Tayfun Pirselimoğlu Kadastrocu’da tuhaf bir rüzgârın -yoksa kaderin mi demeli?- önünde sürüklenen Cemal Kara’nın hikâyesini anlatıyor.
Cemal Kara’nın macerasını uğursuz kasabaların uğultulu, soğuk sokaklarında, asık suratlı devlet dairelerinde, sefil mi sefil pavyonlarda, rutubet kokulu otel odalarında takip ederken, kendimizi bir sürü acayip şahsiyetle birlikte, gizemlerle sarmalanmış bir kadının ve de bir gergedanın dahil olduğu tehlikeli bir karnavalın tam ortasında buluyoruz.
İçindekiler
Hikâye bu sefer böyle başlıyor……………………………………………………………………………..7
Tapu Kadastro Müdürlüğü Parsel Sorgulama Şubesi…………………..13
Sayın yolcular……………………………………………………………………………………………………………………21
Ayhan Işık’ın mezarı…………………………………………………………………………………………………….47
Biraz da eğlenelim, değil mi?……………………………………………………………………………….57
Meryem…………………………………………………………………………………………………………………………………….75
Yollar açıldı…………………………………………………………………………………………………………………………..82
Çifte Çamlık Tren İstasyonu…………………………………………………………………………………87
Gurbet Kuşları………………………………………………………………………………………………………………..107
Hayat hakkında ne biliyorsun?……………………………………………………………………….119
Otelimiz kaloriferlidir…………………………………………………………………………………………….130
Şu dağların arkası………………………………………………………………………………………………………138
Dejavu……………………………………………………………………………………………………………………………………..141
Gergedan………………………………………………………………………………………………………………………………149
Şehir Kulübü’nde tuhaf bir gece………………………………………………………………………155
Top sende………………………………………………………………………………………………………………………………165
Vaka köprünün başında olmuş………………………………………………………………………..170
Daha neler oluyor, neler…………………………………………………………………………………………179
Toplantı ve sonrası……………………………………………………………………………………………………..188
Neler oluyor? ……………………………………………………………………………………………………………………194
Sen kimsin sahiden?………………………………………………………………………………………………….202
Hastane ziyareti……………………………………………………………………………………………………………206
Camii toplantısı……………………………………………………………………………………………………………..216
Sıradan bir gün………………………………………………………………………………………………………………229
Karaköprü üzerinde acayip bir seyahat………………………………………………..232
Buyurun başka bir toplantıya………………………………………………………………………….238
Kaset…………………………………………………………………………………………………………………………………………243
Manzara……………………………………………………………………………………………………………………………….251
Ama, ama, nasıl olur?……………………………………………………………………………………………..255
Sona doğru…………………………………………………………………………………………………………………………259
Eve dönüş…………………………………………………………………………………………………………………………….266
Hikâye bu sefer böyle başlıyor…
Bu sefer aynı şey olmadı; Cemal Kara binanın camı çatlak demir kapısından içeri girdiğinde hemen solundaki elektrik düğmesine bastı, acele adımlarla merdivene yöneldi ve o titrek ışık ilk katın beşinci basamağına adımını attığı anda sönmedi. Aslında, “normalde” olması gereken buydu ve hep öyle oluyordu; ışık yandıktan sonra önündeki merdivenlere kadar olan zemini çatlamış çinilerle kaplı dar koridoru hangi hızda yürürse yürüsün, basamakları ağır ya da hızlı çıksın o noktaya geldiğinde –olaya defalarca şahitlik eden kapıcının ifadesiyle– otomatik zımbırtı devreyi kesiyordu. Tuhaf olan, ondan sonra bastığı düğmenin himmeti yine adımlarının hızı ne olursa olsun onu beşinci kattaki dairesine kadar götürüyor, ışık –iki merdiven arasında uzanan dar koridorların tam ortasına denk gelen noktada, tavandan sarkan çıplak ampullerdi bunlar– kapıyı kapattıktan hemen sonra sönüyordu. Cemal Kara bu acayipliği apartmana taşınmasından bir ay kadar sonra fark etmişti ve ardından kendi başına bıktırıcı sınamalara girişmişti. Mahalleden birkaç çocuk ve apartmanın hödük kapıcısıyla yaptığı denemeler sonrasında da bu muammayla başa çıkamayacağını kabullenmek zorunda kaldı. (Başka hiç kimsede asla böyle olmuyordu.)
İnanç konusunda sıkıntıları olan biriydi Cemal Kara. Müminlikle münkirlik arasında gidip gelen bir haletiruhiyeye sahipti; zihni ve kalbi herhangi makul bir sebebe bağlı olmadan her iki tarafa da meyl edebiliyordu. Çok karanlık ve derin bir alana sürükleneceği korkusundan bu durumu hakkında da düşünmek istemezdi. Nihayetinde, çözemediği bu muammayla alakalı olarak tevekkül sahibi bir müminmiş gibi herkesin özel bir lanetle doğduğu, kendi kısmetine de böylesi bir tuhaflığın düştüğü, bunun da sayılabilecek onca beter lanet göz önüne alınacak olursa kabullenilebilecek bir hal olduğu düşüncesine sarıldı. Lakin o akşam zihni öylesine bulanıktı ki ışığın ikinci kata kadar yanık kaldığını fark edemedi. Daha doğrusu bunu idraki biraz zaman aldı; ikinci katta karanlıkta kaldığında insiyaki olarak düğmeye bastı ve sonra ancak üçüncü katın merdivenlerinin ortasına vardığında bu “anormalliği” kavrayabildi.
Ancak, hakikaten kafası öylesine karışıktı ki bu tuhaflığın yaratması gereken şaşkınlığa kapılamadı bile; hafif bir duraksamadan sonra hızlı adımlarla çıkmaya devam etti. (Aslında bu son işaret, o gün hayatında bir “şeylerin” değişmekte olduğunun intikali için görkemli bir finaldi.) Dördüncü katın sahanlığına vardığında karşı kapıdan çıkan bir kadınla karşılaştı. Siyah mantolu, dikkat çekici büyüklükte topuzu olan şişman kadın onu görünce ani bir mahcubiyete kapılmış gibi kafasını öne eğdi, hızlandı, telaşlı adımlarla yanından geçip merdivenlere yöneldi. Merdivenlerden inerken acıklı bir beceriksizlik içerisinde o koca topuzun üzerine eşarbını geçirme çabasına da girişmişti.
O arada dönüp kaçamak nazarlarla açık kapının ağzında dikilen göğüs cebine muhtemelen yılan olması niyetiyle işlenmiş bir amblem taşıyan beyaz önlüklü zayıf adama baktı. Adam, az önce çok önemli meseleyi halletmiş gibi muzaffer bir eda içerisinde, elleri önlüğünün ceplerinde öylece duruyor ve burnunun ucuna düşmüş kalın camlı gözlüklerinin üzerinden müşfik nazarlar eşliğinde gülümsüyordu. Cemal Kara, her nedense bu tebessümün kadından çok kendisine yönelmiş olduğunu düşündü; önünden geçerken kafasıyla hafifçe selam verip hızlıca yukarı yöneldi. Kendi dairesine ulaştığında alt komşusu kupa çekme ve sülük mütehassısı Hulusi Kuzgun’un çelik kapısının binayı inleten gümbürtülü kapanma sesi geldi. (Kapısının üzerine yapıştırdığı kâğıtta aklı başında herkesin kuşkuyla karşılaması gereken bir özensizlikte Homeopati Uzmanı yazıyordu. Onca zaman içerisinde binaya taşınalı üç yıl kadar oluyordu adamla sadece iki kere konuşmuşluğu vardı. İkisi de pek hayırla anılacak zamanlara denk gelmiyordu.
Bunların ilki, bir sene önce bütün şehir pek de hafif olmayan depremle sarsılıp ahalinin korkuyla sokağa fırladığı o gece; ikincisi, binanın üçüncü katındaki emekli subayla birlikte onun da evine hırsız girdiği bir pazar günü gerçekleşmişti. Hulusi Kuzgun bu konuşmalar sırasında mevzuyu bir şekilde “sülük terapisinin” faydalarına ve bunun eğitiminin en iyi yeri olan Sudan’da geçirdiği senelere getirmişti.) Cemal Kara evinden içeri girdiğinde soyunmadan önce kapının ağzında şöyle bir dikildi. Derin bir nefes aldı. Şubeden ayrılırken ağır ağır başlayan ve iki kere otobüs değiştirmek zorunda kaldığı mutat seyahati boyunca daha da çok hisseder olduğu göğsünün sanki bir pompa vasıtasıyla şişip genişlemesi hali evden içeri girdiğinde kesilivermişti.
Bir diş ağrısından aniden kurtulmanın ferahlığına kavuşmuş gibi paltosunu çıkartıp astı; sonra mutfağa yöneldi. Haftada bir temizliğe gelen ve yemek yapıp bırakan kapıcının karısının pişirdiği ıspanağı yerken televizyonda haberleri izledi. Abartılı şekildeki kıvırcık saçının peruk olduğu yolunda dedikoduların muhatabı kalın sesli spiker ağır kış şartlarının memlekette yarattığı sıkıntılardan, kapanan yollardan söz ederken büyük bir beceriyle lafı yıldırım çarpması sonucu hastaneye kaldırılan çiftçiyi ziyaret eden sağlık bakanı haberine getirdi. Ardından sokaktaki vatandaşların ve bazı politikacıların yeni anayasa çalışmaları konusundaki görüşlerini açıkladıkları röportajlarına geçildi. Memleket vasatının numuneleri ardı ardına saçma sapan konuşmalar yapmaya başlayınca Cemal Kara televizyonu kapattı ve daireyi kaplayan derin sessizlik içerisinde yemeğine döndü. Zihni hâlâ tam bir berraklığa ulaşamamıştı.
Belki de bundan, gözü sağ tarafındaki duvarda asılı, çerçevesi de, kendisi de zamanın kirinden pasından az çok kararmış eski yağlı boya resme gitti. Çocukluğundan beri kurtulamadığı bir alışkanlıkla yaptı bunu. Dalları gökyüzüne ulaşan çok görkemli bir çınarın neredeyse yarısını kapladığı resim, bir akşam alacasında köyüne dönen bir çoban ve koyunlarını gösteriyordu. Lakin, muhtemelen ifade etmeye çalıştığının tersine karanlık, uğursuz bir şey vardı bu resimde; uzakta, tepenin hemen önünde, penceresinde ışıkları belli belirsiz titreşen o meşum ev mi, acayip bir şapka takan çobanın tam seçilemeyen tuhaf ifadesi mi, resmin üst tarafını kaplayan biraz sonra patlayacak fırtınanın habercisi gibi duran kara bulutlar mı; bir şey işte. Yatalak babası Darülaceze’ye gitmeye karar verdiğinde bu resmi de yanında götürmüştü. Neden? Cemal Kara bunu hiç bilemedi. (Çocukluğunda bu resimden nefret eden annesiyle babasının bu mesele yüzünden defalarca tartıştıklarını hatırlıyordu. Hatta bir keresinde annesiyle aynı faciada tıpkı böyle soğuk bir kış günü Zeytinburnu’nda denize uçan ve sekiz kişinin hayatına mal olan freni patlamış minibüs kazası– hayatını kaybeden teyzesi de bu tartışmaya katılmış; tuhaftır, eniştesinin tarafını tutmuştu.) Babasının ölümünden sonra resim, Darülaceze tarafından ondan kalan ufak tefek eşya ile birlikte bu eve yollanmış, o da taşıdığı onca huzursuz hatıraya rağmen sanki gizli vicdani bir sızının işaretiymişçesine resmi duvara asmıştı. Doğrusu ya, bunun gerçekleşmesi hemen de olmamıştı.
Ondan kalan kol saatini, eprimiş takım elbisesini, bir bankanın hediyesi olan içinde hâlâ bozuklukların durduğu kapaklı cüzdanı bir naylon torbaya koyup gardırobun derinliklerine kaldırdıktan sonra resim duvardaki yerini almak için uzun süren bir tereddüt sürecinin geçmesini beklemişti. (Arada bir rüyalarını ziyaret eden annesini üzeceğini düşünmesinin bunda payı olduğunu kabul etmek gerekir.) Sonunda, epey uzun süre ziyaretine gitmemiş olmaktan duyduğu yürek burukluğu galebe çaldı; resim, çivinin tam nereye çakılacağının tespiti konusunda epey bir bekledikten sonra duvardaki yerini aldı. (Tam bir bedel olmasa bile bu kadarı bile yüreğinde bir hafiflik yaratmıştı.) Arada bir çocukluğundan kalma alışkanlıkla o resme dalıp gittiği oluyordu. En çok da o çobanın sanki fırçanın ucuyla resmin diğer taraflarına göre çok daha ustaca şöylesine bir dokunulup geçilmiş, böylece daha da müphem kalmış o meyus ifadesine takılıyordu.
Cemal Kara lokmasını çiğnerken nazarlarını gökyüzünde bulutların arasından belirmeye başlarken en çok çınarın yapraklarında belli belirsiz parıltılar bırakan soğuk aydan aşağıya kaydırdığında o yüzle karşılaştı. Bir elinde eğri büğrü uzun bir sopa tutan çobanın yüzündeki ifade sanki değişmişti; şimdi adeta alay edermiş gibi ona bakıyor, daha önce hiç fark etmediği biçimde tebessüm ediyordu. Cemal Kara’nın şaşkınlığını harlayan aynı anda o çobanın birine ne de çok benzediğini keşfetmesi oldu; sanki Müdür Osman Ağırbaş karşısında duruyordu.
Sadece dudaklarının arasında külü uzamış sigarası yoktu. Cemal Kara bunun babasından miras, arada bir kapıldığı hayallerden ya da yine ondan miras mutat vehimlerden biri olduğu telkinine hemen sarılıvermese ve buna kendisini şaşılacak ölçüde çabuk inandırmasa o geceyi zor bitirirdi. Öyle yaptı; hemen kafasını çevirdi ve yemeğine döndü. Yemeğini bitirdikten sonra, her zamanki gibi bulaşık işini hemen mi, yoksa sonra mı halletmenin daha doğru olacağı konusunda bir kararsızlığa kapıldı. Neticede mutfağa geçti, alelacele tabağını yıkadı ve ardından yatak odasına yollandı. Yatağın altında duran toz içindeki suni deriden, yeşil renkli valizi çıkardı. Derin derin aldığı nefeslerin ardından gardırobu açtı; oradan aldıklarıyla bavulu doldurmaya başladı. Bu bavul hazırlama işiyle uğraşırken de bir yandan çaresizce bu uğursuz günün başına, sabaha döndü. Dönmekte haklıydı…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıKadastrocu
- Sayfa Sayısı268
- YazarTayfun Pirselimoğlu
- ISBN9789750531606
- Boyutlar, Kapak13.5x21 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yüz: 1981 ~ Mehmet Eroğlu
Yüz: 1981
Mehmet Eroğlu
Tekrarlıyorum: Suçsuzum; tıpkı sizler gibi. Suçluysam bile, unutmayın, en çok sizinki kadardır bu… Hiçbir hayatın başrolünü oynamaya kalkışmadım; kendiminkinin bile… Bu durum beni ne...
- Kerr ~ Tayfun Pirselimoğlu
Kerr
Tayfun Pirselimoğlu
Bu garip, her şeyin birbirinin içine girdiği memlekette, olabilecek bütün ihtimallerden daha fazla ihtimalin bulunduğu, her şeyin müphem, her şeyin her şeyde mündemiç olduğu...
- Bakışın Ritmi ~ Ahmet Tulgar
Bakışın Ritmi
Ahmet Tulgar
“Benim portre yazarlığıma her defasında bir açılıp kapanma, daralıp genişleme hareketinin ritmi eşlik eder. Bu ritmi arar, mütemadiyen hissetmeye çalışırım yazarken. Portresini çıkaracağım insana...