuyormuşçasına bir edayla içine çekerken, “Hadi çatlatmasana tanrını!” deyiverdi sabırsızlıkla. “Kimdir, neyin nesidir, neye benziyor anlat!” Haberci, “Boyu bir altmış beş,” diye girerken söze, Eros, “Pek de yer cücesiymiş,” deyiverdi hayal kırıklığıyla. Haberci bu yorumu umursamadan sürdürdü anlatmayı: “60 kilo, ancak 58’i gördüğü oluyor. Teni beyaz, saçları vişne renginde. Bir buçuk ay kadar sonra girecek kırk yaşına.” Yaşını duyunca Eros ipeksi kaşlarını ilgiyle kaldırarak; “Doğru kişiden bahsettiğine emin misin?” diye sordu. Haberci başıyla onaylayınca sabırsızca devam etti. “Aman dayanamayacağım senin kuru anlatımına. Hemen görmek istiyorum bu dişiyi.” Haberci, “Elbette efendimiz,” diyerek görünmez ellerinden birinin parmaklarını şıklatınca, yardımcılarından ikisi deminden beri kulplarından kavrayarak tuttukları bakır kazanı getirip Eros’un önüne koyuverdiler.
Eros’un ilgiyle eğildiği kazandaki su sanki onu görünce şöyle hafifçe dalgalandı ve mavili kremli bir halının üzerine uzanmış, gözleri kapalı bir kadını gösterdi. Eros, kadının vişne rengi saçlarıyla uyumlu çillerine bakıp hevesle iç geçirince, Haberci, efendisinin aklından geçeni anlamış gibi, “Sırf bu yılın başından beri, tam on beş kişi çillerini saymayı aklından geçirdi, yüce efendimiz. Ancak bu on beş kişiden sadece altı tanesi bunu yüzüne karşı söyleyebilme cesaretini gösterdi, üç tanesi de bu düşünceyi Gtalk, Facebook ve WhatsApp’tan yazarak iletebildi,” dedi. Eros, “Eee… Kaç tanelermiş peki?” diye sorunca, “Hiçbiri olumlu yanıt alamadığı için bilmiyoruz, her şeyi bilen efendimiz,” cevabını aldı. Bu arada Dişi, giyilmekten eprimiş siyah eşofman altının belini hafifçe aşağı sıyırarak ince, uzun parmaklarını karnına kaydırınca Eros bir daha iç geçirdi. Dişi’nin biçimli tırnaklarındaki siyaha çalan bordo ojelere bakarak, “Not alıverin biriniz; ilk iş kırmızı ya da nar çiçeği ojeye geçmesini temin edelim,” deyince hizmetkârlardan biri, her nasılsa odada kalmış kartlardan birinin resimsiz yüzüne notunu aldı. Dişi, parmaklarını göbek deliğinden aşağı kaydırırken, “Ne iş yapar?” diye sordu Eros, gözlerini göbek deliğinin etrafındaki üç-dört tane sarı, yumuşak tüyden alamayarak. “Edebiyatçı, entelektüel efendimiz,” dedi Haberci. “Çoğunluk ezilen kesimle, kadınlarla ve LGBTİ’lerle ilgili depresif öykü ve romanlar yazıyor.
“O ne?” diye sordu Eros. “LG şeysi yani.” Haberci, “LGBTİ,” diye tekrarladı. “Lezbiyen, gey, biseksüel, trans, interseks, efendimiz.” “Ah, yemin ediyorum çok tatlı,” dedi Eros hayallere dalarak, “en kısa zamanda bir tanışma ayarlayın bana bu kesimle.” Haberci, efendisinin bu yorumunu duymazdan gelerek devam etti bilgi vermeye. “Edebiyatını dünyayı değiştirmeye adamış diyebiliriz Dişi için. Özellikle kadın hakları mücadelesi açısından düşündükleri ve yapmayı hedefledikleri…” Darlanarak, “Anladık, Haberci, bıraksam ayaküstü tez yazacaksın.
Satıyor mu bari dünyayı kurtarmak?” diye sözünü kesti Eros, habercisinin. Haberci cıklayınca, Eros zarif elleriyle istenmeyen bir şeyi itercesine bir hareket yaparak, “Nefesi kokar bunun, kim ne yapsın bunu?” diye kestirip attı. Haberci, “Değişik mecralara yazı yazarak geçiniyor, durumu çağdaşlarına göre fena sayılmaz aslında, babası birinci dereceden emekli devlet memuru, annesi de emekli edebiyat öğretmeni, şimdilerde bir etüt merkezinde çalışıyor hatta,” diye açıkladı. “Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün, diyorsun da bize ne bundan Haberci?” diye ulvice sıkıntılandı Eros. Haberci, “Yani efendimiz,” diye sürdürdü açıklamayı, “ailesi maddi desteğini eksik etmiyor Dişi’den. İtibarı yüksek, para kazanamıyorsa da değer verilen bir yazar.” “Babasının sırtından geçinen bir kadın hakları mücadelecisi ha!” dedi Eros, görseniz sonsuza dek alay konusu olmaktan gocunmayacağınız bir edayla sırıtarak. “Neyse. Tutkulu olur yazarlar, en azından benim gençliğimdekiler öyleydiler,” dedi Eros ve tam saatlerce sürecek bir monoloğa başlayacaktı ki kendini bile şaşırtarak, “Peki… şu an tam olarak ne yapıyor?” diye sordu. Sorar sormaz da pişman oldu. Yeryüzündeki fanilerin yaşayışı, bazı açılardan ona hâlâ filin hortumuyla kıçını yıkamak kadar çekici geliyor ve hüzünlenmesine yol açıyordu. Eros’un sorusuyla gözlerini tekrar kazana çeviren Haberci bir müddet gırtlağına tüy kaçmış gibi gıdakladıktan sonra, “Kendisiyle oynuyor, efendimiz,” diye fısıldadı, ancak kendisi, kendisiyle oynarken efendisine yakalansa hissedeceği bir utançla.
ekliğine dokunarak iç geçirdi ve hemen üzücü bir şeyler düşünmeye çabaladı. Zeus’a çok gıcık kaptığı bir seferinde istifasını verip bir Sentor’un sırtında Olimpos Dağı’ndan aşağı inmeye niyetlenmesini, pek afili bir havada başladığı bu isyanın, kaba etinin Sentor’un eyersiz sırtında su toplaması ve Dağ’ın aşağısında gidilecek bir yer bulunmamasını keşfetmesiyle kâbusa döndüğü günü anımsadı. Nihayet erkekliği sönünce, “Evetttt, nerede kalmıştık Haberci?” dedi. Haberci, “El ve ayaklarının güzelliğinin öne çıktığını söyleyebiliriz, efendimiz,” diye devam etti. “Hele bacaklarını görmeniz lazım.
Göğüslerini de beğeniyor.” Eros merakla kazana eğilerek, “Yaklaştırın biraz görüntüyü canım, bu ne böyle!” dedi. “Hımm, portakal gibi göğüsleri, güzelll. Başka?” “Poposunu sevdiği söylenemez pek,” dedi Haberci. “Karnını da bir türlü düzleyememesini bayağı dert ediniyor.” “Aldırsın o zaman o da canım, ne var bunda dert edilecek. Yok mu bildiğimiz iyi bir estetikçi, yönlendirelim hemen,” dedi Eros. “O iş yaş, bilge efendimiz,” diye karşılık verdi Haberci. “Fiziksel güzelliği dert edinmeyi kendine kesinlikle yediremiyor. Zekâsıyla övünmeye ve övülmeye pek alışkın, pek düşkün diyebiliriz.”
Eros bunaltıyla, “Ah, şu yaratıcı kadınlar,” dedi. “Başka?” diye ekledi sabırsızlıkla. Haberci bir an kafasındakileri toparlamaya çalışır gibi durdu. “Eee, Türkiye’nin İstanbul şehrinde kutu kadar bir evde yaşıyor. Çevresi geniş, muhabbetli biri olarak tanınıyor. Ancak ziyadesiyle duygusal ve heyecanlı. Ya deli oluyor mutluluktan ya da kendini balkondan aşağı atası geliyor mutsuzluktan.” Eros, “Aman Hades kulağına kurşun,” diyerek tebaasından en yakınındaki birinin görünmez kafasına parmağını tıklattı.
“Asklepios’a haber salın da hemen bir antidepresan yazıversin.” Haberci hemen cep telefonuna davranarak bir sesli mesaj attı. Gözü telefona kayan Eros, “Dokuz mu o?” diye sordu. “Hayır, efendimiz,” diye yanıt verdi Haberci. “Dokuzu baharda piyasaya sürecekler, sürülmeden bir ay önce elinizde olur mutlaka.” “İyi, iyi,” dedi Eros heyecanının sesine yansımasına engel olamayarak. “Gönderiyorlar, ayıp olmasın diye kullanıyorum işte ben de, yoksa meraklısı olduğumdan değil. Pekâlâ… Neler var bakalım şimdi elimizde bu Dişi’yle ilgili başka? Ha, bir de adı ne?” Haberci efendisine yaklaşıp izin istedikten sonra kulağına kısacık bir şeyler fısırdadı. Eros, “İsmiyle müsemma ama daha şehvetli bir şey bulunabilir pekâlâ. Değiştirmeyi düşünür mü bir araştırın,” dedi. “Satışları da artabilir şöyle fiyakalı bir isimle.” Haberci, “Hayatta en takıntılı olduğu konu adıyla soyadı maalesef, efendimiz,” diye bildirdi. “Adını bizzat babası koymuş. Hep babasını örnek aldığından soyadından vazgeçmeyi de asla düşünmüyor.”
Eros, “Sözde güçlü kadınların en gıcık olduğum özelliği,” diye şarladı, ardından romantik bir iç çekişle, “Ah, aşkından erkeğinin aletini ağzına, adını kafa kâğıdına almaktan başka şey istemeyen o tutkulu kadınları özlüyorum,” diye ekledi. Haberci, “Dişi’nin tutkudan anladığı bu dediklerinizin tam aksi aslında, efendimiz,” deyiverdi kendini tutamayarak. “Olabilir… de, bana ne bundan Haberci!” karşılığını verdi Eros. “Şimdi n’apıyor?” diye sordu ardından. Haberci gözünü tekrar kazana çevirerek, “Hazırlanıyor,” diye açıkladı. “Bu akşam bir randevusu var.” “Ay, kıçına ip mi bağlıyor, doğum kontrolünden anladıkları bu mu şimdilerde?” diye sordu Eros hayretten az kaldı kazana düşecek gibi olarak.
“O bir tanga efendimiz,” dedi Haberci. Eros’un her zamankinden daha tuhaf baktığını görünce de, “Yeni nesil don,” diye açıkladı. Eros dilini dudaklarının üzerinde gezdirdi ve “Ben de istiyorum bundan, mümkünse parlak renklerinden olsun,” diye buyurdu. “Biriniz kredi kartımla alıversin hemen.” Asırlardır Eros’un dizinin dibinde durmaktan ve onun yakınmalarını dinlemekten kendini kesecek derecede bunalmış tebaada bu alışverişi gerçekleştirmek konusunda ciddi bir itiş kakış yaşandı. “Hangisine taksit yapıyorlarsa o kartı kullan, hediye para birikiyor mu diye sormayı da unutma sakın,” diye tembihledi Eros yola koyulan hizmetkârını. Ardından tekrar Haberci’ye döndü. “Eee Haberci? Akşama randevusu var diyordun? Kiminle, nerede! Kerpetenle mi laf alacağız ağzından şekerim,” diye ciyakladı. Ciyaklaması kazandaki suyu bir kez daha dalgalandırdı. “Hem… madem randevusu var, neden kendiyle oynuyor?”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Roman (Yerli)
- Kitap AdıDurmadan Leyla
- Sayfa Sayısı188
- YazarAslı Tohumcu
- ISBN9789750524073
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Zübeyde Hanım ve Oğlu ~ Tuna Serim
Zübeyde Hanım ve Oğlu
Tuna Serim
Mustafa Kemal ve annesi için yazılmış ilk roman. Ona Meclis tarafından verilen soyadıyla adı Atatürk olan bu yakışıklı genç annesine benzerdi. Mavi gözleri, sarı...
- En Büyük Hazinem ~ İclal Dikici
En Büyük Hazinem
İclal Dikici
Çok yönlü yazar İclal Dikici, aile birliğinin değerini vurguladığı En Büyük Hazinem isimli kitabında, yaşadığımız coğrafyanın doğal güzellikleri ve tarihi değerleri ile iç içe geçen sürükleyici...
- Sin ~ Türker Ayyıldız
Sin
Türker Ayyıldız
Öykülerinde çetin duyguları tasarruflu üslubuyla satırlarına taşıyan Türker Ayyıldız, Sin romanında kaybedişlerle örülmüş hayatları kesiştirerek, yıllara ve bozkıra yayılan bir hayatı anlamlandırma çabasına ses...