İz bırakmayan bir seri katil…
Cinayet… Suçların en büyüğü, günahların en affedilmez olanı.En büyük günah ve suç dense de cinayet ilk insandan beri var olmuş. Habil ve Kabil’i düşünün, üstelik ikisi kardeş ama kadın meselesi birinin diğerini öldürmesini engelleyememiş…
İstanbul’un olağanüstü güzel yalılarında, malikânelerinde vahşi cinayetler işleniyor. Şöyle böyle değil korkunç cinayetler, cinayetlere aşina emniyet mensupları bile “Bu bir kâbus!” sözlerini fısıldıyor geceler boyu.
En lüks semtlerde, onlarca korumanın arasında bir seri katil dolaşıyor, geride oluk oluk akan kandan başka iz bırakmayarak.
Ve yaşlı komiser işin içine girdiğinde, cinayetleri işleyen kişiyle burun buruna geldiğinde onu bırakıyor, yoluna gitsin diye…
Cinayetin masumu olabilir mi?
Bir daha aynı insan olmayacak, olamayacak. Kanın akışını izledi, döşemeyi kırmızıya boyadığını gördü, öyle bir an ki kirlenme korkusu yok, öyle bir leke ki bir daha çıkmaz. Kızıl rengin bu kadar güçlü ve büyüleyici olduğunu bilmiyordu. Kızıl, şeytanın rengi. Aynı zamanda insanın… Şeytana kötü deniyor, ya ona benzemeye çalışan insana? İnsan kanla can bulup, kanla can veriyor. Babalar oğullarına aynı kandan diye tapıyor, analar kızlarını öldürmeleri için oğullarını kanla temizliğe yolluyorlar.
Kan başrolde. Kanın anası şeytan, kan kaynayınca dünya altüst oluyor. Şeytanın efendiliğini kabullenebilir, sonra bırakacak, onun yönetiminde kalmayacak, kim yönetirse can yakıyor. Yüreği duruldu, daha sakin, daha güçlü, çünkü öldürüyor, ölüm tanrısal; cinayet işleyenler tanrıcılık oynamak için mi can alıyorlar? Kötülük önce masumiyeti öldürüyor; masumiyet güçsüz, korunmasız. Kötülüğün asıl kurbanı masumiyet. Bıçakla yaklaştığında adamın yüzünde şaşkınlık vardı, en çok buna şaştı. Eski katil, yeni kurban nasıl şaşırmasın, biri yaklaşmaya cesaret ediyor, oysa ölüm onun silahı, onun malı, onun kölesi. Korkmayan, dünyanın kendi çevresinde döndüğünü sanan adam şaşırıyor.
Cinayet sırasında sessiz bir korkuyu haykıran bakışları sevdi; şaşkınlığın korkuya dönüşünü, korkudan dehşete geçişini ve yalvarışı. Adam titrerken, kendini onun yerine koydu, artık o da bir bey, o da saygın, çünkü can yakanın, can alanın karşısında ilikleniyor ceketler. Bu kadar yıl kimsenin kılına dokunmadı, kimseye kötü söz söylemedi, kimsenin kalbini kırmadı, o zaman saygıdeğer değildi, şimdi elinde bıçağıyla can alırken yükselmiş durumda; çünkü acımasız… Yalvarıyor adam; daha da yalvaracaklar.
Saygının temeli korku…
Öfkenin temeli korku…
Öfkelendiğinde korkuyu hisseder, burnuna çirkin kokular gelirdi. Kan akarken koku gelmiyor. Çiçekler bile kokmuyor, kötülüğün kokusu yok, bu yüzden acıyı daha derin hissediyor, derin ve mutluluk verici… Çocukluğunda tatmıştı mutluluğu, bayram sabahlarında, bir erkeğin gülüşünde, bir kadının parlayan gözlerinde, bir bakışın içine gizlenen beğenide… Sonra mutluluğu unuttu, bir canı alana kadar. Eskiden şeffaftı, görünmezdi, kurban yüzüne bakmamıştı, ama ölürken farkına vardı. Bir güç savaşı, adam güçlüyken herkes yalvarıyordu, şimdi güçlü olan elinde bıçak tutan, saplayan…
Güç dediğin bir demir parçası, acımasızlık… Gücü öldürdü, yenilmez olanı yendi, kurban can verirken gözlerinin içine baktı, uçuşu gördü, ruh değildi giden, kötülüktü, uçuyordu, duman gibi, kapkara. Yüreği rahatladı, kötülük artık can yakmayacak. Aklına takılan tek şey, adamın acı çekip çekmediği. Korktu, tamam… Pişmanlık duydu, onu da gözlerinden okudu, oysa pişman olacağını hiç düşünmemişti. Korku çok şeyin ilacı…
Acı çekti mi? Bundan şüpheli. Ölüm çabuk geldi, yaşamı gözlerinin önünden geçmedi. Bu kadar sürede acı duyulmaz, acı sindire sindire yaşanmalı. Yüreğinde pişmanlık var. Acı çekmeliydi; hesaplayamadı, bıçak değdiği anda acı gelir, ölümün parçasıdır diye düşündü; adamınki acısız bir ölüm. Şansı var, zaten hep öyleydi. Bundan böyle planlarını iyi yapıp, acı çekmelerini sağlayacak. Beyaz çarşafları, beyaz gömleği kan çukuruna çeviren akışı izliyor, kan durmuyor. Bir insanda bu kadar kan… Kendi ölse bir avuç kanı akar, bununki sınırsız. Boğazından gelen kan köpürüyor. Gitmesi gerek. Adımları geri geri giderken adama bakıyor, bir daha göremeyeceği görüntüye, kanla bezenmiş yatak örtülerine.
Köşk sessiz, uykuda, çıt çıkmamalı, çıkartırsa, yakalanır, yakalanınca diğerleri yaşama sarılacak! Onları da cehenneme yollamalı, korku yetmeyecek, acı çektirmeli. Artık can almayı biliyor, bunu kullanacak. Cehennemin postacısı, işi bu… Cehennemin postacısı sözcüğü beyninde dönüyor. İsim mutlu etmiyor, zaten mutlu olmayı istemiyor. Güç mutluluktan öte, insanlar mutlu olmaya değil, güçlü olmaya çalışıyorlar. Mutluluk fakirlerin rüyası; tepedekiler, acı çektirenler güç istiyor; mutluluk kısa, güç sürekli, o da güçlüler arasına katıldı, artık başı dik, bakanlar gücü sezmeseler de yüreği gücün kanatlarında, üstelik korkmuyor. Kapıdan çıktığında ortalıkta kimse yok, rahat, ama rahatlık tuzak. İlk kapının ardında bir çığlık patlıyor; buldular, adam odasına çocuk yaşındaki kızları alır, bağırtarak ırzına geçerken kimse duymazdı! Şimdi anında… Sessizce merdivenleri iniyor, başı önünde, oradan oraya yürüyor, odalar boşalmış, herkes telaş içinde, öyle telaşlılar ki onu görmüyorlar, akılları ölümde,onlar ölümün peşinde koşarken, ölüm koridorda yürüyor. Kimseyle göz göze gelmemeye çalışıyor, birine baksa, gözlerinden okuyacak. Kadın çığlıkları geliyor kulağına, ölenin canını yaktıkları sel gibi gözyaşı döküyorlar, az çekenler az ağlıyor. Damat bağırarak ağlıyor. Utanmadan, çocuklar gibi, sıkılmadan…
Sesi köşkün içinde, her yanda… Geçen hafta adam onu dövmüştü, korumalar kollarından tutmuş, o tekmelemişti. Herkese merdivenden düştüğünü söylemiş! Dayaktan iki gün sonra yüzü gözü bantlar içinde davete katıldı, utanmadı, çünkü evlenirken istediği güçtü, zengin adamın damadı olmak, ölümünden sonra paralarından alabildiği kadarını almak, bu yüzden ezilmeye, dayak yemeye, yalan söylemeye hazır.
Damadın suçu bir kadınla ilişkiye girmek, aslında adamın bu tür şeylerle sorunu yok ama damat onun kızını aldattı, kız da önemli değil, kayınpederini aldattı! O zaman bedelini ödeyecek! Şimdi bedel ödeten kendisi, güç onun elinde. Damat ağlıyor, belki ağlamıyor da gülüyor, bu kadar şiddetli ağladığına göre kahkaha atıyor olmasın, haykırışlar kahkahanın üstünü örtmesin? Kendini kahraman sayıyor, kimsenin tanımadığı bir kahraman. Gururlanmıyor, kahramanlık neden gururlandırsın? Yaşamak nasıl doğalsa, kahramanlık da öyle… Ne madalyaya ihtiyacı var ne alkışlara. Yürek bilirse gerisi anlamsız… Alkışsız bir kahraman… Dikkat çekmeyen, şüpheleri üzerine almayan bir katil… Başkalarının bilmediklerini biliyor, görmediklerini görüyor. Yaşadıkları gözlerinden geçiyor. Kanın kokusunu şimdi alıyor, her şey bittikten sonra. Kesilen hayvanların kokusuna benzemese de aynılık, benzerlik korkuda, koyunların gözlerinde aynı korkuyu gördü, bir koyun ve koskoca Dağ Bey… Adı bile büyük, ama dağı aştı, kendi o kadar küçük ki Dağ onun farkına varmadı, bir son nefeste, o kadar. Tanıdı mı, gözlerindeki korkuda tanımayı gördü, yetmedi. Bıçak bir elinde, gırtlağı diğer elin baskısında, her şeyi hatırlasın istedi. O görkemli düğünü, insanların karşısında ezilip büzülmelerini, emirlerinin yasalardan keskin olduğunu…
İnsan ölürken yaşamı gözlerinin önünden film gibi akarmış; ona fırsat tanıdı, yaşadıklarını hatırlasın ki kaybettiklerinin büyüklüğünü anlasın diye bekledi. Ardından bıçak adamın boynundaki damarın üstüne dayandı. Öleceğini hissetti, titremeyi bile unuttu, gözleriyle yalvarıyor, ses çıkarırsa bıçağın damarı keseceğini biliyordu. Susarsa bıçak duracak mı; durmadı, bıçağın ince sivri ucunu soktu damara, bir doktor gibi, kan fışkırınca damarı kesti. En şaşırtanı damarın bıçağa direnmesi, o kadar mı sağlam damarlar? Canın gözlerden uçup gitmesi yüreğinin temposunu artırdı, adam ölürken kalbi gümbürtüyle vuruyordu, öyle bir vuruş ki koca köşkten duyulacağını sandı, yine de korkmadı. Korkmak değil, anlamak, en başta kendini, ne olduğunu… İlk seferinde tutkunu oldu öldürmenin, ölümlerin ardından yüreği sızlarken şimdi hissettikleri…
Korkmadığı gibi utanmıyor, neden utansın, güç utandırır mı? Odadan çıkar çıkmaz çığlık patladı, bu kadar mı çabuk, oysa aklında ölümün yerleştiği binada dolaşmak var, bir dahakinde buna dikkat etmeli, en az bir gece ölüm odasında kalmalı. Tiz-çirkin çığlıktan sonra sesler, ayak sesleri, ahşap merdivenlerin gıcırtısı, anlaşılması zor konuşmalar, hıçkırıklar, haykırışlar ve polise edilen telefon. Polis ölüyü diriltemez; o zaman nedir aceleleri? Odaya girenler, çıkanlar, kimi susmuş, ses çıkmıyor ağzından, bir kısmı da hiç durmadan konuşuyor, birileri ambulans istiyor, bir diğeri hastaneyi arıyor.
Siren sesleri, önce iki ambulans dayanıyor kapıya, ardından polis arabalarının sesleri, ambulans gelince her kafadan bir ses çıkıyor, yol gösterirlerse kurtuluş varmış gibi. Polis gelince hepsi sustu, eve suskunluk egemen. Suskunluk korkudan, korkuyorlar, onları ürküten birilerinin ağzından yersiz bir söz kaçarsa, polis şüphelenirse…
Ölenin sesi kesildi, yaşarken en çok onun sesi duyulurdu, şimdi sessiz, gücünü kaybetti, güç yaşam olmalı, ölenin ilk kaybettiği gücü, onun bunun eline kaldı. Aklında yeni cinayetler var, ölecekler şimdiden kabarık bir liste oluşturuyor, bu bitti, ya diğerleri, onlar nasıl gerçekleşecek? Ya yakalanırsa? Korkmuyor, titremiyor, öyle çok korktu ki korkuyu yitirdi, yaşamından eksilenlerin sonuncusu korku, bu eksiği öldürerek kapatacak. Adamın öleceği andaki hıçkırığı geliyor aklına; konuşmadı, tek söz etmedi ama hıçkırdı, o anda mutluluğun zirvesine ulaşmıştı, Şimdi de mutlu ama bir hıçkırık boğazına takılıyor. Birileri ağladığını düşünüyor, böylesi iyi, taklit etmeden, başkasına uymadan, oyun oynamadan… Kendiyle gurur duyuyor. Gurur garip geliyor, hiç duymamıştı, yine de gururu tanıyor, görmeden, tatmadan tanımak mümkün.
Komiserin korkusu…
Kapının önü ana baba günü. Kameralar, fotoğraf makineleri, oradan oraya koşan, habere ulaşmak isteyen insanlardan oluşan bir ordu. Gelen her arabadan bir şeyler öğrenmeye çalışıyorlar, çünkü kapı kapalı, bir süre açılmayacak. Dev kapı basına kapanmış. Bir aralansa fırlayacaklar içeri, ama koruma ordusu nefes aldırmıyor, kimsenin aradan sızması mümkün değil, kapıdan giremeyenlerin duvardan atlamasını önlemek için bir kısım koruma da duvar kenarına sıralanmış. Komiser arabasıyla ana kapıya yanaşınca gazeteciler önünü kesiyor, “Nasıl ölmüş?” diyorlar. “Kim öldürmüş?” sözleri sıkışıyor araya. Gazetecilerin yüzünden kapıya ulaşması olanaksız… Korumalar geliyor, kimliğine bakıp gazetecileri itiyorlar.
Adamlar güçlü, gözlerinden bir şey kaçmıyor, sayıları çok, ama efendilerinin öldürülmesini önleyemediler. Telsizle, cep telefonlarıyla kapının açılması istenince koca kapı aralanıyor, komiser yasak bölgeyi aşıyor. Büyük kalabalıktan sonra devasa bir bahçe ve sessizlik… Haykırışlar, itişmeler, haber kovalamaca geride, burası başka bir dünya. Arabasını otoparka kadar getiriyor. Otoparktan ötesi uzun bir yol, üstelik yol yokuşa sarıyor. En zor gelen yokuşu tırmanmak, tırmanmaktan öte adamlarının yanına geldiğinde ter içinde, nefes nefese olmak. Yaşlandığının işareti. Yaşlanmak utandırıyor, bir daha genç olamayacağının, işini eskisi gibi yapamayacağının korkusu alev olup yakıyor. Ona baba demelerini seviyor da ihtiyar denmesi kötü. Baba da ihtiyar değil mi?
Otoparka bırakmak ya da kapı önüne kadar gitmek. Burada kuralları o koyduğuna göre arabaya yeniden binip sürüyor kapıya kadar. Arabadan inerken arka koltuktaki ceketini giyiyor. Geçmişte bu kadar terler miydi? Farkında değil, o yıllarda ne nasıl göründüğüne ne de insanların onun hakkında düşündüklerine aldırmazdı, çünkü gençti, genç adam terlese de utanmaz, nefes nefese kalsa da ama ihtiyarlık yok mu; suç gibi.
Nefesini kontrole alacak, bunun için hileler geliştirdi. Yaptıkları ağırına gidiyor, emeklilik zamanı yaklaştı, tam sınırda, onu bir Anadolu kentine göndermesinler diye iki yıl içinde emekli olacağını söyledi. Sahi o zaman tayini çıkmaz mı, emniyette böyle anlamlı ve kibar davranışlar ne zaman görülmüş? Emekli olunca ne yapacak, bekleyeni olmayan biri neler yapar, kimlerle görüşür, zamanı nasıl geçirir? En iyisi son gün kalp kriziyle yere yığılmalı, ama ölüm randevulu gelmiyor ki! Kapıdan çıkarken eline ölen işadamının fotoğraflarını sıkıştırdılar; genç sayılır, kendinden genç, iriyarı bir adam, korumalarla gezermiş, bir defasında gazetedeki söyleşisinde görmüştü, ama korumalar yatak odasına giremiyor. Adamı yatak odasında bıçaklamışlar. Kadın meselesi olmalı, yatak odasına kadınlar giriyor ve zengin adamların dostu kadar düşmanı da oluyor.
Gözlerini dosyadan kaldırıp çevreye bakıyor. Her yan ağaçlarla kaplı, çoğunu ilk defa görüyor, belki Yenidünya’dan getirtilmiş, insanın parası olunca merakları da çoğalıyor. Havayı rutubet kokusu sarmış, orman rutubeti, iki kıyıda ağaçlar kesilip siteler kurulurken burada ağaçlar ayakta, çünkü çevresini orman gibi ağaçların sardığı köşk hem seçkin bir zevki hem de zenginliği gösteriyor. Bahçeyi doğal bırakmışlar, şimdilerde moda olan doğallık. Adamın her şeyi var, onun için şakıyan kuşları, çiçek kokuları, lüks otomobilleri, birbirleriyle yarışan kadınları. Kendini hiç böyle hissedemedi, hep sıradandı, evliliğinin ilk yıllarında bile. Karısına âşık olmuş ama onun bakışlarında aşkın izini bulamamıştı. Belki böyle bir serveti olsa, karısı onu severdi. Parayla ölçülen sevgi mutlu eder mi? Parası için sevilen adamlar evdekiyle yetinemediklerinde, daha iyiyi, güzeli ve genci aradıklarına göre paranın varlığı aşkı öldürse de arayışı sürdürüyor. Çiçekler farklı kokuyor, aralara eskiden tanıdığı kokular karışmış. İnsan güzellikleri bırakıp nasıl gider ölümün kucağına? Mesleği tuhaf, insanları ölümden sonra tanıyor, sırlarını öğreniyor, ama onlarla konuşamıyor.
Komiser Ömer Başkurt, pazar sabahlarına rastlayan, dinlenme, eğlenme arzusu bırakmayan cinayetlerden şikâyetçi değil, çünkü pazarları sevmiyor. Tatillerde can sıkıntısından patlıyor, ne yapacağını bilemediğinden eve kapanıyor, toz alıyor, bazen çorba yapıyor, eski kitapları karıştırıyor, ama ömür bunlarla geçer mi? Yardımcıları Nihal, Erkut, Samet orada, üçü de genç, üçü de tatil planları yapmışlardır, ama yüzlerinde sıkıntının izi yok. Cinayet onları heyecanlandırır, üstelik adam ünlü. Heyecanla konuşuyorlar. Emekli olunca yerine onlardan biri geçmeli, ama sistem farklı, kararı o vermeyecek, tavsiyede bulunsa kimse dinlemez, evet der, unuturlar. Yerine İstanbul’u tanımayan biri gelir. Çocuklar onunla anlaşabilir mi? Nihal saygı dolu duruşunu takınıyor. Aslında kadınlar bu kadar saygılı durmaz ama kız erkek gibi, ceket giymese de önünü iliklemeye benzer tavırlar içinde. Gitmeden onu evlendirmeli, başkasının eline kalırsa tayini çıkar, evlenemez. Samet heyecanlı, diğerleri de ama onun kadar belli etmiyorlar. Müdürünün yanına geliyor, soru sorulmasını beklemeyecek kadar tez canlı. “Efendim, maktulün adı Dağ Gürpınar, gazetelerde fotoğrafları çıkardı, tanırsınız. Katil boğazını kesmiş. Biraz önce yakınlarını toplayıp, düşmanlarının listesini yapmalarını istedik, sorguyu size bıraktık.” Telefonu çalıyor, arayan vali, gelişmeleri soruyor. Adam zengin ve ünlü ya, sonuca hemen ulaşmaları gerek! Valinin araması telaşın büyüklüğünden, bakanlar valiyi arar, vali emniyet müdürünü, emniyet müdürü de Ömer’i, bu defa vali doğrudan aradığına göre Ankara sıkıştırıyor.
Böyle bir durumla karşılaşacağını köşkün kapısında biriken gazete ve televizyon muhabirlerini görünce anlamıştı. Telefonda iz üstünde olduklarını söyledikten sonra boşluğa düşüyor, her cinayette böyle olur. İşin başında umutsuzdur, ince eleyerek, sık dokuyarak sonuca ulaşır, yine de işin başı… Merdivenlere yürüyor, eldivenlerini takıyor, kapı önünde yardımcıları ayaklarına poşet geçiriyorlar. Geniş kapının çevresinde renk renk çiçekler var. Çiçeklerden birkaçı merdivenlere dökülmüş. Giren-çıkan, soran-koşan insanlar. Komiser Ömer’in gözü kırmızı bir lekede, eğilip dokunuyor, çiçek mi diye, ama kan; peki kim bulaştırdı, katil mi, yoksa inceleme ekibi mi? Nihal’in gözleri komiserde, kandan örnek alıp kanıt torbasına koyuyor. Sonra soran sorana, kimse kana basıp merdivene kadar geldi mi diye… Ekipten biri değilse, katilin bıraktığı iz olmalı. Samet’in gözleri ışıl ışıl, en azından bir adım yaklaştılar, ama komiser sakin, kan damlasından bir şey çıkmayacağını biliyor, maktulün kanıysa her şekilde bulaşmış olabilir, cinayeti gören de bulaştırabilir, katil de. Yine de kanın kime ait olduğunun bulunması gerek. Katilin kurbanın gırtlağını keserken eli kanayabilir, eğer kan başkasına aitse bulmak kolay, ya maktulün kanıysa, o zaman elde var sıfır.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıMasum Cinayetler
- Sayfa Sayısı336
- YazarTuna Serim
- ISBN9786254415739
- Boyutlar, Kapak13,5 × 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDestek Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yenilgiden Dönerken ~ Ali Ayçil
Yenilgiden Dönerken
Ali Ayçil
“Ben o yenilgiyi sevdiğimde, içimde bir zafer şarkısı vardı. Bir bakış, simitlere, sıcak çaylara, işçi tulumlarına, dilenci ellerine yapışıp kalmış bir bakış, nereye gitsem,...
- Göçebe ~ Yahya Türkeli
Göçebe
Yahya Türkeli
Kitapta; Yaşamını dağlarda, yaylalarda geçiren konar-göçer çocukların yaşamı anlatılmaktadır. Gerçek yaşamdan kesitlerin yer aldığı; dünyaya yeni gelen minik kuzu, at sırtında yolculuk, nehre düşen...
- Hep O Şarkı ~ Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Hep O Şarkı
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
“Yüksek zümrelerin son zenginlik günleri”… Yazar toplumu ve toplumsal sorunları gözlüyor; önemsediği “Konak”ın son direnişine tanıklık ediyor. Kent yaşamının konutu, konak. Yazlık köşk, yalı...