Casus ünlü İngiliz eleştirmen F. R. Leavis’den “kesinlikle bir klasik ve başyapıt” övgüsünü almış bir romandır. Conrad, bir dedektif öyküsü havası taşıyan bu romanda, insan yaşamına belli bir açıdan bakmayı, insan ruhunun derinliklerinde yatan temel gerçeklere inmeyi amaçlar. Conrad için bir romanda geçen olaylar, olayların geçtiği ortamlar, kişiler ve onlar arasındaki ilişkiler, hep bu amacın ortaya konabilmesini sağlayacak biçimde düşünülüp tasarlanmış öğelerdir. Casus’taki olayların mekânı Londra’dır. Yazarın romana sonradan eklediği Önsöz’de bu kent hakkında söyledikleri çok aydınlatıcıdır:
“Derken gözlerimin önünde koskoca bir şehir belirdi –insan eliyle yaratılmış gücü sayesinde göklerin öfke ve sevincini hiçe sayan, yeryüzünün ışığını zalimce yutup tüketen, bazı kıtalardan çok daha kalabalık, dev bir şehir. Bu şehirde her türlü öyküye ortam olabilecek kadar bol yer, tüm güçlü duyguları barındırabilecek derinlik, her türlü olaya uygun düşecek farklılıkta toplumsal bir çevre, beş milyon kişiyi gömmeye yetecek kadar da karanlık vardı.”
JOSEPH CONRAD (1857-1924) Polonya asıllı J. Conrad İngiliz dilinin en önemli yazarları arasında yer almayı başarmıştır.. Fransız ticaret gemilerinde miçoluk yaparak başladığı denizcilik kariyerini büyük ‹İngiliz gemilerinde birinci kaptanlığa kadar yükseltir. 1886’da İngiliz vatandaşı olur, vatandaşlıkla birlikte kaptanlık belgesi de alabilecektir. 1894’e kadar sürecek olan seferler ile bir yandan da hikâye ve romanlarının pek çoğunda canlandıracağı dünyaları keşfeder. Yazarın en önemli yapıtlarından Lord Jim (1900) ve Karanlığın Yüreği (1902) Modern Klasikler Dizimizde yer almaktadır.
Bu yalın on dokuzuncu yüzyıl öyküsünü sevgilerimle, Mr. Lewisham’ın aşkının, Kipps’in yaşamöyküsünün yazarı ve gelecek yüzyılların tarihçisi H. G. Wells’e adıyorum.
Önsöz
Casus’un doğuşu: Bir yazarın konusunun, bu konuyu işleme yönteminin, sanatsal amacının ve onu kaleme sarılmaya iten başka ne etkenler varsa bunların hepsinin kaynağı, zihninde ve duygularında belli bir dönemde beliren tepkilerde görülebilir sanıyorum.
Gerçek şu ki, ben bu kitaba fazla düşünmeden, birden başladım ve hiç ara vermeden yazdım. Vakti geldiğinde ciltlenip okurun huzuruna çıkınca, böyle bir kitap yazdığım için eleştirildiğimi gördüm. Eleştirilerin bazıları çok sertti, bazılarının ise üzülmüş gibi bir havası vardı. Yazılanlar şu anda önümde değil, ama üstünde birleşilen o açık seçik genel görüşü çok iyi hatırlıyorum; ayrıca nasıl böyle bir görüşe ulaşmışlar diye çok şaştığımı da. Bütün bunlar şimdi bana çok gerilerde kalan bir hikâye gibi geliyor! Ama olanlar aslında o kadar da eski değil. Buradan şu sonucu çıkarmam gerekiyor: Anlaşılan 1907 yılında ben hâlâ başlangıçtaki saflığımdan pek bir şey yitirmemiştim. Şimdi bakıyorum da saf bir kimse bile, romanın içinde geçtiği çevrenin sefilliği ile ahlaki açıdan çirkinliği yüzünden bazı eleştirilere hedef olacağını daha o günden kestirebilirdi.
Yabana atılacak bir eleştiri değil bu elbette. Ancak herkes aynı görüşte değildi. Aslında romanım hakkında zekice yapılmış onca olumlu değerlendirme varken, yalnızca çok az sayıdaki kötüleyici yazıları hatırlamak nezaketsizlik gibi oluyor. İnanıyorum ki, bu önsözü okuyanlar, tutup bunu hemen benim incinen gururuma ya da kişiliğimdeki doğal bir nankörlüğe vermeyeceklerdir. Hoşgörü sahibi kimseler bu seçimimi pekâlâ doğal bir alçakgönüllülüğe de yorabilirler. Ama görüşlerimi açıklamak için olumsuz eleştirileri seçmem, pek alçakgönüllülükten değil. Hayır, pek değil; alçakgönüllü olduğumdan hiç emin değilim, ama şimdiye kadar kitaplarımı okuyanlar, hakkımda başkalarının söyledikleriyle övünmeyecek kadar dürüst, izanlı ve yol yordam bilir biri olduğumu kabul edeceklerdir. Hayır! Olumsuz eleştirileri seçmemin asıl nedeni, apayrı bir niteliğimden kaynaklanıyor. Eskiden beri içimden hep, yaptığım bir şeyin gerisindeki nedenleri anlatmak gelir. Savunmak amacıyla değil de nedenlerini açıklamak için. Haklı olduğumda ısrar etmek için değil, yalnızca yazma güdümün temelinde ters bir amaç, insanların doğal duyarlılıklarını hiçe sayan gizli bir duygu bulunmadığını anlamak için.
Böyle bir zayıflık, ancak kişiyi sıkıcı biri yapma olasılığı taşıdığı ölçüde tehlikelidir, çünkü insanlar genellikle gözleri önünde geçen bir hareketin gerisinde yatan etkenlerle değil, doğurduğu sonuçlarla ilgilenirler. İnsan gülen hayvan olabilir ama, araştırıp soruşturan bir hayvan değildir. Açıkça belli olan şeylerden hoşlanır. Kendisine bir açıklama yapılmasından ürker. Ama ben gene de açıklamama devam edeceğim. Kuşkusuz, bu kitabı hiç yazmasam da olurdu. “Konu” kelimesini, aynı zamanda hem anlatılan öykü hem de daha geniş olarak, insan yaşamının özel bir açıdan ortaya konması anlamında kullanırsak, ille de bu konuyu ele almak zorunda değildim. Bunu kesinlikle kabul ediyorum. Ama okurlarımı derinden sarsmak ya da her zamanki tutumumu değiştirerek onları şaşırtmak amacıyla sırf çirkinlikleri vurgulamak aklımın ucundan bile geçmiş değil. Bunu söylerken okuyucuların bana inanacaklarına güveniyorum; yalnız genel karakter yapımı göz önünde bulunduracakları için değil, aynı zamanda şu nedenle güveniyorum: Öykünün baştan sona yazılış yöntemi, yazılmasında etken olan öfke, temelindeki acıma ve küçümseme duyguları, romanda, herkesin görebileceği gibi, benim sırf çevrenin dış koşullarında yer alan bu sefalet ve çirkinliğe ne kadar nesnel yaklaştığımı kanıtlamaktadır.
Casus’u yazmaya, ondan apayrı bir roman olan ve Latin Amerika’nın bizden çok uzak havasını taşıyan Nostromo ile son derece kişisel bir kitap olan The Mirror of the Sea (Denizin Aynası) üzerinde iki yıllık sıkı bir çalışma döneminin ardından başladım. Nostromo yoğun bir yaratıcı çabanın ürünüdür ve sanırım hep benim en geniş kapsamlı romanım olarak kalacak. The Mirror of the Sea ise denizlerin derin gizlerini bir anlığına aralamayı ve bunların neredeyse ömrümün yarısı süresince kişiliğimi biçimlendiren etkilerini tüm içtenliğimle gözler önüne sermeyi amaçlayan bir çalışmadır. O dönem, aynı zamanda benim gerçeklik anlayışımın çok büyük bir yaratıcılık ve duygu yoğunluğuyla iç içe olduğu bir dönemdi; hayal gücüm ve duygularım gerçeklerden bir an bile kopmuyordu. Ama gene de, bu kitapları bitirir bitirmez kendimi terk edilmiş, beş duyumun kof algıları arasındaki amaçsız kalmış, daha düşük değerlere sahip başka bir dünyada kaybolmuş gibi hissetmeye başladım.
O sırada hayal gücümde, insanlara ilişkin görüşümde, zihinsel tutumumda gerçekten bir değişiklik isteyip istemediğimi bilmiyorum. Öyle sanıyorum ki, ben farkına varmadan temel mizacımda bir değişiklik gerçekleşmişti bile. Ben kesin bir şeyler hissettiğimi hatırlamıyorum. The Mirror of the Sea bittiğinde, kitabın her satırında hem kendime, hem de okurlarıma karşı dürüst davrandığımın iyice bilincinde olduğumdan, bir süre yazmaya ara verdim. Mutlu geçtiği söylenebilecek bu aradan sonra, deyim yerindeyse, hâlâ boş boş otururken (ve kesinlikle yazacak çirkin bir şeyler bulayım diye özel bir arayış içinde değilken), bir gün bir sohbet sırasında, nasıl oldu bilmem ama, söz dönüp dolaşıp anarşistlerden, daha doğrusu anarşi eylemlerinden açıldı; Casus’un konusu (öyküsü, demek istiyorum), işte o gün arkadaşımın söylediği birkaç kelimeden çıktı.
Ancak benim de, öğretisi, eylemleri ve düşünce biçimiyle tüm anarşist etkinliklerin çıkmaz bir yol olduğundan söz ettiğimi, acınacak bir davranışla hep kendi kendini yok etmeye can atan insanoğlunun acılarından, aşırı safdilliğinden yararlanan bu arsız sahtekârların takındıkları çılgınca pozun alçaklığına değindiğimi hatırlıyorum. Benim gözümde, anarşistlerin öne sürdükleri felsefi bahaneleri kesinlikle bağışlanmaz yapan işte buydu. Az sonra birtakım anarşik olay örneklerine geçilince, aklımıza Greenwich Gözlemevi’nin o sırada artık eskimiş bulunan havaya uçurulma öyküsü geldi; bu kanlı girişim öylesine boş bir çılgınlıktı ki, temelinde yatan nedenlere mantıklı, hatta mantıksız hiçbir düşünce süreciyle ulaşılamazdı. Çünkü çarpık mantıksızlığın da kendine göre akıl yürütme süreçleri vardır. Ama Greenwich’teki şiddet eylemini akıl yoluyla kavramak kesinlikle mümkün değildi; o zaman da somut bir gerçek olarak geriye, anarşist ya da herhangi başka bir düşünceyle en ufak benzerliği bulunmayan boş bir amaç uğruna paramparça olmuş bir adam kalıyordu. Gözlemevi’nin dış duvarında en hafif bir çatlak bile görülmemişti.
Bütün bunları arkadaşıma anlattım; bir süre sessiz kaldı, sonra, kendine özgü rahat, her şeyi bilir tavırla, “Adam yarım akıllı biriymiş. Kız kardeşi olayın ardından intihar etmiş,” dedi. Aramızda bunun dışında tek kelime geçmedi, çünkü bu beklenmedik bilgi karşısında duyduğum büyük şaşkınlık yüzünden bir an dilim tutulmuş, o da hemen başka bir şeyden söz etmeye başlamıştı. Sonradan, bunları nasıl öğrendiğini sormak hiç aklıma gelmedi. Eminim ki, ömründe bir kez bir anarşisti sırtından görmüşse eğer, yeraltı dünyasıyla tüm bağlantısı bununla sınırlı olmalıydı. Ama arkadaşım her tür insanla konuşmayı seven bir adamdı ve bu aydınlatıcı bilgileri ikinci ya da üçüncü elden, sokak ağızlarını süpüren bir çöpçüden, emekli bir polis memurundan, üyesi olduğu kulüpteki karışık kafalı birinden ya da belki resmi ya da özel bir davette rastladığı bir bakandan da edinmiş olabilirdi.
Kuşkusuz bu bilgiler olayı iyice aydınlatmıştı. Şimdi kendimi orman içinden düz ovaya çıkmış gibi hissediyordum, ortalıkta görülecek fazla bir şey yoktu, ama her yer ışık içindeydi. Evet, görülecek fazla bir şey yoktu ve açıkçası ben de, epeyce uzun süre bir şeyler görmeye bile çalışmadım. Bütün bunlardan geriye aklımda yalnızca bir aydınlanma izlenimi kalmıştı. Bu izlenim zihnimdeki doyurucu niteliğini koruyordu, ama hareketsizdi. Derken bir hafta kadar sonra elime bir kitap geçti; bildiğim kadarıyla hiçbir zaman pek fazla dikkat çekmemiş olan bu kitapta, 80’li yıllarda Londra’daki dinamitli terör eylemlerinin yapıldığı sıralarda göreve getirilen bir Emniyet Genel Müdür Yardımcısı anılarını anlatıyordu kısaca. Müdür Yardımcısı, karakterinin koyu dindar bir yanı bulunan, belli ki yetenekli bir adammış; kitabı epey ilgi çekiciydi ve sözlerini büyük bir dikkatle seçerek yazıyordu elbette; ama şimdi içeriğinin çoğunu unuttum. İçinde öyle bilinmedik önemli açıklamalar yoktu, yazar olayların yüzeyinde tatlı tatlı dolaşıyordu, o kadar. Beklenmedik anarşik bir eylemin ardından, yazarın (adı Anderson’dı sanırım) İçişleri Bakanı ile Avam Kamarası’nın bekleme salonunda yaptığı kısa bir konuşmayı aktaran yedi satırlık küçük bir bölümün neden aklıma takılıp kaldığını bile burada açıklamaya çalışmayacağım. O sırada içişleri bakanı Sir William Harcourt’tu sanıyorum. Bakan bey çok sinirliydi, Genel Müdür Yardımcısı da alttan alıp özür diliyordu. Aralarında konuşulan üç cümlede benim dikkatimi en çok çeken, Sir W. Harcourt’un şu kızgın, alaycı sözü olmuştu: “Bütün bunlar iyi hoş, ama Genel Müdürlük’te sizin gizlilikten anladığınız şey, edindiğiniz bilgileri İçişleri Bakanı’ndan saklamak galiba.” Sir W.
Harcourt’un mizacına uygun, ama anlamca öyle ahım şahım bir yanı bulunmayan bir söz. Ama gene de tüm bu görüşmenin beni etkileyen bir havası olmalıydı, çünkü birdenbire hayal gücümün harekete geçtiğini hissettim. Sonra da zihnimde, kimyacıların en iyi biçimde, bir deney tüpüne, uygun türden küçücük bir damla kimyasal madde eklenince tüpteki renksiz sıvının kristalleşme sürecinin hızlanması benzetmesiyle anlayacakları bir süreç başladı.
Zihnimde önce, sakin duran hayal gücümü uyarıp harekete geçiren bir değişiklik oldu; hayalimde dış hatları keskin, ama anlamını iyi kavramadığım tuhaf görüntüler beliriyor, tipki o tüpteki beklenmedik acayip şekilli kristaller gibi dikkatimi üzerlerine çekiyorlardı. Bu durum karşısında uzun uzun düşünmeye başladım. Geçmişe bile döndüm: Hoyrat güneşi ve kanlı ihtilalleriyle Güney Amerika’yı; uçsuz bucaksız tuzlu sularında göklerin öfke ve sevincini, yeryüzünün tüm ışığını yansıtan denizleri düşündüm. Derken gözlerimin önünde koskoca bir şehir belirdi; insan eliyle yaratılmış gücü sayesinde göklerin öfke ve sevincini hiçe sayan, yeryüzünün ışığını zalimce yutup tüketen, bazı kıtalardan çok daha kalabalık, dev bir şehir. Bu şehirde her türlü öyküye ortam olabilecek kadar bol yer, tüm güçlü duyguları barındırabilecek derinlik, her türlü olaya uygun düşecek farklılıkta toplumsal bir çevre, beş milyon kişiyi gömmeye yetecek kadar da karanlık vardı.
Bundan sonraki süreçte bu şehir, karşı konulmaz bir biçimde derin ve kararsız düşüncelerimin değişmez art alanı oldu. Önümde her yandan yeni ufuklar açılıyordu. Bunlar arasında doğru yolu bulmak yıllar alırdı! Gerçekten de bana yıllar almış gibi geldi!.. Winnie Verloc’un annelik tutkusuna ilişkin inancım, kendimle bu art alan arasında yavaş yavaş gelişip güçlendi, gizli ateşiyle şehrin ortamına sıcaklık katan, karşılığında kendisi de o ortamın karanlık renklerinden biraz etkilenen bir aleve dönüştü. Sonunda Winnie’nin öyküsü, çocukluk yıllarından ölümüne kadar baştan sona ortaya çıkmıştı, gene de her şey henüz taslak halindeydi, oranlar daha yerli yerine oturmamıştı, ama öykü artık ele alınmaya hazırdı. Bütün bunlar aşağı yukarı üç gün içinde gerçekleşti.
Bu kitap, başa çıkılabilir boyutlara indirilmiş biçimiyle işte o öyküyü anlatıyor; olayların gelişme süreci, ilhamını Greenwich Park’taki bombalamanın anlamsız acımasızlığından almış, tüm gelişmeler onun çevresinde toplanmıştır. Önümde, çetin demeyeceğim ama, son derece dikkat isteyen güç bir iş vardı. Ancak güç de olsa yapılmalıydı. Yapılması gerekiyordu. Winnie Verloc’un etrafında kümelenen ve onun “hayat fazla kurcalamaya gelmez,” yolundaki kuşkusuyla doğrudan ya da dolaylı olarak ilişkili bulunan bütün kişiler, romanda her şeyden önce bu gerekliliğin ürünüdürler. Şahsen ben, Winnie Verloc’un öyküsünün gerçekliğinden hiçbir zaman kuşku duymadım; ama öykü, o koskoca şehrin içindeki belirsizliğinden kurtarılıp inandırıcı bir duruma getirilmeliydi. Kadının kişiliği bakımından değil de, daha çok yaşadığı çevre bakımından; ruhsal durumu açısından değil de, insanlığı açısından inandırıcı olmalıydı demek istiyorum. Çevreyi inandırıcı yapmak için aklıma bir sürü şey geliyordu. Londra’daki ilk günlerimde, geceleri şehrin her yerinde tek başıma yaptığım yürüyüşlerden kalma anılarım vardı; bunları bütün gücümle zihnimden uzak tutmaya çalıştım, çünkü şimdiye kadar en ciddi duygu ve düşünceler içinde yazdığım bu kitabın sayfalarını birbiri ardından bitirirken, anılarımın doludizgin atılıp onları altüst etmelerinden korkuyordum. Bu açıdan bakınca, Casus’un gerçeği tam anlamıyla yansıtan bir eser olduğunu söyleyebilirim. Böyle bir konuya ironik bir yöntem uygulamayı amaçlayan salt sanatsal yöntemi bile dikkatle hesaplayarak tasarlamış, söylemek zorunda kalacağım her şeyi, aşağılayıcı ya da acıyan bir tavırla ancak ironik bir yaklaşımla söyleyebileceğime içtenlikle inanmıştım. Bu kararı verdikten sonra bunu sonuna kadar
uygulayabilmiş olmak (gerçekten uygulayabildim gibi geliyor bana), yazarlık hayatımın sevindirici olaylarından biridir. Öykünün -Winnie Verloc’un öyküsününmutlak gereği olarak Londra’nın art alanında öne çıkan kişilere gelince: onlar da bana bir eser yaratmaya çalışan herkesin zihnine doluşan bütün o bunaltıcı kuşkular karşısında gerçekten çok önemli, küçük mutluluklar yaşattılar. Örneğin, bilgi ve deneyim sahibi birinin, abartılmaya çok yatkın bir kişi olan Vladimir hakkında bile, “Conrad ya diplomatlar dünyasıyla temasta olmalı ya da son derece iyi bir sezgisi var,” dediğini duyduğumda çok sevindim, çünkü bunu söyleyen kişi Vladimir’i “sadece ayrıntılar açısından inandırıcı” bulmakla kalmamış, onu “temel nitelikleri bakımından da❞ gerçeğe uygun bulmuş. Sonra, Amerika’dan gelen bir konuğun bana söylediğine göre New York’ta her türden bir sürü göçmen anarşist, kitabın kendileri hakkında çok şey bilen biri tarafından yazıldığı düşüncesindeymiş. Aslında o tür insanları, bana Casus’u yazma fikrini ilk veren bilgiç arkadaşımdan bile daha az tanıdığım göz önüne alınırsa, bu bana çok büyük bir övgüymüş gibi geldi. Ancak kitabı yazdığım sırada öyle anlar oldu ki, kendimi kesinlikle aşırı bir ihtilalci gibi hissettim; onlardan daha inançlıydım demeyeceğim, ama onların tüm ömürleri boyunca gösterdiklerinden daha yoğun bir çaba içinde olduğumu ileri sürebilirim. Bunu övünmek için söylemiyorum. Ben sadece işimi iyi yapmaya bakıyordum. Bütün kitaplarımı yazarken kendimi hep işime vermişimdir. Casus’u da kendimi tam anlamıyla işime vererek yazdım. Bu sözüm de övünmek için değil. Zaten başka türlü davranamazdım. Yazarlık oyunu oynamak dayanılmaz derecede sikıcı gelirdi bana.
Romandaki gerek yasalara saygılı, gerekse yasadışı işler yapan kişilerden bazılarını yaratırken değişik kaynaklardan yararlandım; kimi okurlar öykünün orasında burasında bunların birkaçını fark edip tanımış olabilirler. Tanınmaları zaten çok güç değil. Ama ben burada bu kişilerden hiçbirini haklı göstermeye çalışmıyorum; suçlularla polisler arasındaki ilişkilere ahlak açısından yöneltilen tepkiler konusundaki genel görüşüme gelince, bu tepkilerin bile en azından tartışılabilir olduğunu söylemekle yetineceğim.
Kitabın yayımlanışından bu yana geçen on iki yıl, tutumumda bir değişiklik yaratmadı. Casus’u yazdığıma pişman değilim. Son günlerde, bu Önsöz’ün genel anlamıyla hiçbir ilgisi bulunmayan birtakım koşullar beni yıllar önce insan içine çıkabilmesi için bu öyküye binbir güçlükle dikip giydirdiğim öfkeli ve aşağılayıcı edebi kostümü sırtından çıkarmaya zorladı. Deyim yerindeyse, romanın çıplak kemiklerine bakmak zorunda kaldım. İtiraf edeyim ki, o zaman karşıma korkunç bir iskelet çıktı. Ancak gene de şunu belirtmek isterim: Winnie Verloc’un tam bir kargaşa, yıkım, çılgınlık ve umutsuzluk içinde biten öyküsünü anlatırken (burada belirttiğim biçimde anlatırken) amacım insanların duygularını boş yere sarsarak yaralamak değildi.
1920, J. Conrad
Bölüm 1
Bay Verloc sabah evden çıkarken dükkânının başına sözüm ona kayınbiraderini bıraktı. Bunu yapmakta bir sakınca görmüyordu, çünkü dükkânda hiçbir zaman fazla iş olmaz, akşamdan önce ise neredeyse hiç kimse uğramazdı. Bay Verloc’un bu göstermelik işe pek önem verdiği yoktu. Ayrıca karısı, kardeşine sürekli göz kulak oluyordu.
Dükkân küçüktü, ev de öyle. Londra’da daha yapıların yenilenme dönemi başlamadan önce her yanda görülen şu rengi kararmış tuğla evlerden biriydi ev. Dükkân, cephesi küçük cam bölmelerden oluşan vitriniyle, kare biçiminde kutu gibi bir yerdi. Kapısı gündüzleri hep kapalı kalır, akşamları ise hafifçe ama kuşku uyandıracak biçimde aralık dururdu.
Vitrinde yarı çıplak dansöz fotoğrafları, ilaç kutularını andıran, ne olduğu belirsiz paketler; kalın siyah rakamlarla iki buçuk şilin fiyat yazılı ağzı kapalı, incecik sarı zarflar; sanki kurutmak için ipe asılmış, çok eski birkaç Fransız mizah dergisi; kir pas içinde mavi porselen bir tas, abanoz ağacından yapılma bir kutu, sabit mürekkep şişeleri ile lastik istampalar, adları müstehcenlik çağrıştıran birkaç kitap; Meşale gibi, Çan Sesleri gibi kışkırtıcı başlıklar taşıyan, kötü basılmış, adını pek kimsenin duymadığı bazı gazetelerin eski oldukları anlaşılan birkaç sayısı vardı. Vitrini aydınlatan iki havagazı lambası, belki tutumlu olmak için, belki de müşteriler düşünülerek hep kısık yanardı.
Müşteriler ya vitrinin çevresinde bir süre dolaştıktan sonra usulca içeri giren genç delikanlılardı ya da genellikle paraları yokmuş gibi görünen, daha ileri yaşta erkekler. Bu ikinci tür müşterilerden bazıları, paltolarının yakalarını bıyıklarına kadar kaldırırdı; çok giyilmiş ve pek pahalı değilmiş gibi görünen pantolonlarının paçalarında çamur izleri olurdu. Genellikle pantolonların içlerindeki bacaklar da pek ahım şahım şeyler değildi sanki. Bu adamlar elleri paltolarının derin yan ceplerinde, çıngırağın çalmasından korkarcasına, önce bir omuzlarını ileriye uzatarak yan yan içeri süzülürlerdi.
Kapıya ince, kıvrık bir çelik şeritle tutturulan bu çıngırağı aşabilmek çok güçtü. Onulmaz bir biçimde çatlaktı çıngırak, ama akşamları en ufak bir sarsıntı karşısında, müşterinin arkasından şiddetli bir öfkeyle küstah küstah çalardı.
Çıngırak çalınca, arkadaki oturma odasında işareti alan Verloc, çam ağacından yapılma boyalı tezgâhın gerisindeki tozlu cam kapıdan aceleyle ortaya çıkardı. Gözleri doğuştanmış gibi hep uykuluydu; üstünde, tam giyinik durumda, yapılmamış bir yatakta bütün gün keyif çatmış birinin hali olurdu. Başka biri, böyle bir görünüşün kendi çıkarlarına kesinlikle aykırı olduğunu düşünürdü. Perakende satış yapan işyerlerinde pek çok şey, satıcının sevimli, cana yakın görünmesine bağlıdır. Ancak Verloc işini iyi bilen, dış görünüşüne ilişkin estetik kaygıları bulunmayan bir adamdı. Müşteriye çok kötü bir tehdit savurmamak için kendini zor tutuyormuş gibi gözlerini kırpmadan, küstah bir tavırla dik dik bakar ve ona, tezgâhın üstünde el değiştiren paraya açıkça ve rezilce hiç mi hiç değmeyen bir nesneyi satardı. Örneğin, görünürde içi boş mukavva bir kutu, özenle kapatılmış o incecik sarı zarflardan biri ya da karton ciltli, kirli görünüşlü, ama başlığı çekici görünen bir kitap olabilirdi bu. Ara sıra acemi bir müşteriye vitrindeki solmuş, sarı renkli dansözlerden birini de iyi bir fiyata sattığı oluyordu.
Çatlak çıngırağın çağrısı üzerine dükkâna kimi zaman da karısı Winnie Verloc gelirdi. Winnie Verloc, dolgun göğüsleri dar yeleğinin içinden kabaran, geniş kalçalı genç bir kadındı. Pek düzgün, derli toplu saçları vardı. Kale duvarını andıran tezgâhın gerisinde, kocasınınki gibi dik bakışlarla, derin bir kayıtsızlık içinde durur beklerdi. Böyle zamanlarda, satıcının kadın olduğunu gören yaşı genççe bir müşteri birden şaşkınlığa kapılır, yüreği öfke içinde, bir şişe sabit mürekkep rica eder, sokağa çıkınca da perakende fiyatı altı peni olan ama Verloc’un dükkânında bunun üç katına satılan şişeyi gizlice yolun kenarına atardı.
Akşam ziyaretçileri -palto yakaları kalkık, kasketleri yüzlerine kadar çekilmiş adamlarbaşlarını senli benli bir tavirla Winnie Verloc’a doğru sallar, iyi akşamlar, diye mirildanıp arkadaki odaya geçmek için tezgâhın ucundaki açılır kapanır kanadı kaldırırlardı; odadan koridorla dik bir merdivene ulaşılıyordu. Dükkânın kapısı, Verloc’un kuşkulu mallarını sattığı, topluma karşı koruyuculuk görevini yürüttüğü ve erdemli bir aile hayatı yaşadığı bu evin tek girişiydi. Verloc’un aile erdeminin ne olduğu çok açıktı. Kendisi son derece evcimen bir adamdı. Ne ruhsal, ne bedensel, ne de zihinsel ihtiyaçları, evden pek fazla çıkmasını gerektirecek türden değildi. Karısı Winnie Verloc’un ilgisi ile kaynanasının düşünceli saygısı sayesinde kendi aile yuvasında bedeni rahat, vicdanı huzur içindeydi.
Winnie’nin annesi koca esmer yüzlü, irikıyım, tiknefes bir kadındı. Beyaz bir başlığın altına kara bir peruk takardı. Şiş bacakları yüzünden bir yere kımıldayabildiği yoktu. Kendini Fransız asıllı sayardı ve belki de söylediği doğruydu; han işleten sıradan bir adamla uzun süre evli kalmıştı; daha sonraki dulluk yıllarında geçimini Vauxhall Köprüsü Sokağı yakınlarında, bir zamanların gün görmüş bir meydanında, hâlâ gözde Belgravia semti sınırları içinde bulunan bir evde eşyalı odaları erkek müşterilere kiralayarak sağlamıştı. Semtin adı, odalar için verdiği ilanlarda biraz yararlı oluyordu, ama bu değerli dul hanımın müşterileri pek de kibar çevrelerden insanlar değillerdi. Gene de, onların hizmetini gören annesine kızı Winnie de yardım ediyordu. Dul hanımın övündüğü Fransızlığın izleri Winnie’de de vardı. Atalarının Fransız olduğu, genç kızın parlak siyah saçlarını bir sanatçı gibi son derece zarif bir biçimde yapışından belliydi. Winnie’nin, gençliği, biçimli dolgun endamı, duru ten rengi, karşısındakileri kışkırtan derin sessizliği gibi başka çekici yanları da vardı. Sessizliği, hiçbir zaman odalarda kalan erkeklerle konuşmasını engelleyecek boyutlara varmazdı; adamlar heyecanlı, o ise sevimli ama ölçülü bir tavırla konuşurdu. Belli ki Verloc da Winnie’nin bu çekici yönlerine duyarsız kalmamıştı. Pansiyonda ara sıra kalan bir müşteriydi Verloc. Gelişi de gidişi gibi pek açık, anlaşılır nedenlere dayanmazdı. Genellikle Londra’ya nezle gibi kıta Avrupa’sından (ama tersine nezlenin teşrifi gazetelerde haber konusu edilmeden) gelir, ziyareti boyunca da eve yerleşir kalırdı. Kahvaltısını yatakta eder, her gün öğleye kadar sessiz sakin, yatağında keyif çatardı, kimi günler daha uzun yattığı da oluyordu. Ancak bir kez sokağa çıktı mı, Belgravia’daki meydanda konakladığı evin yolunu bulmakta güçlük çekiyordu sanki. Evden geç çıkar, erken (sabahın üçü ya da dördü gibi günün erken bir saatinde) dönerdi; saat onda uyanınca, kahvaltı tepsisini getiren Winnie’ye, saatlerce konuşup nefes tüketmiş bir kimsenin kısık ve arada bir hiç çıkmayan sesiyle, şaka yollu aşırı bir nezaket içinde kur yapardı. Şiş kapaklı patlak gözleri, arzu dolu baygın bakışlarla yan yan süzülür dururdu; yorgan çenesine kadar çekilmiş olur, düzgün kara bıyıkları o pek tatlı şakalar yapabilen kalın dudaklarını örterdi.
Winnie’nin annesine göre, Bay Verloc çok iyi yetişmiş bir beydi. Emeklilik zamanı geldiğinde, bu değerli kadının zihninde değişik “işyerlerindeki” deneyimleri sırasında seçkin birtakım meyhane müşterilerinin özelliklerine bakarak edindiği bir beyefendilik kavramı gelişmişti. Bay Verloc bu kavrama yaklaşıyor, aslına bakılırsa tam olarak uyuyordu.
Winnie, “Eşyalarınızı bize taşırız elbette, anne,” demişti. Pansiyon olarak işletilen ev boşaltılacaktı. Bu pansiyon işini sürdürmek uygun düşeceğe benzemiyordu. Bay Verloc için fazla sıkıntı yaratırdı. Adamın, öteki işiyle birlikte bunu da yürütmesi kolay olmazdı. Bay Verloc ne iş yaptığını söylemiyordu, ama Winnie ile nişanlandıktan sonra, zahmet edip öğleden önce yataktan kalkmaya başlamış, merdivenlerden bodrum katına inerek, Winnie’nin annesinin bir yere kımıldamadan günlerini geçirdiği kahvaltı odasında yaşlı kadının gözüne girmeye çalışmıştı. Kediyi okşuyor, ateşi karıştırıp canlandırıyor, öğle yemeğini orada yiyordu. Biraz havasız ama sevimli, rahat bir yer olan bodrumdan belli ki istemeye istemeye ayrılıyor, ancak gene de gecenin geç saatlerine kadar dışarıda kalıyordu. Onun gibi iyi yetişmiş bir adamin Winnie’yi tiyatroya götürmesi gerekirdi, ama o hiçbir zaman böyle bir teklifte bulunmamıştı. Bay Verloc’un akşamları doluydu. İşinin bir bakıma siyasi olduğunu söylemişti Winnie’ye. Siyasi arkadaşlarına çok iyi davranması gerekeceğini belirterek onu uyarmıştı. Winnie de o ifadesiz, gizem dolu bakışıyla, elbette iyi davranırım, diye karşılık vermişti.
Verloc işi hakkında kızına daha neler anlatmıştı, Winnie’nin annesi bunları bilemezdi. Evli çift eşyalarla birlikte kayınvalideyi de yanlarında götürdü. Dükkânın bayağı görünüşü dul kadını şaşırtmıştı. Belgravia semtindeki meydandan Soho’nun dar bir sokağına taşınmak bacaklarına hiç iyi gelmedi. Bacakları balon gibi şişti. Ama öte yandan, artık maddi sıkıntı diye bir şey yaşamıyordu. Damadının son derece iyi huylu oluşu, yaşlı kadına büyük bir güven duygusu veriyordu. Kızının geleceği belli ki sağlama bağlanmıştı, hatta oğlu Stevie konusunda bile kaygılanmasına gerek yoktu.
Oğlunun -zavallı Stevie’ninkorkunç bir ayak bağı olduğunu ister istemez kendisi de kabul etmişti. Ama Winnie’nin çelimsiz kardeşine düşkünlüğünü, Bay Verloc’un sevecen, cömert tabiatını göz önüne alınca, yaşlı anne zavallı oğlunun bu hoyrat dünyada epeyce güvende olduğunu hissediyordu. Verloc❜ların kendi çocuklarının olmayışına da için için sevinmiyor değildi. Bay Verloc çocuk sahibi olmuş olmamış hiç aldırmadığına, Winnie de annelik duygusunu bir bakıma kardeşinde tattığına göre, onların bu durumu belki de zavallı Stevie’nin işine yaramıştı.
Çünkü bu çocuğu bir yere yerleştirmek kolay değildi. Çelimsizdi, ama budalaca sarkan alt dudağı olmasa ince, yakışıklı bir delikanlıydı. Alt dudağının bu kötü görünüşüne karşın, Stevie, şu bizim harika zorunlu eğitim sistemimiz sayesinde okuma yazma öğrenmişti. Ama girdiği ayak işlerinde pek başarılı olamamıştı. Söylenenleri aklında tutamiyordu, ayrıca gitmesi gereken yoldan kolayca sapabiliyordu: Sokak kedilerinin, köpeklerinin peşine düşüp, dar yollardan pislik içindeki avlulara giriyor; işvereninin çıkarlarını bir yana bırakarak, rastladığı komik sokak olayları karşısında ağzı açık düşüncelere dalıyor ya da tökezleyip yere kapaklanan atların yürekler acısı perişan halini görünce merhamete gelip herkesin içinde bazen keskin çığlıklar koparıyor, bu ulusal gösteriyi zevk içinde sessizce izlerlerken böyle feryatlarla keyiflerinin kaçırılmasından hoşlanmayan insan kalabalıklarını kızdırıyordu. Aklı başında bir polis memuru korumak amacıyla onu oradan uzaklaştırınca, zavallı Stevie’nin çoğu zaman, hiç değilse bir süre için, gideceği yerin adresini unuttuğu ortaya çıkardı. Sertçe bir soruyla karşılaşınca çocuğun soluğu kesiliyor, boğulurcasına kekelemeye başlıyor; aklını karıştıran bir şey görüp irkilince korkunç derecede şaşı bakıyordu. Ancak neyse ki bayılma huyu yoktu; çocukluk günlerinde, doğal olarak babasının sabrı taştı mı, kendini korumak için koşup ablası Winnie’nin kısa eteklerinin gerisine saklanabiliyordu. Öte yandan insan, onun içinde gizli, büyük bir haylazlık eğiliminin bulunduğu kuşkusuna da kapılabilirdi. On dört yaşına bastığında, müteveffa babasının yabancı bir süttozu şirketinin temsilciliğini yapan bir arkadaşı çocuğu odacı olarak işe almışti. Sisli bir ikindi vakti, odacı başının yokluğunda, bir de bakmışlar Stevie merdivenlerde havai fişekler fırlatıyor. Birbiri peşinden hızla, dizi dizi azgın roketler, öfke saçan döner fişekler, gümbürtüler kopararak patlayan el maytapları ateşlemiş; aslında sonuç çok kötü olabilirmiş. Tüm binayı korkunç bir telaş almış. Gözleri fal taşı gibi açılan kâtip efendiler duman kaplı koridorlarda koşuşup durmuş, ipek silindir şapkalı beylerle yaşlı işadamları akın akın merdivenlerden aşağı inmişler. Stevie, yaptığı şeyden pek hoşlanmışa benzemiyordu. Neden böyle tuhaf bir davranışta bulunduğu pek anlaşılamadı. Ancak çok sonraları ablası Winnie’ye karışık, belli belirsiz bir itirafta bulundu. Öyle görünüyordu ki, binadaki başka iki odacı çocuk, anlattıkları haksızlık ve zulüm öyküleriyle Stevie’nin acıma duygusunu iyice kabartarak onu böyle bir çılgınlığa kalkışacak duruma getirmişlerdi. Ancak babasının arkadaşı, işini batırabilir korkusuyla çocuğa hemen yol vermişti. İyilikseverliğinden kalkıştığı bu gösteriden sonra Stevie, bodrum katındaki mutfakta bulaşıkların yıkanmasına yardım etmek ve pansiyonda kalan konukların ayakkabılarını boyamakla görevlendirildi. Belli ki, geleceği olan bir iş değildi bu. Bu beyler ara sıra ona bir şilin bahşiş veriyordu. Konuklar arasında en cömert davranan, Bay Verloc çıkmıştı. Ne var ki tüm bu paranın ne kazanç olarak, ne de gelecekteki beklentiler bakımından fazla bir anlamı vardı; öyle ki, Winnie Bay Verloc❜la nişanlandığını açıkladığı zaman, annesi elinde olmadan içini çekerek bir an mutfağın bulaşık kısmına doğru bakmış ve şimdi zavallı Stephen’ın durumu ne olacak diye düşünmüştü.
Öyle görünüyordu ki, Bay Verloc kaynanası ile ailenin tüm varlığı olan ev eşyasının yanında Stevie’yi de kabul etmeye hazırdı. Gerçekten de Verloc tüm aileye kucak açarak o geniş, sevecen bağrına bastı. Eşyalar en uygun biçimde evin her yanına dağıtıldı, ama Winnie’nin annesi yalnızca ilk kattaki iki arka odaya yerleştirildi. Bunlardan birinde talihsiz Stevie yatıyordu. Şimdi yüzünde seyrek, yumuşak tüyler çıkmış, ufak olan çenesini altın sarısı bir sis gibi kaplayarak keskin çene çizgisini belirsiz hale getirmişti. Stevie, kör bir sevgi ve uysallıkla, ev işlerinde ablasına yardım ediyordu. Bay Verloc, bir şeylerle uğraşmanın ona iyi geleceğini düşünmüştü. Boş vaktini ise, kurşunkalem ve pergelle bir kâğıda daireler çizerek geçiriyordu. Böyle zamanlarda mutfak masasına dirseklerini yayar, başını iyice öne eğerek, kendini haril harıl bu eğlenceli işe verirdi. Ablası Winnie bir anne dikkatiyle arada bir, dükkânın arkasındaki oturma odasının açık kapısından ona bakardı.
….
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Modern Klasikler Dizisi Roman (Yabancı)
- Kitap AdıCasus
- Sayfa Sayısı328
- YazarJoseph Conrad
- ÇevirmenÜnal Aytür
- ISBN9789944886727
- Boyutlar, Kapak13x19,5, Karton Kapak
- Yayıneviİş Bankası Kültür Yayınları / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Seni Kalbime Yazdım ~ Elizabeth Hoyt
Seni Kalbime Yazdım
Elizabeth Hoyt
YARALI BİR KALP Münzevi Sör Alistair Munroe, Amerikan kolonilerinden hem ruhuna hem de bedenine aldığı yaralarla döndüğünden beri kalesinden dışarıya hiç çıkmamıştır. Ancak gizemli...
- Peri Ölüsü ~ Charlaine Harris
Peri Ölüsü
Charlaine Harris
Tuhaf ve seksi garson kız Sookie Stackhouse’a kapılmamanın yolu yok. Bizi de al Sookie! Bizi de! Louisiana, Bon Temps’da yaşayanlar, vampirlerle ilgili çok az...
- Vahşetin Çağrısı ~ Jack London
Vahşetin Çağrısı
Jack London
Sıcak bir eve ve rahat bir yaşama alışkın olan Buck, evin bahçıvan yamağı tarafından kuzeye altın aramaya giden insanlara satılınca kendisini hiç bilmediği bir...