“Tek bir hakkın olsa, unutmayı mı yoksa hatırlamayı mı seçerdin?”
“Bir hayatım vardı, çıplak biçimde görmek istiyorum onu, hangi gölgelerin geçmişimde gezindiğini, nereden kopup geldiğimi bilmek istiyorum. Rüyanda gördüğün kişinin kim olduğunu bilmiyorsun, düşünsene. Kimi niye özlediğini anlamıyorsun. Kendin değilsin. Hem aslında çıplak olmasan da biliyorsun. En çok unutmak istediğin, en çok hatırladığın olmuyor mu hep? Hatırlamak gerekiyor. Yoksa her şey birbirine benzer. Dünya zaten bir benzerlikten ibaret.”
Unutmak için önce hatırlamak gerekiyor; insan, yaşatılan acıları hatırlamalı ve onlarla yüzleşmeli ki geçmişi geride bırakabilsin… Hivda ve Deniz, Korsakoff sendromlu iki genç. Zorla unutturulan geçmişlerinin, zamanın donduğu o karanlık günden saatin yeniden işlemeye başladığı güne kadar geçen sürenin, bireysel ve toplumsal belleklerinin peşine düşüyorlar.
Gökçer Tahincioğlu, ikinci romanı Kiraz Ağacı’nda yakın tarihimizde açılmış, kapanmayan ağır bir yaranın izlerini sürüyor. Genç yaşta ölenlerin ruhlarını taşıyan kiraz ağacının altında daha adil bir dünya düzeni hayali kuran iki dava insanının, her şeye rağmen tükenmeyen aşkını ve mücadelesini bir belgesel romancı titizliğiyle anlatıyor.
1
HATIRLAMAK
Senin olsun,
kalbim,
suya vuran ay ışığı,
ve çiçeklenmiş kiraz ağacı.
– Federico García Lorca
Düşünebilme bankı
Ay denize vuruyordu. “Bir hakkın olsa, tam şu yaşında tek bir hakkın, unutmayı mı yoksa hatırlamayı mı seçerdin?” Hivda, dolunayın nasıl olup da bu kadar sarı görünebildiğine şaşkınlıkla bakıyordu. Dolunayın üzerinde görünen, uzakta da bir yaşamın sürdüğü hissini veren izlerin, küçüklüğünden bu yana kendisini ne kadar etkilediğini geçirdi içinden.
Gözleriyle ay ışığını takip etti. Işığın yansıması denizin bittiği yerde sonlanıyor, karanlığın bütününü bastırmaya yetmiyordu. Düşler ülkesinden gerçeğe dönme zorunluluğu canını sıktı. Karanlık gökyüzü, dolunayın görkemiyle dans eden, aralıksız göz kırpan yıldızlarla kıpır kıpırdı. Uzak kuzey rüzgârını teninde hissetti. Tam o sırada, benzer bir yaz akşamında kimler, neler yapıyordu acaba? Bunu düşünürken yanıtladı soruyu: “Hatırlamak kendin olabilmek demek. Herkes eksik parçasını arıyor, öyle değil mi? Yaralandığı yerden yaşamını yeniden kuruyor.” Yanıtının etkisini kontrol edip, devam etti: “Hem hatırlamamak, unutmak anlamına gelmiyor ki. Bin kere yaşasam, hepsinde hatırlamayı seçerdim. Hepsinde kim olduğumu, hangi yemeği sevdiğimi, saçımı yaz güneşinde nasıl toplarsam daha güzel olacağımı, kimin hangi hareketime sinir olduğunu, kimi üzdüğümü, kimin beni üzdüğünü, kalbimin ne zaman, nasıl kırıldığını…
Hem hatırlayabileceğini bilmek güzel. Unutmuş olsam bile bir gün aklıma gelme ihtimali ne güzel.” Dolunayın rengiyle eş saçlarını arkadan tutup ikiye ayırarak, sessizce örmeye başladı. Ne zaman derin düşünecek olsa saçlarıyla oynardı. Üzerindeki askılı mor elbise, beyaz teninin üzerinde yaşamın coşkusuna uyumlu bir bahar dalı gibi duruyordu. Saçlarının altına gizlenen omuzları, uzun boynu, büyük ve bazen laciverde, bazen gökyüzüne çalan alev mavisi gözleri, küçükken annesinin iştah şurupları vermesine sebep incecik beli, hafif kemerli ve o kemere rağmen küçük sayılabilecek burnu, nasılsa bazen açık kırmızı, bazen şarabi dudaklarıyla Hivda, daha küçükken kalabalık arasından hemen seçilirdi. Saçlarının yeni yeni kendine geldiğini geçirdi içinden.
Nasıl olup da o acıyı anımsamadığına yeniden şaşırdı. “Belki de şanslısın Hivda, unutmak bazen büyük nimet,” dedi Belkıs, sigarasından derin bir nefes çekerken. “İnsan bütün bütün hatırlamıyor, bence buna üzülmek lazım. Sadece bir etkiyi hatırlıyor. Sevindiğini, üzüldüğünü…” dedi Hivda. “Aslında, hatırlayabiliyorken unutmaya çalışmakmış kötü olan, şimdi anlıyorum. Sen de anlasan iyi olur Belkıs, hem neyi unutmak istiyorsun ki?” Ördüğü saçlarının karanlıktaki ışıltısının aydan kaynaklandığını düşündü. Parlaklığına şaştı. Ay, saçları böyle aydınlatabilir miydi? Küçükken ayın her halini, ayla ilgili her hikâyeyi severdi. Yeniay, ilk dördün, dolunay, son dördün diye öğretmişti babası. Sarılığının kendinden olmadığını, güneşin yansıması olduğunu. Belki saçlarına da ışık yansımıştı hep. Ayı bu kadar çok sevdiğini hatırlayabildiği için mi, yoksa ayın en parlak halinin görkeminden dolayı mı şimdi böyle dolunaya bakakaldığını düşündü. Gözünde bir buluta dönüşen baba özlemiyle devam etti: “Mesela şu an… Bu büyülü ayı, denize düşen sarılığını, tam o sırada sorduğun soruyu anımsayabileceğim elbette. Ama oturduğum şu bankı, dizimin biraz ağrıdığını, oturmadan önce ne konuştuğumuzu, yoldan geçenleri, geçerken bakanları hatırlamayacağız. Unutmak için bunca çaba niye ki, zaten bu kadar az hatırlayabilirken. Binlerce an, dakika, milyarlarca saniye uçuşup kayboluyor evrende.
Ama işte, bir an için olsun bu anlardan birini anımsama ihtimalinin olması, hatırlayabileceğini biliyor olmak geçmişteki bir anı, onu çok özlüyorum. Bunu yapamamak korkunç, anlamıyorsun.” Belkıs’ın aklına gözaltı günleri geldi. Unutmak istemişti. Hivda’nın dediği doğruysa, bunları da anımsamak gerekiyordu kendisi olabilmesi için. İşkencede kaybettiği arkadaşını hatırladı bir anda. Hatırlayınca acı çekiyordu, var mıydı dahası? Ne faydası vardı? Unutmak ve yaşayabilmek istiyordu. Unutma arzusu yaşamak içindi. İngiltere’nin en güneyindeki bu kent, Belkıs için uzun zaman önce yurt olmuştu. Geride bıraktığı yurdunu, alışkanlıklarını iç çekerek anımsadığı bir ev.
Eylem alanlarına yeni yeni giden bir öğrenciyken tanışmıştı gözaltıyla. Âşık gibiydi arkadaşlarından birine, hep içinde kalmıştı. Bir arkadaşlarını işkencede kaybettikleri o gözaltıdan sonra yolları ayrılmıştı. Belkıs, birkaç yıl sonra hakkında yeniden gözaltı kararı çıktığını duyunca yurtdışına kaçmıştı. Arkadaşlarının bir bölümünün daha önceden geldikleri İngiltere’nin bu kentine, Brighton’a yerleşmişti. Siyasi sığınma istediği bu ülkeden dönüşün kolay olmadığını biliyordu. Ama memleketteki iklim değiştikten sonra dönebilmenin yolu açılmıştı. Şimdi uzun süredir yanında kalan Hivda’yla birlikte dönebilmenin hesabını yapıyordu. Geçen zaman boyunca ölümleri, düğünleri, sevinçleri, kasavetleri uzaktan izlemişti. Dönüş vakti yaklaştıkça, özlemenin anlamını Hivda’nın gelişinden sonra çok daha iyi kavradığını fark etmişti. Öyle soyut, tanımlanamaz bir duygu değildi. Anlıyordun kelimenin içini dolduran ruhu. Hivda’ya, “Bir eylemde kaçarken alnıma düşen terleri anımsamakmış özlemek. İnsan, yokluğu kavrayınca anlıyormuş varlığın kıymetini,” diye anlatmıştı. Şimdi vuslat yaklaşıyordu ama kederini artıracak bir sevinç gibi görüyordu bu kavuşmayı.
Buluşabileceğini bilerek, sevinçle o günü bekleyerek kavuşmanın anlamı vardı. Artık telafisi olmayan, zamanı yüzüne vuran kavuşmaların kederli olduğunu anlamıştı. Hivda, “Belki de beni unutmak istiyorsundur,” diyen Belkıs’ı gülümseyerek yanıtladı: “Hatırlamadığım o kadar çok ki, bir de seni hatırlamamaya inan yerim yok. Herkesin hafızası dolar, benim unutma alanım dolu.” Saçlarını örmeyi bırakıp sigara yaktı, karanlığa doğru derin bir nefes savurdu. Belkıs, ısrarcıydı: “Ben yine de unutabilmeyi isterdim. Sen unuttuğun için böyle konuşuyorsun, bense hatırladığım için. Hatırlıyor olsan şimdi unutmak isteyecektin. Tek farkımız var. Unutmayı seçmedin.
Ben seçme hakkımız olsa diye diyorum. Bak bu Batılılar düşleri bile unutmaya meyillidir. Afrika yerlileri ise hayatın devamı sayar düşleri, gerçek sayar. Ben de Batılı oldum sayılır. Ne diye sürekli gerçekle boğuşacağız Hivda?” Hivda, bir nefes daha çekip üfledi karanlığa: “Unutmayı istemezdin. Sen, şimdi sen olabileceğini mi sanıyorsun unuttuğunda? Birini nasıl sevdiğini bile bilmezsin. Nereden yaralandığını… Yaşamak ve ölmek gibi unutmakla hatırlamak… Kendini dünyaya fırlatılmış gibi mi bulmak istiyorsun? Unutmak istemezdin.” “Neyi hatırlamamak istediğimi biliyorum.
Hem geçmiş ya da gelecek sadece bir hayal değil mi? Hem istesek de çıplak mıyız o kadar, istediğimizi unutuyoruz, yok gibi davranıyoruz, yalan mı?” Hivda, derin bir nefes aldı: “Bir hayatım vardı, çıplak biçimde görmek istiyorum onu, hangi gölgelerin geçmişimde gezindiğini, nereden kopup geldiğimi bilmek istiyorum. Rüyanda gördüğün kişinin kim olduğunu bilmiyorsun, düşünsene. Kimi niye özlediğini anlamıyorsun. Kendin değilsin. Hem aslında çıplak olmasan da biliyorsun. En çok unutmak istediğin, en çok hatırladığın olmuyor mu hep? Hatırlamak gerekiyor. Yoksa her şey birbirine benzer. Dünya zaten bir benzerlikten ibaret.”
Son söylediğini nereden hatırladığını düşündü, bulamadı… Hivda’ya daha gelmeden anlatıldığı gibi, kim olduğunu, neden burada olduğunu, geçirdiği süreci net biçimde anlatmıştı Belkıs. Uzun bir zamanı hatırlamıyordu Hivda. Çocukluğu, ilkgençliğinin belirli bir dönemi aklındaydı. Ama zaman tam orada donmuş gibiydi. Sonrasını, üniversiteye gidişini, olanları, buraya gelmeden önceki yaşadığı günlerin büyük bölümünü bilmiyordu. Hiçbiri yoktu. Bir süre Ankara’da tedavi görmüştü. Arkadaşlarının ısrarıyla yurtdışına çıkabilmesi için özel izin alınmış ve İngiltere’ye gelmişti. Ancak buradaki tedavi, istedikleri gibi hızlı sonuç vermemişti. Zamanın donduğu o günden, yeniden saatin işlemeye başladığı güne kadar geçen süreye dair büyük parçalar kayıptı hâlâ. Ankara’ya dönecekti Belkıs’la. Belkıs, “Hadi artık eve gidelim de çay içelim,” diye kesti sohbeti. Hivda, sigarayı bitirdikten sonra oynamayı sürdürdüğü saçlarının ayın ışığı ile parlamasına son kez baktı.
Eskisi gibi güzel göründüğünü geçirdi içinden. Saçlarını arkaya atıp ayağa kalktı. “Gidelim de uyuyayım artık. Belki de aklım fikrim yerine gelir.” Bütün sahili, ay ışığını ve denizi, hemen her yaz akşamı oturdukları bu banktan izlemek mümkündü. Hivda’ya yürüyüş yaptırmak için çıktıkları akşamlar mutlaka bu bankta son buluyor, burada çoğunlukla susarak denizin karanlığını izliyor, sadece dalga seslerinin bozduğu sessizlikte düşünceler içinde kaybolabilme şansını buluyorlardı.
Bazen de işte böyle birkaç düşündüren cümle, zihinden fışkıran birkaç yargı ile iç seslerinde tartışıyorlardı. Kentin en güzel yeri seçmişti Hivda, oturdukları bu bankı. Bir isim de vermişti: Düşünebilme bankı. Belkıs’la derin bir arkadaşlık kurmuştu. Bilmediği bir filmi bütün detaylarıyla yeniden dinlemek için her gün sorularla geliyordu Hivda. Bıkmadan yanıt alabileceğini biliyor, güvenmenin sadece deneyimle ilgili olmadığını da anlıyordu. Ve her sabah ve akşam, denizi izlemek istiyordu. Göz alabildiğine uzayan, kum ve küçük çakıl taşlarıyla dolu, bankların bulunduğu yürüyüş yolundan merdivenle inilebilen sahil, Hivda’nın ikinci evi gibiydi. Sahile paralel uzanan, caddeyle sahili ayıran bu geniş yürüyüş yolunda aralıklarla konulmuş, hemen önünde sadece yol boyu uzanan ferforjeler vardı.
Aralarda, uzaktan yaklaşan gemilerin yolunu gözleyenler hâlâ varmış gibi konulmuş tek göz dürbünler, martıları, uzak sandallarda eğlenenleri, belki denizin üstüne bir anlığına çıkıp dünyaya birkaç saniye bakan balıkları izlemeye yarıyordu. O banklardan, sahili ve denizi bitimsiz bir sonsuzluk gibi izlemek mümkündü. Yürüyüş yolunun hemen yanındaki caddeye açılan dar sokakların her birinden, önce denizin kokusu, sonra martıların gürültüsü, sonra da denizin görüntüsü geliyordu. Hivda, geldiğinden bu yana sokak başlarında havayı içine çekiyor, martılara kulak kesiliyor ve sokağın sonuna geldiğinde denizi görebilmenin mutluluğunu yaşıyordu. En çok sokaklarını sevmişti kentin. Ayağa kalktıkları sırada uzakta patlayan bir havai fişeğin gecenin içinden denize doğru süzülmesiyle irkildi Hivda. Gözünün önüne, yıkarıdan aşağıya akan alevler geldi birden. Kıpırdamadan durdu. Aklındaki görüntünün ne olduğunu seçemedi yine. Belkıs’ın garip baktığını ve düşeceğini sanarak koluna girdiğini fark etti. Yürüdü. Caddeden, evin bulunduğu dar sokağa yönelirken sigara içmekle yetindiler.
Dışarıdan incecik gözüken, içine girdikçe şaşırtıcı derecede büyüyen, pervazları Ortaçağ’da yaşadığın hissi veren binanın basamaklarını ağır adımlarla çıktılar. Hivda, küçük ve ışık almayan odasına girdiğinde ne düşüneceğini, ne hissedeceğini bilmiyordu. Ağır ağır pantolonunu çıkarırken bacaklarındaki yaralara baktı. Bacaklarını küçükken çok sevdiğini ve güzel bulduğunu düşündü. Sonraları da bu duygudan utandığını… Anımsayabildikleriyle avundu bir anlığına.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı Hikaye
- Kitap AdıKiraz Ağacı
- Sayfa Sayısı292
- YazarGökçer Tahincioğlu
- ISBN9789750529474
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Cemiyet Kaçkını ~ Kemal Selçuk
Cemiyet Kaçkını
Kemal Selçuk
Oğuz ile Kerim, bir Bursa baharında, Tuz Pazarı’nın hemen altındaki okunmuş kitap satılan tezgâhların önünde tanışmışlardı. Sait Faik’in Havuz Başı’sına önce uzanan Kerim olmuştu....
- Velhasıl ~ Ercan Kesal
Velhasıl
Ercan Kesal
“‘Geçmiş’, ‘bugün’ dediğimiz şeyin içinde saklı duran bir anılar yumağı. Aynı zamanda gelecekten de kehanetler içeren bir yumak bu. Yaşadığımız her şey, ardımızdan yuvarlanıp...
- İyiler Ölmez ~ Mustafa Kutlu
İyiler Ölmez
Mustafa Kutlu
“Kapı açıldı, biri içeri girdi. Onunla beraber yağmurun kokusu, fırtınanın ayazı… Kahveci Hacı Kadir uzun süpürgenin sapına dayanarak gelene baktı. Biraz ürperdi ama renk...