“İnsanın kalbi kimdeyse evi de oradadır.”
Bahar geldi ve çiçekler kalplerini sarıp sarmaladı. Önce bakışlar, sonra tebessümlerle adımlar atıldı. Sıcak bir kışı geride bırakan güzel ruhlar şimdi güneşin ışığında yanmaya hazırdı.
Mislina ve Akif Selim’in kalbi birbirinin dengiydi ve her kalp dengine koşardı. Mislina şairdi, Akif Selim ise şiir. Fakat ikisi de okudu, ikisi de yazdı çünkü birbiri için atan kalpler bir gün muhakkak bir kitabın aynı cümlesinde nefes alırdı.
Sevgileri her geçen gün derinleşirken karşılarına çıkan güçlüklere inat daha sıkı sarılıp bir söz verdiler.
Bu sevmeleri kıskandıracak güzellikte bir sevgiydi çünkü kalp kırmaktan korkan iki insan nefreti hiç bilmezdi.
Onlar gökyüzünün en güzel yerinde parlayan iki inci tanesiydi.
“Her insanın kalbi bir kafestir ve oraya bir kuş girer.
Kalp severse kuş yaşamayı bilir, küserse o kafesin içi boş kalır ama kalbinin içindeki öldü diye sevmekten vazgeçilmez.”
*
1. “RİTMİN KALPLE DANSI”
Özdemir Erdoğan – Aç Kapıyı Gir İçeri
Onu ilk gördüğümde kalbimde bir cümle filizlenmişti.
Sevgi acıtır, öp yaralarımdan belki sana da bulaşır.
Öpmüştü.
Sevgimin onu acıttığı yerden mi, yoksa acıyan ruhunun onu besleyebileceğim yerinden mi bilemiyorum. Sahi, acım ona da bulaşmış mıydı artık? Hani olur ya, hislerim yüreğine siner, belki o da benim gibi hissederdi.
O kadar deli, tuhaf ama içi içine sığmayan bir haldeydim ki sanırım bulutların üzerinde yürüyordum. Hayır, daha önce hiç bulutların üzerinde yürümedim ama yürüseydim ancak bu kadar mutlu hissedebilirdim sanırım.
Yine sabahın erken vakitlerinde uyanarak hazırlandım. Hastaydım ama bu sadece fiziksel bir olaydı. Ruhum öylesine sağlıklı hissediyordu ki sanırım tek bir dokunuş bile oradaki yarayı iyi edebilmek için vardı. Ezgi bugün işe gidecekti, hatta çoktan gitmişti. Onun da yaraları iyileşmeye başlamıştı ama ne yazık ki benimkinin aksine onun yarası sadece fiziksel bir temasla sınırlı değildi lakin güçlü bir insandı ve içerideki yarasını da kapatacağını biliyordum.
Aynamın karşısında son dokunuşlarımı yaptıktan sonra kendime bir baktım. “Sırıtmaktan ağzım böyle kalırsa Akif Selim beni hâlâ güzel bulur mu acaba?” diye sordum kendi kendime. Bunu söylerken bile sırıtıyordum. Aslında yüzümdeki bu muzip tebessüm dün geceden beri bir an olsun düşmemişti dudaklarımdan. Uyuyana kadar, uyandıktan sonraya kadar bile devam etmişti.
Birkaç gündür takmadığım kırmızı beremi geçirdim en son kafama. Saçlarımın buklelerini düzelttim ve derin bir nefes alıp gülümsedim. Hah! Sanki sabahtan beri başka ne yapıyorsam?
Birkaç bir şey atıştırdıktan sonra evden çıktım. Akif Selim mesaj atmamıştı ama durakta olduğunu biliyordum. Biliyordum işte. Merdivenlerden usul usul inmeye başladım ama kalbim bunu reddedercesine atıyordu. Kalbim ağzımın içindeydi sanki ve konuşursam duracaktı. Birkaç dakika sonra apartmandan dışarı çıktığımda havanın oldukça keyifli olduğunu gördüm. Güneş yüzünü gösterirken; karlar çoktan erimişti bile.
Birkaç adım yürüdükten sonra karşı kaldırıma baktım.
Oradaydı.
Durakta yalnız başına oturuyordu.
Elimi kalbimin üzerin götürüp, “Allah’ım ne olur kalbime mukayyet ol,” diye mırıldandım.
Gözlerimi kapatıp açtıktan sonra yutkundum ve çantamın kemerini omzuma doğru iyice çektikten sonra karşı kaldırıma doğru yürüdüm. Gözleri gözlerimi buldu. Dünden bu yana asla konuşmamıştık. O andan itibaren konuşmayı unutmuştuk. Bu iyi bir şey miydi yoksa sandığımdan daha mı kötüydü bilmiyorum ama bunu sorun etmemiştim. Belki de konuşsaydık büyüsü elimizde dağılıverecekti.
Az sonra durağa vardığımda başımı öne eğerek hemen yanına oturdum. Biraz sağa doğru kaydı ve daha rahat oturabilmem için bana yer açtı. Çantamı kucağıma koydum ve öylece ellerimi önümde birleştirdim. Akif Selim de aynıydı. İkimiz de yere bakıyorduk ama gülümsediğini hissedebiliyordum çünkü şu an ondan farksız değildim. Bu sessizlik böylece sürerken, “Günaydın,” dedi sakince.
“Günaydın,” diyebildim kısık sesimle. Sesim oldukça hassas çıkmıştı.
“Nasılsın?” diye sordu.
“İyiyim,” dedim aynı şekilde. “Sen nasılsın?”
“Ben de iyiyim.”
Gözlerimize bakamıyorduk. Niye böyle olmuştu bilmiyorum ama aşırı hoşuma gitmişti. Onunla benim aramda ne vardı onu da bilmiyorum ama bu bağı seviyordum. Utangaçtı, merhametliydi, sakindi ve her şeyden evveli eşsiz bir ruhun sahibiydi.
Bir müddet daha sustuğumuzda parmaklarımla oynamaya başladım. Deli gibi konuşmak ve gözlerine bakmak istiyor ama gözlerine bakarsam öylece kalakalmaktan korkuyordum. Hastalığım henüz geçmemişti ve burnum ara ara sersem gibi akmaya devam ediyordu. Çantamdan peçetemi çıkarıp burnumu sildim. Gülümsediğini görebiliyordum. “Gülme lütfen,” diye konuştum. “Sersem gibi görünüyorum değil mi?”
“Hayır,” dedi yumuşak bir sesle. “Oldukça güzel görünüyorsun.”
İçim… Gidiyor…
Burnumdaki peçeteyi yavaşça indirdim ve başımı hâlâ yerden kaldırmadan gülümsemeye devam ettim. Derin bir nefes alıp verdim, tabii bu burunla bunu ne kadar başarabilmiştim bilmiyorum ama… Kafamı kaldırıp yüzümü yüzüne çevirdim. Bunu yaşadığımız an eş zamanlı konuştuk.
“Sen söyle,” dedi gülümseyerek konuşacağımızı fark ederek.
“Yok sen söyle.”
“Olmaz,” diye ısrar etti. “Sen söyle lütfen.”
“Ama,” diyebildim gözlerimi kaçırarak. Mavi gözbebekleri soğuğun uğramadığı ama ondan başka hiçbir yerin o kadar soğuk olmadığını belli edermişçesine yüreğime dokunmaya devam ettikçe cümlemin devamı bir türlü gelmedi. “Aslında…” Yok, vallahi utanıyorum çok.
“Aslında?”
Dişlerimi göstererek gülümsedim ve sonra bunu elimle gizledim. “Hayır,” dedi kafasını iki yana sallayarak. “Gülüşün saklanmayacak kadar huzur veriyor, Mislina.”
Elim ağzımın üzerinde kalakaldığında duraksadım. Ona belli etmeden nefesimi sindirmeye başladığımda elimi ağzımdan indirdim ve gözlerimi hemen arkada beliren otobüse kaydırdım. “Otobüs geldi,” diye ayaklandım.
Benimle birlikte ayaklandığında çok geçmeden otobüs durdu ve önce ben, sonra Akif Selim otobüse bindik. İçerisi kalabalık değildi ama orta kısmın ikinci sırasında tek bir boş yer vardı. Oraya doğru ilerledim, Akif Selim de peşimden geliyordu. Boş koltuğa geldiğimde ona baktım. “Otursana,” diye mırıldandı.
Kaşlarımı kısacık çattım ve ardından çantamı kolumdan çıkarıp oturdum. Çantamı kucağıma koyduğumda Akif Selim hemen dibimde durdu. Güzel eli otobüsün sarı direğini kavradığında orayı izledim. Kabanın altında beliren saatine baktım. Babasının saati olduğunu söylemişti. İçimi çektim. Babasına verdiği değeri gözlerinden bile anlayabiliyordum. Göz bebeğim benim.
Gözlerimi oradan çekip başımı hafifçe yüzüne doğru kaldırdığım vakit bana baktı. Ne de güzel bakıyordu öyle. Kafasını hafifçe direğe doğru yaklaştırdığında gözlerimizin teması daha sağlıklı oldu. Konuşmuyorduk ama gözlerimiz sanki bize bir şeyler anlatıyordu.
Yaklaşık on dakika sonra otobüsten inerek okulun kapısına doğru yürümeye başladık. “Ezgi işine geri döndü,” diye konuşmaya başladım.
Akif Selim, “Umarım her şey onun için daha iyi olur,” dedi sakince.
“Umarım.”
“Babamın yanına birkaç gündür gidemiyorum ve huzursuz hissediyorum,” diye ekledi hemen ardından. “Kendime kızıyorum onu yalnız bıraktığım için.”
“Hayır,” diye durdurdum onu. Bana döndü ve kaldırımın üzerinde birbirimize baktık. “Lütfen böyle düşünme. Sen de insansın, hem de çok iyi bir insansın. Her şeyden önce fedakârsın. Ben eminim ki baban…”
Buruk bir tebessümle güldü ve gözlerimin içine bakarak cümlemin devamını kendi tamamladı. “Babam zaten benden bihaber, iki ay gitmesem bile fark etmez öyle değil mi?”
“Böyle düşünmedim ki,” diye ifade ettim.
“Biliyorum Mislina,” dedi sakince. “Senin zihninde böyle şeylerin var olmadığını elbette çok iyi biliyorum ama babam işte…”
“Baban işte,” dedim gülümseyerek. “Baban.”
Gülümsedi. O sırada Sevde yanımızda belirdi. “Günaydınlar.”
“Günaydın,” diye baktım yüzüne. Sevde bir bana bir Akif Selim’e baktıktan sonra, “Niye duruyorsunuz ki burada?” diye sorduğunda çabucak cevapladım: “Hiç.”
Sevde bana ima dolu bakışlar atarken gözlerimi küçülttüm ve bunu kesmesini belirttim. Sonra da birlikte tekrar yürümeye başladık. Sevde, “Bu arada haberiniz var mı?” diye konuştu tatlı bir heyecan ile.
“Neyden?”
“Okulun kış festivali için yapılan konserden,” diye söylenip daha coşkulu bir halde ekledi:“Emre Aydın geliyormuş.”
“Ya,” dedim birdenbire. “Haberim yoktu.”
Akif Selim, “Benim de,” diye mırıldandı. Gözlerim usulca gözlerine kaydığında bana bakmayıp dümdüz bir halde önünü izlediğini gördüm. Bunu sorun etmediğimde Sevdeyeniden konuşmaya başladı: “Yarın akşam saat sekiz gibi başlayacakmış. Aslında okuldaki panolarda yazıyor ama tabii görmemiş olmanız normal.”
“Dikkat etmedim,” diye geçiştirdim. Gidecek miydim? Gitmeyi çok isterdim. Akif Selim de benimle birlikte gelir miydi? Gelmesini çok isterdim.
Konuşmalarımızı uzatmadan okul kartlarımızı okutup bahçeye giriş yaptık. Dersin başlamasına yirmi dakika kadar vardı. Sevde bu süreyi Burak’la geçirmek için onun yanına gitti. Biz de Akif Selim ile beraber kantine gittik. Kış aylarında burası daha sıcak ve hoş oluyordu. Birer bardak kahve aldıktan sonra boş bir yer bulup oturduk fakat az sonra hemen iki masa ötemizde tek başına oturan Berat’ı gördüm. Çantamı ve kahvemi masanın üzerine bırakıp, “Berat’ın yanına bir gidip geleyim ben,” dedim Akif Selim’in gözlerine bakarak.
Afalladı ve gözlerini üzerimden çekip Berat’ın olduğu yöne baktı sonra da sakince kafasını aşağı eğip, “Peki,” dedi. Onu kısa bir süreliğine burada yalnız bıraktıktan sonra Berat’ın yanına gittim. Ben geldiğimde telefonundan başını kaldırıp, “Hoş geldin,” dedi.
Sandalyemi çektim ve emanet bir halde oturdum. “Nasılsın?” diye sordum. Son zamanlarda Berat’la kopmuştuk aslında kopma değildi ama haliyle aramıza bir mesafe girmişti. Bunun sebebi ne oydu ne de ben. “İyiyim,” dedi telefonunun ekranını kilitleyip masaya koyarken. “Sen?”
“Ben de iyiyim,” dedim gülümseyerek. Berat’ın yüzü hemen iki masa önümüzde duran masaya yani Akif Selim’in yüzüne odaklandığında, “Onunla aranda bir şey mi var Mislina?” diye sordu.
“Kiminle?” diye sordum bilmezlikten gelerek.
Kaşlarıyla Akif Selim’i işaret etti. “Şu herifle işte!”
Çenemi omzumun üzerine koydum ve Akif Selim’i saniyeler içinde izleyip geri döndüm. “Akif Selim,” diye başladım konuşmaya. “Aramızda net bir şey yok, iyi anlaşıyoruz ama.”
“Bunu görebiliyorum,” dedi düz bir sesle. “Son zamanlarda daha yakınsınız. Unuttun bizi.”
Kaşlarımı çattım. “Unutmak değil bu. İster istemez bir soğukluk giriyor araya ama bu size karşı olan sevgimden bir şey götürmedi ve götürmez.”
Berat sözlerimin üzerine çabucak bir şey eklemeyip dinlemeyi ve susmayı tercih etti. Elimi boynuma götürdüm ve hafifçe orayı ovmaya başladım. Berat, “Sadece önceden benimle daha çok şey paylaşırdın ve daha fazla zaman geçirirdik,” dedi. “Niyetim seni kırmak ya da incitmek değil fakat o herif bizden daha önce geliyor artık değil mi?”
“Bunu söylemen bile kırıyor,” diye mırıldandım gözlerine bakarak. “Ama duymak istediğin şey oysa,” deyip kafamı aşağı yukarı salladım. “Akif Selim ile farklı bir bağ var aramda. Onunla anlaşabiliyorum. Buradan sakın beni başka şeylerle suçlama lütfen çünkü insan bazen bir şeyler olurken bunun önüne geçemiyor. Üzgünüm.”
Berat gözlerimin içine uzun uzun bakıp gülümsemeye çalıştı. “Olan şey nedir Mislina?”
“Anlamadım?”
“Dedin ya,” diye açıkladı yerinde hafifçe toparlanarak. “İnsan bazen bir şeyler olurken bunun önüne geçemiyor diye… Olan şey nedir?”
“Hiç,” dedim çabucak. “Hiçbir şey. Beni neden yargılıyorsun anlam veremiyorum.”
“Yargılamıyorum,” dedi sakince. “Sadece soruyorum. Sen benim için değerli birisin ama son zamanlarda aramız epey açıldı ve bunun sebebini merak ediyorum. Evet, ben de buna sebep oldum çünkü bir yandan işim bir yandan okulum derken… Seni yargılamıyorum Mislina.”
“Anlıyorum,” dedim saf bir tınıyla. “Önceden daha çok şey paylaşırdık seninle fakat söylediğin gibi bu tek taraflı değil.”
“En azından birbirimizden bir şey saklamıyoruz,” diye ekledi hızla yüzüme bakarak. Afalladım. Ucu açık kalmış bir cümleydi bu, anlayabilmiştim. Üstelemedim. “Aynen öyle.”
Berat’ın gözleri yavaşça gözlerimden ayrılıp Akif Selim’i hedef aldığında, “Neyse ben seni tutmayayım,” diye konuştu. “Kahven soğumasın.”
Dudaklarımı birbirine bastırdım ve sandalyemi geriye doğru iterek ayaklandım. “Görüşürüz Berat.”
“Görüşürüz.”
Arkamı döndüğüm gibi derin bir nefes alıp verdim. Kimse kırılmasın diye çabaladıkça sanki ters tepmeye başladığını hissediyordum ama Akif Selim’i onlarla aynı kefeye koyamazdım. O benim sevgimdi, kalbimdi. Onlar ise arkadaşımdı. Elbette bu onları atıp yalnızca Akif Selim’i görmekten geçmiyordu ve ben de zaten öyle değildim. Bazen kalbim ağır bastığı için onun yanında olmam gerektiğine inanıyordum ve kalıyordum çünkü o beni mutlu ediyordu. O bana kalbimi öğretiyordu.
Birkaç saniye sonra Akif Selim’in karşısına geçtim ve sandalyemi sakince çekip oturdum. “Kahven soğudu biraz,” diye mırıldandı gözlerime bakmadan.
Omuzlarımı düşürdüm ve elimle kâğıt bardağı çerçeveledim. “Dert değil.”
Bir şey söylemedi. Kahve dolu bardağı dudaklarıma götürüp bir yudum aldığımda o sıcak tadın uzaklaştığını gördüm. Bardağı dudaklarımdan çekip yutkundum fakat konuşmadım. Yine sessizleri oynuyorduk. Gözlerimize bakmak bu kadar zor olmamalıydı ama biz bunu bile mümkün kılmayı biliyorduk. “Emre Aydın dinler misin?” diye sordum sakince. Gözlerine baktım. Gözlerime baktı.
“Çok değil,” diye itiraf etti. “Peki ya sen?”
“Ben de öyle,” deyip gülümsedim. “Aslında ben çok müzik dinleyen biri değilim ama Emre Aydın’ın parçalarını güzel buluyorum.”
“Öyle,” dedi sakince.
“Peki yarın akşam gidecek misin?” diye sordum kısık bir sesle.
Kolunu masanın üzerine koydu ve diğer elini hemen beremin altında bozuk bir halde duran saç telime uzatarak, “Bilmem,” diye mırıldandı. “Gidelim mi?”
Eliyle saçımı düzelttikten sonra gülümseyerek kendini geri çekti. Yüzümdeki ısı oranı yine artmaya başladığında gözlerimi kaçırdım. O böyle baktıkça ona cevap verememek dahası ona dikkatli bakmak oldukça zor oluyordu. “Yani,” dedim gülümseyerek. Etrafı izliyordum ama nereye baktığımdan bihaberdim. “Gitmek isterim.”
Güldü. Bu ânı kaçıramazdım ve bakışlarımı gülüşüne sabitledim. Kafasını aşağı yukarı sallarken gözlerini kıstı. “Kesinlikle. Seninle aynı fikirdeyim.”
“Buna sevindim.”
İç çekti ve elini kahvesinin bardağına uzattı. “Ben de.”
Ona eşlik edermişçesine kahvemden birkaç yudum daha aldım. “Ama henüz iyileşmedin,” diye söylendi bardağı masanın üzerine bırakırken. “Sıkı giyin, tamam mı?”
“Tamam,” dedim sıcacık tebessüm ederken.
Birlikte bir müddet daha sohbet ettikten sonra kantinden çıktık. “Derste burun çekmek kadar rezil bir durum yok sanırım,” diye mırıldandım kendi kendime.
Akif Selim, “Sınavda burun çekmek,” diye karşılık verdiğinde güldüm. “Bak onu unutmuşum!”
Tavrıma tebessüm ettiğinde okul binasına doğru yürümeye devam ettik fakat o esnada Işıl karşımızda belirdi ve önce Akif Selim’e sonra bana tuhaf tuhaf baktı. Gözlerimi devirip kafamı diğer yöne çevirdiğimde, “İstediğini elde etmişsin Mislina,” diye geveledi. “Akif Selim’in yanındasın.
Akif Selim, “Işıl çekilir misin önümüzden?” diye sordu. Duruşu ve ses tonu epey ciddiydi.
Işıl hayretle gülerek, “Önümüzden?” diye dikkat çekti. “Siz oldunuz yani öyle mi?”
“Bununla neden bu kadar çok ilgileniyorsun?” diye sordu sonra Akif Selim. “Hayır bir de hiç utanmadan hâlâ gelip bir şeyler söyleyebiliyorsun. Babanı kullandın, hayatında biri varken beni de kullanmaya kalktın kendi çapında… Ee?” diye sordu. “Sahiden hiç mi utanman yok?”
İçten içe gülümserken Işıl sinirlenerek, “Hadi benim utanmam yok,” deyip gözleriyle yetmeyip eliyle beni işaret etti. “Şu kızın peki? Yanında gezdiriyorsun bir de kedi gibi… Ne kadar sevimli…”
Öfke ve şaşkınlık vücudumda harmanlanarak bir his elde ettiğinde Işıl’a baktım fakat Akif Selim benden erken davrandı. “Kendine gel. Benim hayatıma da karışmayı bırak. Kalbini kırmamak için daha ne kadar zorlayabilirim bilmiyorum ama haddini aşıyorsun.”
Işıl, “Ama Selim…” dediğinde bu sefer konuşan ben oldum. “Gerçekten yazık. Hayatında biri varken hâlâ neler peşinde geziyorsun. Utanman yok mu diye sormayacağım çünkü cevabı çok basit.” Kafamı salladım. “Senin cidden utanman yok.”
“Bana bak!” diye üzerime atılmaya çalıştığında Akif Selim önümde durdu ve Işıl’a, “Yeter!” diye sesini yükseltti. “Yerini ve haddini bil. Ne duymak istiyorsun benden bilmiyorum ama kalbini kırmaktan çekinmeyeceğim bu saatten sonra. Git şimdi.”
Işıl sert hareketlerle soluk alıp vermeye başladığında kafamı öne eğdim ve kaşlarımı çattım. O buradan gittikten sonra Akif Selim bana dönüp koluma dokundu. “Sıkma canını,” dedi sakince. “Ne dediğini bilmiyor.”
“Umurumda bile değil ki,” diye baktım gözlerine. “Benim hakkımda ne düşünürse düşünsün. Ben bildiğim kişiyim…”
“Umurumda olan bu.”
Onun söylediğini tekrar ettim. “Umurumda olan bu.”
“Böyle şeyleri ne kafana tak ne de kendini üz,” diye tembih etti. “Seni onunla muhatap ettiğim için asıl üzülen taraf ben olmalıyım.”
“Hayır hayır,” dedim aksini iddia ederek. “Bu senin suçun değil. Hem ben de üzülmüyorum ki. Işıl işte,” diye mırıldanırken nefesimi zorlukla dışarı verdim. “Neyse derse girelim en iyisi. Saat geldi.”
Konu hakkında daha fazla yorum yapmadan okul binasına girdik. Etrafa daha dikkatli baktığımda duvardaki Emre Aydın posterlerini görebilmiştim. Sakin sakin koridorda yürürken gülümsememi sürdürdüm.
Sınıfa girdiğimizde Sevde’nin gözleri beni buldu. Yanında Berat oturuyordu. Duraksadım ve adımlarımı yavaşlattım. Bu ikilemden hiç hoşlanmıyordum ve yine böyle bir durumun içinde kendimi bulduğum için bir miktar kırgın hissediyordum. Akif Selim bunu fark edermişçesine, “Onlarla oturabilirsin Mislina ne de olsa arkadaşların,” diye fısıldadı. Sınıfın ortasında beklemek istemediğimden ötürü ona çabucak baktım. Bir şeyler söyleyeceğim sıra yine benden önce davranarak kibar bir dille, “Cidden sorun değil,” dedi ve sırasına doğru yürümeye başladı.
Neden böyle olmuştu anlam verememiştim.
Sıkıntılı bir şekilde Sevdelerin yanına gidip, “Merhaba,” dedim.
Sevde, “Merhaba da,” dedi alık alık bakarken. “Sen de daha hastasın. Gider misin buradan?”
“Hasta mısın?” diye sordu Berat. Başımı evet anlamında salladım.
“Geçmiş olsun.”
“Teşekkür ederim,” deyip geçiştirdim ve o sırada burnumu çektim. Sevde, “Bak hâlâ meyve suyunun dibinde kalmış suyu pipetle çekiyormuşçasına sesler çıkarıyorsun. Hadi sen Akif Selim’in yanına git ve hasta hasta takılın.”
“Ya böyle beni niye sıkıştırıyorsun anlamıyorum ki,” dedim sakince yüzüne bakarken. Sevdebir şey söylemeyip önündeki kitabın kapağını açarken Şerif Hoca içeri girdi. Ayakta kalmıştım. O esnada Akif Selim gözlerimin içine bakarak bana gülümsedi ve başını hafifçe eğerek gözlerini kapatıp açtı. Şu an feci halde utanmıştım.
Şerif Hoca, “Herkes yerine geçsin,” diye ikaz ederken ayakta kalan tek kişinin ben olduğumu anladım ve başımı öne eğerek seri adımlarla Akif Selim’in yanına oturuverdim. Çantamı sıranın üzerine koyup başımdaki kırmızı bereyi de çıkardım. “Merhaba,” diye konuştum sessizce.
Güldü. “Sana da merhaba.”
Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım ve bozulan saçlarımı düzeltmeye başladım. Şerif Hoca yoklama kâğıdını öne sıraya koyduğu vakit derse hızlı bir giriş yaptı. Dersle ilgili birkaç kitabımı çantamdan çıkarıp hemen en sevdiğim kırmızı renkli kalemimi de yanına iliştirdim. Kırmızı en sevdiğim renkti.
Akif Selim, “Sanırım kırmızıyı çok seviyorsun,” diye fısıldadı.
“Çok severim.”
“Çok da yakışıyor.”
Hareketlerimi kısıtlarcasına yavaş yavaş çantamın fermuarını çekip ona kaçamak bakışlar attım. “Teşekkür ederim.”
Bir şey söylemezken kaşlarını çattı ve bundan vazgeçip bunu bir tebessümle sonlandırdı. Derin bir nefes alıp -burnumu çektikten sonra- derse odaklanmaya çalıştım tabii bu Akif Selim yanımdayken ne kadar mümkündü pek bilmiyordum ama.
Yaklaşık bir buçuk saatlik bir dersin ardından yarım saat molaya çıkmıştık. Ondan sonra da art arda dört saat daha dersimiz vardı. Sevdeler kantine indiğinde biz hâlâ sıramızda oturuyorduk. “Dışarı çıkmayacak mısın?” diye sordum sakince.
“Hayır,” deyip bana baktı. “Ama sen istersen çıkabiliriz ya da çıkabilirsin.”
“Yok,” dedim çabucak. “Biraz uyusam iyi olabilir belki.”
“Burada mı?” diye sorduğunda gözlerimi kapatıp açtım. O sırada da elimin tersiyle esneyen ağzımı kapattım. Bunu yaparken bana bakıp güldüğünde gözlerimin kenarı kızardı. “Bak çok uykum varmış,” dedim esneyişimi sonlandırarak.
“Fark ettim,” dedi gülümseyerek.
Kabanımı katlarken onu kendime yastık yapıp sıranın üzerine koyduğumda başımı da onun üzerine yasladım. “Bir sıkıntı olmaz değil mi senin için?” diye sordum.
“Hayır tabii ki,” deyip sıkıntılı bir nefes aldı. “Ama dur,” dedi hemen ardından yanındaki kabanını açıp üzerime örtmeye başlarken. Afalladım. “Annem söylemişti küçükken,” dedi kabanı üzerime sıkı sıkı örtmeye devam ederken. “Uyuyanın üzerine kar yağarmış. Üşüme.”
Seni nasıl sevmem Akif Selim?
Ellerini sırtımdan çektiğinde kısık gözlerle gözlerine baktım. “Bunun için de teşekkür ederim ama sonra bana çok ediyorsun deyip şey etme!”
“Etmem,” dedi dudağını narince kıvırırken. Gülümsedim. Ona bakarken bunun aksini yapamıyordum ki zaten. Ellerimle kabanının yakalarını kavradım ve boynuma doğru iyice çektim. Çok güzel kokuyordu. Parfüm değildi bu çok başka bir kokuydu.
Gözlerimi kapattığımda onun ne yaptığını gözetlemek adına kirpiklerimin ucundan gizli saklı onu izledim. Telefonuna kulaklığını taktı ve müzik dinlemeye başladı. Bir yandan da telefonuyla vakit harcıyordu.
Aradan bir süre geçmiş olacak ki Akif Selim’in kolumu dürtmesiyle gözlerimi araladım. “Ders başlamak üzere.”
“Hım?”
“Ders diyorum,” dedi gülerek. “Başladı başlayacak. Uyansanız mı acaba Mislina Hanım?”
Burnumun ucu kaşınırken orayı büzdüm ve sersemleşmiş bir halde kafamı sıradan kaldırıp sırtımdaki kabanı düşürmeden onu toplayıp Akif Selim’e uzattım. “Çok mu uyudum?” diye sordum.
Akif Selim kabanını kavrarken, “Eh,” diyebildi.
“Peki uyurken ağzım açık değildi değil mi?” diye sordum. “Ben burnum tıkalıyken ağzım açık uyuyorum genelde. Ay, balık gibiydim kesin biliyorum ya!”
“Hiç de değil,” dedi reddederek.
“İnanayım mı?”
“Bence inan.”
Güldüm. “İnandım.”
Kafasını sağa sola sallayarak gülmeye devam etti. Toparlanarak kendimi dört saatlik bir derse hazırladım fakat buna hazır mıydım bilmiyordum. Gözlerimin altını kaşıdıktan sonra çantamdaki su şişesini alıp birkaç yudumla boğazımı temizleyip derse odaklandım.
Bu dört saatte sadece bir on dakikalık ara vermiştik. Sanırım bayılmak üzereydim. Ben derslerden kaçan biri değildim fakat hâlâ iyileşmeyen biri olduğumdan ve tıkalı bir burunla hayatıma devam ettiğimden mütevellit bu dört saatin nasıl geçtiğini sorsalar bir yerde mutlaka tıkanır direkt gözlerimi devirirdim.
Nihayet ders bittiğinde havanın yavaş yavaş kararmaya başladığını gördüm. Kabanımı üzerime geçirmeye başlarken Akif Selim de toparlanmaya başladı. O sırada Sevde’nin bana el sallayarak veda ettiğini gördüm. Sevde sınıftan çıkarken biz de acelemiz yokmuşçasına toparlanarak sıramızdan çıktık. Okul binasından çıkana kadar hiç konuşmazken az önce gördüğüm havanın ortasına düştüğümde, “Hava bayağı kararmış,” diye konuştum. “Kafam da bir hayli doldu zaten.”
“Acıktın mı?” diye sordu elleri kabanın cebinde yürümeye devam ederken.
Saklamadım. “Biraz.”
“Biraz mı?”
“Birazdan daha fazla biraz.”
“Bir şeyler yiyelim mi o halde?” diye sorularına bir yenisini daha eklediğinde kafamı salladım.
“Ne yiyeceğiz?” diye sordum gülerek.
“Bilmem,” diye mırıldandı. “Sevdiğin bir şey var mı?”
“Ben pek yemek ayırt etmem.”
“Topu bana atıyorsun yani?”
“Yok,” dedim. “Ya da öyle galiba biraz.”
Gülüştük. Hava gittikçe kararmaya devam edip bizi ruhuna sindirmeyi sürdürürken Akif Selim, “Kumpir yiyelim mi?” diye soruverdi.
Adımlarımı durdurmadan ona baktım. “Olabilir.”
“Olsun o zaman.”
Yüzümüzdeki tebessümü asla suretimizden esirgemeden yürüdük ve az sonra sıcak, küçük bir kafeye girdik. İçerisi öylesine hoştu ki buz gibi havada sanki tek bir dokunuşla buzlarımdan eriyivermiş hissine sahip olmuştum. Ahşap duvarlar, o duvarlarda asılı birkaç tablo ve köşedeki müzeyi andıran ufak tefek materyaller… Tatlı dokunuşlar bir anda bambaşka bir ortamın içinde bulunmamızı sağlayabiliyordu.
Bir masa seçtik ve kabanlarımızı sandalyelerimizin omuzlarına asıp oturduk. Beremi çıkarıp hemen yanımdaki sandalyenin üzerine bıraktığım çantama emanet ettiğimde saçlarımı omuzlarımdan geriye itip ellerim çenemin altında etrafı izlemeye başladım. “Burası oldukça hoşmuş. İnsanın içini hoş ediyor.”
“Öyleymiş hakikaten,” diye eşlik etti sözlerime. O sırada garson bey geldi ve elindeki iki menüyü masamıza bırakıp uzaklaştı. Akif Selim, “Biz direkt kumpir yiyeceğiz zaten öyle değil mi?” diye sorarken başımla onayladım. “Ne içersin peki?”
“Su.”
“Sadece?”
“Hı-hım,” dedim menüyü kapatırken. “Canım çok bir şey istemedi.”
“Peki,” diye üstelemeden menülerimizi kapatıp masanın kenarına koyduk. Az sonra da garson bey geldiğinde Akif Selim ona bakıp “Bize iki kumpir, iki su,” diye açıkladı. Gözlerimi ondan kaçırarak başımı öne eğdim. Garson bey yanımızdan giderken Akif Selim duruşumu fark edip derhal müdahale etti. “Ne? Canım çok bir şey istemedi benim de.”
“Yok,” diye gülümsedim başımı kaldırırken. “Öylesine gülüyorum ben.”
Gülmeye devam ederken buna bir son verememek bir yandan sinirlerimi yokluyor diğer yandan inat edermiş gibi daha da artıyordu. Elim masanın üzerindeki telefona uzanırken, “Ezgi’ye haber vereyim, yemeğini yesin o,” dedim. Ezgi’ye mesaj attıktan sonra telefonu ters çevirip kenara koydum.
Kollarımı masanın üzerine koyup dik bir duruşla onun gözlerine baktım. “Okul bittiğinde başka hedeflerin var mı Akif Selim?” diye sordum sakince. Merak ettiğimdendi elbette. Onunla bu tarz şeyleri konuşmayı seviyordum. Bakış açısını ve idealleri hoşuma gidiyordu.
“Var,” dedi kuru bir sesle. “Ama bu bir hedef mi bilmiyorum. Okulun bitmesini de beklemiyorum. Sadece tamamlamam gerektiğini biliyorum o kadar.”
“Neyi?”
“Annemin yazmış olduğu şiir kitabını.”
Duraksadım. “Annenin şiir kitabı mı vardı?”
“Hayır,” dedi kafasını sallayarak. “Ama yazıyordu ve günün birinde kitap haline getirmeyi düşünüyordu. Her güne bir şiir sığdırmaya çalışırdı ama bu sadece okuyanlar içindi. Üç yüz altmış beş tane şiir yazmak kolay maharet değil biliyorum ama o zaten üç yüz tanesini yazmıştı… Yıllar boyu yazdı ve ben ondan geriye kalanı tamamlamaya çalışıyorum. Günün birinde basılır mı bilmiyorum ama tamamlamam gerektiğini biliyorum.”
Ninni dinliyormuş gibi onu dinledim. Tavrı o kadar nazik ve hoştu ki yüreğindeki vefayı taşıyan ruhuna hayran kalmamak elde değildi. “Annem Türkçe öğretmeniydi. Bu kitabı ta fakülteye gitmeden evvel yazmaya başlamış… O kadar farklı satırlar var ki içinde, bazen on altı, bazen beş, bazen kırk yaşındaki insanın ruhunu hissedebiliyorsun.”
“Ya,” dedim gözlerim dolu dolu mırıldanırken.
“Ben de deniyorum ve karalıyorum ama onun gibi olmuyor… Annem bu kitaba başlarken ilk sayfasına ‘her güne bir umut, her umut bir güne ışık’ diye not düşmüş… Altmış beş şiir eksik ve ben de onu tamamlayacağım. Bilmiyorum olur mu ama deniyorum işte…”
Masanın üzerinde duran ellerine gitti ellerim. Onlara dokundum. Parmakları usulca aralanırken ellerimi kabul etti elleri lakin bu tam anlamıyla bir kabulleniş sayılmazdı zira sanki yaprak dokunuyordu rüzgâra öyle bir hafiflikti bu temas. “Ben eminim senden,” dedim yüzüne bakarak. “Annenin şiirlerini öyle güzel devam ettireceksin ki bir gün açıp okuduğunda kalbin hep o şiirleri yazarken yaşadığın hisle çarpacak. Eminim ben senden.”
Gözlerini gözlerimden çekip temas halinde olan ellerimize baktı. Kalbim sıkışıyordu ama onun kalbi zaten ferahlamaya alışkın değildi. “Hem,” dedim gülümseyerek. “Sen çok edebi yönlü bir insansın, güzel bir ruhun sahibisin o şiirleri senden başkası devam ettiremez.”
“Umarım,” diye fısıldadı belli belirsiz. “Umarım bunu başarabilirim çünkü ben annemi çocuk yaşımda kaybettim, büyük yaşımda hissetmek ve onu yaşamak istiyorum sadece.”
“Bunu yaşayacaksın,” dedim kararlı bir sesle. “Sana iyi geliyorsa eğer bunu duymak tekrar edeyim; ben senden eminim. Senin de kendinden emin olduğunu biliyorum.”
Dudaklarını birbirine bastırdığında başparmağıyla elimin üzerinde usul usul sevmeye başladı. Bu içimi gıdıklarken gülümsedi ve ben de daha geniş gülümsedim. O sırada da kumpirlerimiz geldi. Büyük ve iri bir patatesin üzerindeki soslar iştahımı iyice kabarttığında derin bir nefes aldım ve kollarımı hafifçe kıvırıp önce suyumdan bir yudum aldım sonra da kaşığımı elime alıp, “Afiyet olsun,” dedim.
“Sana da,” dedi.
Kumpiri yemeğe başladık. Yemek yerken konuşan bir tip değildi keza ben de öyle. O yüzden yavaş ve sindire sindire yemeğimizi yedikten sonra biraz daha burada kalıp hesabı ödedikten sonra ayaklandık. Çok geçmeden yola koyulduğumuzda havanın iyice keskinleşen soğuğu önce burnumun ucuna temas ediyor sonra da yanaklarıma vuruyordu. Ellerimi cebime koyup kısık gözlerle Akif Selim’e baktım. “Çok soğuk değil mi?”
Bana baktı ve elleri cebinde konuşarak. “Öyle. Hadi gel şu durağa gidelim, otobüs geçer birazdan.”
“Tamam gidelim,” deyip onu onayladım. Beraber karşı durağa yürüdüğümüzde duraktaki üç beş kişinin arasına karıştık. İşlek bir cadde üzerinde olduğumuz için otobüsler dakika arayla rahatlıkla geçiyordu. Akşam ve iş çıkışı saatine denk geldiğimiz için boş yer bulma olasılığımız bayağı azdı ve öyle de olmuştu ama yine de kendimizi güvence altına alabilecek bir alan bulmuştuk.
Orta kısmın köşesine sıkıştık. “Bayağı kalabalık,” diye mırıldandım gelenleri hesaba katarak. Otobüs camına döndüğümde kendi görebiliyordum keza hemen yanımda duran Akif Selim’i de. Camdan birbirimize bakıp sırıtmaya başladık. Bu yol boyunca yer yer böyle sürmüştü.
Bir zaman sonra apartmana doğru yürürken yeniden esnedim ve elimin tersiyle ağzımı kapattım. Akif Selim, “Eve gider gitmez uyumalısın,” dedi. “Esnemekten bünyen halsiz düşecek.”
“Çok geç uyuyan biri değilim ama son zamanlarda bir uyku açlığım var anlamadım gitti,” diye mırıldandım. “Hem saat daha erken, uyursam gece uyuyamam bu sefer de.”
“Yarın akşama kadar uykunu al da.”
“Alırım o zamana kadar,” dedim düz bir sesle. “Hem konserde uyuyacak değilim ya!”
“Senden beklerim,” diye güldüğünde ona kötü kötü bakıp sırıttım. “Çok korkutuyorsun ama beni!” diye eğlenmeye devam ettiğinde, “Bak ya,” diye dişlerimi göstererek kafamı diğer yana çevirdim. “Eğleniyorsun bir de benimle.”
“Asla,” dedi. “Haddim değil.”
“Sorun etmem ki,” deyiverdim çabucak. “Hem ben bu aramızdaki diyalogu seviyorum… Yani gülmek güzel öyle değil mi?”
“Güzel tabii ki güzel.”
Sonra da kafamızı öne eğerek gülmeye devam ettik. Apartmana girdiğimizde onunla vedalaştım ve anahtarımı çantamdan çıkarıp içeri girdim. Koridorun ışığını yakıp “Ben geldim!” diye duyurdum ev ahalisine. Çakır koşa koşa salondan çıkıp beni karşılarken kapıyı kapattım ve Çakır’a eğilip onu biraz sevdim. “Şimdi ben seni seviyorum iyi hoş da ya sen de hasta olursan.”
“Aynen,” dedi bir anda arkamda elinde yarım ekmekle beliren Ezgi. “Akif Selim’i o yüzden hasta ettin değil mi?”
Çakır’dan ayrılıp ayağa kalktığımda arkamı döndüm ve gülümsedim. Ekmeğinden bir ısırık alıp, “Tabii sen doyurdun karnını sevdiceğinle ben de bir kuru ekmeğe talibim,” dediğinde kaşlarımı çattım. “Annem bir sürü yemek yapmıştı ya.”
“Şaka yapıyorum ya,” dedi ağzındakini bitirirken. “Üşendim şimdi onları ısıtmaya. Peynir dolduruverdim ekmeğimin arasına.”
“İçecek de alsaydın,” dedim kabanımı çıkarırken. “Kuru kuru gider mi?”
“Çay koydum, demini alsın da içeriz.”
Burnumu çekip odama doğru yürürken, “Yarın akşam evde yokum,” diye konuştum.
Mutfaktan, “Alıştın ha sen de,” diye karşılık verdi.
Beremi kafamdan çıkarırken aynamın karşısında durdum. “Emre Aydın konseri var okulda, bunu kaçıramazdım.”
Düzeltti. “Hayır. Akif Selim ile Emre Aydın konserine gitmeyi kaçıramazdın.” Güldüm. “Nasıl da zekiyim ama!” dedi hemen.
“Ya,” dedim üzerimi değiştirmeye başlarken. O esnada duraksadım ve hemen çalışma masamın en güzel yerine koyduğum kar küresine baktım. Sırıtarak onu kavradığımda ters çevirdim ve içindeki kar tozlarını andıran şeylerini hareket ettirdim. Onu bir müddet daha izleyip yerine bıraktıktan sonra rahat bir şeyler giyinip elimde telefonla salona gittim.
Ezgi, “Kendine çay alsana,” diye baktı gözlerime. “Geliyorum,” diyerek mutfağa girdim ve kırmızı benekleri olan kupama çay doldurup salona yeniden gidip oturdum. “Ay,” diye irkildim. “Kumru’nun yemi ve suyu?”
“Ben hallettim,” dedi Ezgi sakince. “O kadarını da yapıyorum Mislina.”
“Sağ ol.”
“Ne demek,” diye dalga geçti elindeki telefonuyla vakit geçirirken. Çayımdan bir yudum alıp telefonumu açtım ve direkt WhatsApp’a girdim.
Edebiyatın İçine Düşen Tarih
Sevde: Yarın gidiyoruz değil mi?
Kadir: Sen sevgilinle gelmeyecek misin?
Sevde: Geleceğim ama size de sormak istedim.
Kadir: Geliyorum.
Berat: Gelmiyorum ben. Zaten o adamı pek dinlemem, bir de birkaç işim var.
Kadir: Problem yok değil mi?
Berat: Yok yok.
Kadir: Aman olmasın. Bana da bir değişiklik olur. Sınıftan birkaç arkadaş gideceğiz.
Sevde: Ay, sevgili mi yaptın?
Kadir: Hayır. Sevgili yapmak nedir ayrıca?
Sevde: Öf, lafın gelişi, hemen düzeltmesen olmaz.
Kadir: Özür dilerim.
Sevde: Ne için?
Kadir: Seni düzelttiğim için.
Sevde: Ay Kadir.
Gruptan çıktığım gibi Kadir’in profiline girdim. Onunla bugün konuşmamıştık ve haliyle merak ediyordum. Geçen gün anlattıklarından sonra artık onu daha iyi anlamaya çalışıyordum.
Mislina: Kadir?
Birkaç dakika sonra cevap verdi.
Kadir: Efendim?
Mislina: Nasılsın?
Kadir: İyiyim sen?
Mislina: Ben de iyiyim. Grupta gördüm mesaj atmak istedim.
Kadir: Bahsettiğin şey başka bir durumsa sorun yok. Biliyorsun ben önüme bakmaya karar verdim. Evet hâlâ zor geliyor ve bu kolay olmayacak ama olması gerek. O mutlu olsun yeter.
Mislina: Anlamaya çalışıyorum. Sen de mutlu ol. Yarın görüşürüz o halde.
Kadir: Görüşürüz.
Telefonu kapattım ve çayımı yudumlamaya devam ettim. Saat henüz dokuz bile değildi lakin benim bir hayli uykum vardı. Gerçekten son zamanlarda bu uykunun sebebini anlamıyordum, henüz finaller bile başlamamıştı. “Şimdi eğer yaz ayında olsaydık,” dedi Ezgi telefonuyla münasebetini sürdürürken. “Sen şöyle fıstık gibi bir elbise giyerdin yukarıdakinin de dibi bir düşerdi… Gerçi onun dibinin düşmesi için senin süslü püslü giyinmene gerek yok. Kesin düşüyor zaten.”
“Allah Allah ya,” dedim hayretle. “Nereden biliyorsun Ezgi?”
“Ben bilirim,” dedi gözlerini benim gözlerimle buluşturarak. “Yarın akşam bence… Bilmiyorum yani bu bir randevu sayılır hani.”
“Ee?” diye sordum elimde kupamla oturduğum yerden kalkarken.
“Eesi?” diye geveledi ağzında. “Enişte durumları başlayabilir yani.”
Olduğum yerde durdum ve ona bakıp gözlerimi irileştirdim. Beni umursamadan gülmeye başladığında içimde tuhaf hislerle önüme dönüp, “Ben odamdayım uyurum sanırım,” dedim.
“İyi geceler.”
Kupayı mutfağa bıraktıktan sonra odama girdim ve telefonumu şarja taktım. Yüzümde hoş bir tebessümle yarın için giyeceğim kıyafetlerimi seçtim ama zaten kaban giyeceğim için içimde ne olduğunun çok da bir önemi yoktu. Olsun yine güzel şeyler seçmeliydim. Güzel olmalıydım. İçimde bir çocuk büyürken onunla birlikte eğlendim ve yarın için kıyafetlerimi seçtim. Bu süre zarfında zaman biraz ilerlerken odamın ışığını kapattım fakat yatacağım vakit şarjda olan telefonuma bir bildirim sesi düştü.
Sandalyemi çekip oturduğumda karanlık odayı yüzüme vuran telefon ışığı aydınlattı. Parlaklığı kısıp bildirimlere girdiğimde mesajın Akif Selim’den olduğunu gördüm.
Akif Selim: Uyudun mu?
Mislina: Henüz değil.
O sırada elimi tam karşımda duran kar küresine götürüp hemen altında duran düğmesine bastım. Küreden ışık yayılmaya başladığında gülümsedim ve küreyi izledim.
Akif Selim: Rahatsız etmedim değil mi?
Mislina: Hayır etmedin. Hem artık sormana bile gerek yok ki bunu.
Neler diyorum acaba?
Akif Selim: Olsun ben yine de sorayım. Saat ilerliyor o yüzden.
Bir gün seninle sabahı edene kadar mesajlaşır mıyız acaba Akif Selim?
Mislina: Farkındayım. Ezgi içeride, ben de odama geçtim öyle. Yarın için biraz kıyafet seçtim kendime. Kaban giyeceğim ama ne bileyim, geçen yıl bu konserlere katılmamıştım bu sene için heyecanlıyım biraz.
Akif Selim: Durgun bir akşam olur ama. Emre Aydın’ın şarkıları hüzün kokuyor.
Mislina: Biliyorum. Hüznü severim.
Akif Selim: Zaten seni rock ya da rap dinlerken hayal edemiyorum.
Mislina: Niye ki?
Akif Selim: Çok sakin, duru ve hassas birisin. Böyle her şeyin o kadar düzenli ki… Sen, hiç bitmesini istemediğim o tren yolculuğunun adısın Mislina… Uzun yollar, kar ve soğuk… Isınmak için sığınılan bir ev gibisin.
Yazdıklarını okurken kalbim sıkışmaya başladı çünkü öylesine hoş şeylerdi ki daha önce bu kadar güzel bir benzetme duymamıştım. Bana birçok kez bir şey söylemişti ama bu içimi sıcacık etmişti nedensizce.
Aklıma o an bir şey geldi. Kalbim deli gibi çarpmaya başladığında bunu onunla paylaşıp paylaşmama konusunda kararsız kalsam da söylemek istedim.
Mislina: Ben yine çok utandım…
Akif Selim: Kızardı yine yanakların değil mi?
Ellerimi yüzüme götürdüm ve kendimi sakladım. Sanki beni izliyormuş gibi.
Mislina: Biraz…
Mislina: Ben aslında sana bir şey söylemek istiyorum daha doğrusu sormak… Şimdi ne alaka diyebilirsin ya da başka şey ama paylaşmak istedim seninle.
Akif Selim: Dinliyorum.
Mislina: Bir gün seninle bir tren yolculuğu yapalım mı?
Cevap vermesine müsaade etmeden yazmaya devam ettim.
Mislina: Çok küçükken hayal ettiğim bir şeydi bu ama artık büyüdüm ve bunu gerçekleştirmek istiyorum. Doğu Ekspresi’ne binip öylece gidip–gelmek… Kış ayı, soğuk ve içimizi ısıtacak sıcak çikolata… Sadece yolculuk… Odalar ranzalı, tabii ayrı odalarda kalabiliriz. Kitap da alırız yanımıza. Güzel olmaz mı?
Elimi klavyeden kaldırdıktan sonra derin bir nefes alıp verdim. Onunla bunları paylaşmak bile yaşamak kadar hissettirmişti. Ekrana baktım ve sırıttım yine, yazdıklarımı okudum.
Akif Selim: Öylece gidip–gelmek… Birkaç kitap, biraz sıcak çikolata, battaniye, biraz müzik ve biraz da sen… Çok güzel olur Mislina.
“Ya,” diye konuştum kendi kendime ve telefonu kalbime götürüp bastırdım. “Çok seviyorum seni çok seviyorum.”
Mislina: Ben şu an ne diyeceğimi bilemiyorum. Ellerim titriyor çünkü hayali bile çok güzel, tabii sen de beni kırmadığın için daha mutlu oldum. Teşekkür ederim gerçekten çok teşekkür ederim sana.
Akif Selim: Bu sefer teşekkür eden taraf ben olmalıyım. Hayallerini benimle paylaştığın ve beni de gülümsettiğin için.
Mislina: Rica ederim. İnsan bazen ihtiyaç duyuyor…
Akif Selim: Birine…
Mislina: Birine…
Yazdıklarımı okurken kalbimin de sürekli bir sıkışma halinde olması elbette ki beklemediğim bir durum değildi. O kadar mutluydum ki son zamanlarda, bunun bozulmasından korkuyordum. İnsan daima mutlu olamazdı, kabul ama bunu iyice yaşamadan gelen bir mutsuzluk, kursakta kalan heves gibi her şeyi kuruturdu.
Biraz daha sohbet edip birbirimize iyi geceler diledikten sonra telefonu kapattım ve şarjda kalmasına müsaade ettim. Odanın içini epey aydınlatan kar küresinin ışığını söndürüp yatağıma uzandım. Çok uykum vardı ama şu an hayal kurmak istiyordum. Uyursam hayal kuramazdım. Gözlerimi kapattım ve sırıta sırıta hayal kurmaya başladım.
Bir kış sabahı uyanmışız onunla, aynı evde değil sadece aynı anda. Sonra elimizde birkaç kitap, sırtımızda bir battaniye bizi saracak kadar. Başım onun omuzlarında o okuyor ben dinliyorum sakince, gözlerim kapanıyor sesinin tınısından, nefesinin ve kokusunun hoşluğundan… Tren akıyor hayatın içinden ve biz yolcuyduk onunla bu filmin en güzel sahnesinden. Hayali bile uykularımdan evvel geliyor düşünsene bunu yaşamış olsam gözlerimi kırpar mıyım bizi yaşarken?
Ertesi sabah dersim olmadığı için günü evde geçirmiştim. Ezgi işe gitmişti ve ben de biraz temizlik yapmış biraz Kumru ve Çakır’la vakit geçirmiştim. Tuttuğum notların üzerinden geçerek finallere daha sıkı hazırlanmak için kollarımı sıvamıştım bile.
Vakit akşama doğru yaklaştığında hazırlanmaya başladım. İnanılmaz heyecanlıydım çünkü bu baş başa olmasa da onunla bir etkinlik için buluşacağımız özel bir andı. Özenerek kıyafetlerimi giydim ve saçlarımı yine serbest bırakıp uçlarına büyük dalgalı maşa yaptım. Gözlerimde koyu renkler kullanırken dudağıma hafif renklerde, belli bile olmayan tonlar kullandım. Çillerimi kapatmadım.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli) Romantik
- Kitap AdıMürekkebe Boyanan Sardunya 2
- Sayfa Sayısı496
- YazarSümeyye Demirkan
- ISBN0102000171
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviEphesus / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Akile Hanım Sokağı ~ Halide Edib Adıvar
Akile Hanım Sokağı
Halide Edib Adıvar
Edebiyatımızın öncü kadın yazarlarından Halide Edib Adıvar, üretken kalemiyle yaşadığı çağın gerçekçi bir portresini çizmişti. Halide Edib Adıvar’ın 1958 yılında yayımladığı Âkile Hanım Sokağı,...
- Kelleci Memet ~ Kemal Tahir
Kelleci Memet
Kemal Tahir
“Çünkü eskimek, benzeri var olanlar için söz konusudur.” Her kuşağın yeniden ve kendinden öncekilerden farklı bir biçimde keşfettiği Kemal Tahir, benzersiz üslubu ile her...
- Pinokyo ~ Mavisel Yener
Pinokyo
Mavisel Yener
Pinokyo’ya “Sen de Oku” dokunuşu… İtalyan yazar Carlo Collodi’nin hiç eskimeyen sihirli anlatısı Pinokyo, çocuk edebiyatımızın usta kalemi Mavisel Yener’in ellerinde şekilleniyor; herkes okuyabilsin diye “Sen de...