“Kendi karşısına çıkıverse kendi de kendinden korkardı; çok iriydi bir kere, gördüğün göreceğin en iri köpeği bununla mukayese et, o ince belli çay bardağıysa bu on sekiz bardaklık semaverdi, öyle bir iri, öyle bir iri. Bir hırlasın, elli kiloluk hiltiyle asfalt deliyormuş, bir havlasın, gök gürlemiş sesi çıkarırdı. (…) Korkunçtu, bunu kabul ediyordu, ama şunu da kabul ediyordu, gördüğü onca eziyete rağmen ne insan ne hayvan, kimseye bir kastı olmamıştı. (…) Fenalık etmekten ısrarla çekinir, mecbur kalmadıkça insan olsun hayvan olsun kimseye ilişmez, bırak ilişmeyi, yan gözle bile bakmazdı.”Üç köpeğin, arafta bir merhumun, bir düz dünyacı meleğin, bir de apartman sakinlerinin hikâyesi bu.
Köpeklerden biri “nasıl temiz, nasıl saf, nasıl güzel avanak” bir kara azman… Biri Angara’nın cello bello takımından bir beyaz… Biri yürek yakan bir âfet. Böyle bir üçlü çete.Araftakinin dünyası ahireti birbirine dolanmış, feleğini şaşırmış.Apartman sakinleri ve dahi mahalle halkı, “recm şehvetine” kapılmış, “itlaf ekibi” duasına çıkmışçasına köpek taşlıyor.
Düz dünyacı melek, “kurt çakal bir, börtü böcek bir, çalı çiçek bir, dal budak bir, ağaç orman bir, orman insan bir, her şeyin bir” olduğunu anlatıyor sabırla.
Bütün bunların birbiriyle ne alakası var peki? İşte, düz dünya hikmeti.
Ol kâdirim kudret ile nazar kıldı
Hurrem olup yer altına girdim işte
– AHMED YESEVÎ
Uyandırıldı varlık. Kimin uyandırdığını bilmiyordu. Gerindi, genleşti, solundan sağına döndü, uykumu ne güzel almışım diye geçirdi içinden, ağzım da kurumamış, demek ki horlamamışım. Doğrulup oturdu. Ne kadar ferahtı Allahım, bıraksan uçacak, ne kadar iyiydi. Kaç zaman var böyle zımba gibi hissetmemişti. Sanki ağırlık yeleğiyle, ağırlık ayaklığı, ağırlık bilekliğiyle iki saat ter ter tepinmiş, sonra ağırlıkları sıyırıp çıkarmış da hafifleyivermiş gibiydi. Kuş gibiydi kuş. “Hadi bakalım.” “Efendim?” Dönüp sesin geldiği tarafa baktı varlık. Kimse yoktu. İlkin yanlış tarafa baktım zannetti, ardından bir dalgalanma gördü burnunun dibinde. Hava kırılıp bükülüyor, atom atom birleşip usulca şekle şemâle bürünüyordu. “Kim o?” dedi ürkerek. “Gidiyoruz.” Kırılıp bükülen, dalgalanıp çalkalanan hava konuştu. “Toparlan artık.” Ses sese benzemiyordu, şarkıya, şiire benziyordu, ömrün yettikçe dinlersin, o kadar güzel. “Hadi hadi, korkma, kalkıver.”
Bıraksan korkacaktı varlık, ama korkamıyordu; otomatik
hareketlerle itaat etti şarkıya… veya şiire… veya sese. Kalktı.
“Gel.”
Kim gel, nereye gel, nasıl gel?
“Nasıl?”
“Dümdüz gel.”
“Şöylemesine mi böylemesine mi?”
“Gel işte.”
Geldi.
Afyon Garına benzerim
Uğramayan tren olmaz
Sarhoş barına benzerim
Destur ile giren olmaz
– ALİ EKBER EREN
Belki uçuyor, belki koşuyordu, bilemiyordun, belki süzülüyor, belki havaya suya nesneye katışıp karmaşıyor, o katıştığı şey oluyor, sonra incitmeden içinden geçip yola devam ediyordu. Bilemiyordun.
“Hoş geldin Kardeşim.” Gene o ses. “Bana mı dedin… dediniz?” “Sizli bizli gerek yok öyle. Sana dedim, evet. Nereye gittiğimizi biliyor musun?”
Belki her yere, belki hiçbir yere gidiyorlar gibiydi, bilemiyordun. Varlığın içinden, ne bileyim ben demek geçti, tam ağzından çıkaracakken kabalık olur diye tuttu çenesini, “Bilmiyorum,” dedi çaresizce. Rüya görüyordu galiba. Birden mermi gibi çakıldı karşısına çıkan bir höyüğe, geri tepti, yansıdı, göğe ağdı, simsiyah karanlığın içinde masmavi dönüp duran dünyayı gördü, bir yörünge çizdi, iki tur attı, fırladı, güneşin yanından geçti. Kesin rüya görüyorum dedi o zaman, kesin. “Değil.”
“Efendim?” Ses şakıdı. “Rüya değil, apaçık gerçek.” Konuşkan bir sesti. “Dert etme, böyle düşünmen normal. Herkes böyle düşünür.” Kim herkes? Nasıl herkes? “Herkes derken?” Ses zarifçe kımıldandı, akıllara zarar bir güzel yüz çaktı döndü boşlukta. “Araba desem?” Bu sefer ne alâkası var demek geçti varlığın içinden, tam ağzından çıkaracakken kabalık olur diye gene tuttu çenesini, “Nasıl yani araba?” dedi gene çaresizce. “Dört çeker? Böcek siyah? Metalik? Porsche? Sıfırdan yüze iki virgül sekiz saniye? Plakasını da vereyim mi?”
Bunun arabasından bahsediyordu ses. “Vermeyin,” dedi. “Lütfen ama…” Akıllara zarar güzellikteki yüz bir göründü bir kayboldu boşlukta, “… Sizli bizli olmuyor hiç. Rahat ol, gevşe, hatırla.” Not not yükselip alçalan şarkı gibi ses, dalgalanıp ışık ışık şekillenen boşluk, bir görünüp bir kaybolan hayâl bile edilemeyecek kadar güzel bir yüz… Gel de hatırlama; hatırlayıverdi varlık. “Arsa bakmaya gitmiştim.” Kendi kendine konuşur gibiydi. “Susuz köyünden geçtim, yokuşa vurdum… Sonra…”
“Sonra?” Sonra beyni zonklamış, gözü kararmış, bayılacak gibi olmuştu direksiyon başında, bana bir şeyler oluyor, kenara çekeyim demişti; son hatırladığı buydu. “Tam kenara çekecektim, bayılmışım galiba,” dedi, ama emin değildi. “Çektim de öyle mi bayıldım acaba, çekmeden mi bayıldım, bilemiyorum, emin değilim.” “Ben eminim.” “Bayılmış mıyım?” “Sayılır.” O güzel yüz daha belirgindi şimdi, kendi gibi sesi de gülümsüyordu. “Ama daha iyi anlaşılması bakımından şöyle diyelim istersen: Öldün.”
“Efendim?” “Gitti senin cânım Porsche. Kaput. Pert. Hurdahaş. On iki metre on santim irtifadan tepe üstü çakıldın Kardeşim. Çakılış o çakılış, tavan senin oturduğun koltuğa yapıştı, sandviç oldun, öldün.” Rüya değilse bile fazlasıyla rüya gibi duruyordu; uçuşlar, yansımalar, delip geçişler, dünya, güneş, bayılmalar, ölmeler falan. Bir ümit, sordu: “Ciddi misiniz cidden?” “Bak darılacağım ama artık, hâlâ mı sizli bizli?” “Özür dilerim.” Fakat kardeşim, bu kadar mı sakin verilirdi ölüm haberi, bu kadar mı güleç, bu kadar mı güzel? “Ciddi misin demek istemiştim.” “Sence?” dedi ses ve sonra sahibi ortaya çıktı. Uçuş uçuş, bembeyaz bir giysi vardı üzerinde, giyinmemiş de sırtına atıvermiş gibiydi. Bir an öncesine kadar boşlukta belirip belirip kaybolan akıllara zarar güzellikteki yüzü, gövdesine kavuşunca güzelliğin sınırını da aşmış şimdi, almış başını gitmişti; anlatamazdın, anlayamazdın, bakmalara dayanamazdın.
“Siz… pardon, sen… melek misin yani?” Melek ışıdı. “Bravo.” Bir sürprizi varmış, bir yerlerden bir hediye paketi çıkarıverecekmiş gibi gizemli bir gülümseme yerleştirmişti yüzüne; boşluğa bakıyordu. “İşte geldik.” Boşluk meleğin yüzü gibi ışıdı birden, yarıldı, kat kat açıldı, ikilinin önüne serildi. Yüksekten iniyormuş gibi oldular bir an, bir an sonra yerin dibinden bitiyormuş gibi oldular, ya indiler, ya çıktılar, ayakları toprağa erdi. “Nereye geldik?” “Herkesin geldiği yere.” Etrafını saran hava dalgalandı, melek kayboldu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıDüz Dünyacılar
- Sayfa Sayısı228
- YazarSezgin Kaymaz
- ISBN9789750535000
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kızıl Serap ~ Burhan Cahit Morkaya
Kızıl Serap
Burhan Cahit Morkaya
Hayal kırıklıklarıyla dolu bir aşk ve mücadele romanı olan Kızıl Serap’ta, varlıklı bir ailenin iyi eğitimli kızı Ayten’in, İstanbul’un kibar semtlerinde, sayfiyelerinde ve Trabzon’da...
- Taş ve Gölge ~ Burhan Sönmez
Taş ve Gölge
Burhan Sönmez
“Gece, sessizlik değil damıtılmış ses demekti. Gündüz bütün sesler birbirine karışıp gürültüye dönerken, gece her ses kendi sadeliğiyle belirirdi. Çocukluğun şarkıları, ruhların iniltileri, baykuşun...
- Devran ~ Selahattin Demirtaş
Devran
Selahattin Demirtaş
Toz duman kenarlardan, taşradan ve kuytulardan, memleketten yoksulluk halleri. Utananlar, üzülenler, âşıklar, yevmiyeciler, küçük kasabalar, hazin ve uzakta kalan hayatlar. Devran, inatçı neşesiyle geçip...