Yarım bir kalp kaç defa vurur bir göğse?
Acı bir çığlık döndürür mü deniz kızını evine?
Yaşananların ardından Karan ve Karya kendilerini sırt sırta ve hayata farklı pencerelerden bakarken bulmuşlardır. İkisi de aynı dalgaların kıyıya vuruşunu seyretmekte, çekilen suların ardından kıyıdaki yalnızlıklarıyla bakışmaktadırlar ancak birbirlerine dönüp de yüz yüze gelemeyecek kadar da kırgınlardır geçmişlerine. Aralarına hayat girmiş, Karan ve Karya kelimenin tam anlamıyla iki yabancıya dönüşmüştür.
Karya, bedenini ve ruhunu iyileştirmekten vazgeçmiş ölümü beklerken Karan bir yandan kendisi ölümle el ele olsa da ona nefes almanın güzelliğinden bahsetmekte bir yandan da peşlerini bir türlü bırakmayan karanlıkla, Mey’le boğaz boğaza mücadele etmektedir. Birbirlerinden ayrı geçirdikleri zamanda Karya güneşin kaç defa doğup battığını sayarken Karan içinse o güneş hiçbir zaman doğmamıştır.
Medcezirler bir türlü durulmazken beklenmedik yüzleşmelerle sular geri çekilecek ve bir gece saklanan sırların gün yüzüne çıkmasına kimse engel olamayacaktır. Ölüm sinsi bir nefes gibi yaşayan herkesin ensesinde bittiğinde başlaması umulan hikâyeler, kırıldığı yerden devam etmesi beklenilen yarım kalmışlıklar ve hiç fark edilmemiş ihtimaller için tüm kalplerde çatlaklar oluşacaktır.
İhanetler, gizlenen gerçekler ve hesaplaşmalar; aşkları, arkadaşlıkları ve aile bağlarını derinden sarstığında herkesin anladığı bir şey vardır: Kapıda uğuldayan zemherinin ta kendisidir.
Yeryüzüne düşen ilk kar tanesi, kimin omzuna değecek ve yüreğini üşütecektir?
“Medcezirler ayırdı bizi, sevgilim. Ben senin ölüne bile gelemedim.”
*
“Sevgili çocukluğum,
Kaleminin ucu eskisi kadar yumuşak değil.
Sivrildi. İlk senin tenini kesti.
Bu kitap, tenindeki o kesiğe…”
Her seferinde aynı dalgalarla sarsılan o deniz kenarına…
Ve yabancıya…
“Bize hiçbir şey yapılmadı, yalnızca tam bir hiçliğin içine koyulduk. Çünkü bilindiği gibi dünyada hiçbir şey insan ruhunu hiçlik kadar baskı altına alamaz.”
Stefan Zweig
BÖLÜM 1
BİR YABANCI VE DURGUN NABZI
Diren. Senin savaşın yeni başlıyor, yaşlı adam. Kırlangıcın için diren, sevgin için diren. Zira direnmek, hasta kalbinin bildiği en iyi iştir.
Diren…
1 Ocak 2022 | İstanbul
01.15
Karan Kerimoğlu
İçimde yarattığım nefret, yapışkan ve boğucu kolları olan bir canavara dönüşüyordu her geçen saniye. Elimde avucumda sevgiyle büyüttüğüm ne varsa kaybediyordum. Bildiğim tek bir şey vardı: Bize bunları yaşatan kişinin nefes almasına izin vermeyecektim. Ben nefretle doğmamıştım ama nefretle büyümüştüm. Buna rağmen hiçbir zaman bir canavara dönüşmemiş, kendimi kara bir kutuda muhafaza etmiştim. Lakin şimdi ellerinden tutup yaralarını öptüğüm o kız çocuğunun canı yanıyordu. Bu, canavar olmam için içimde saklanan nefreti harlıyor, küllerinden bir yangın doğuruyordu. Kendim için yapamadıklarımı, onun için yapabilir hâle geliyordum. Karartamadığım kalbimi, onun gözyaşlarıyla siyaha boyuyordum.
Biz, Karya ve Karan; sırtımızda bunca yükle, geçmişimizde bunca acı ve suçla, adımızdaki lekeyle, hikâyemizin orta yerine kalemin ince ucundan sızan mürekkebin siyahlığıyla ve hak etmediklerimizle nefes alamıyorduk. Bunu bize yapanlara karşı her zaman affedici olmuştuk. Çünkü biz, karanlık bir odanın içinde çiçek açmış pembe ve beyaz kasımpatılardık. Şefkati ve masumiyeti hep yüreğimizin orta yerinde taşımıştık, bu yüzdendi yaşadıklarımızı hak etmeyişimiz. Şimdiyse buna bir son vermem gerekiyordu. İkimizden birinin bu yükü sırtlanması gerekiyorsa o kişi ben olmalıydım. Karya bunun için fazla yorgundu.
O tüm zorluklara rağmen gökyüzüne sarılmış bir çiçek tomurcuğuydu, bir defa daha kasırgaya kurban gitmesine müsaade etmeyecektim.
Bu hâle nasıl geldiğimi bilmiyordum. Suratıma kapatılan tüm kapılara, yanağıma yediğim tüm tokatlara, yarı yolda bırakıldığım tüm yolculuklara ve nefrete sarıldığım tüm gecelere rağmen iyi bir insandım. En azından bu kocaman bedenimin içinde bir yerlerde, görüntümün aksine küçücük bir çocuk nefes alıyor ve benim gerçeğimden titreyerek saklanıyordu. Bu gece o çocuk ölmüştü. Bir çukur kazmış, yağan yağmur toprağını çamurlaştırırken onu o bataklığa gömmüştüm. O ölmüştü, ben de razı gelmiştim. Artık eski Karan değildim.
Ben, ölümden kaçan masum bir kadının dudak izlerini avuçlarında taşıyan bir adamdım.
Bir canavara nasıl dönüşebilmiştim?
Bilmiyordum.
Kalbimde onca ağrı biriktirmiştim yirmi iki yaşıma kadar… Dokuz yaşımda, on iki yaşımda, on beş yaşımda, her yaşımın her gününde ağrıyla uyanırdım uykularımdan. Kaygı dolu gecelerimin sabaha kavuşması öyle zor olurdu ki bir ağabey olarak kardeşimin odasına koşar, beni yanına alması için ona yalvarırdım. Bir tek onunla rahatlar, kesintisiz bir uyku çekerdim. Bir tek onun yanında dinerdi kalp ağrım. Oysa o benim kardeşimdi. Korkup yanıma sığınması gereken kişi oydu fakat benim kalbimin ağırlığı, kalbimin orta yerindeki delikten olsa gerek ki onun kalbinin ağırlığından hafif kalmıştı. Ben ona sığınmıştım. Şimdiyse kalbimdeki ağrı, daha öncekilerin hiçbirine benzemiyordu ve benim sığınabilecek kimsem yoktu.
Hayat, uykuyla uyanıklık arasında kaldığın o gece yarısında akrebin saat dördü gösterdiği an gibidir. Kaçmış bir uyku, düşmüş bir düş, kan ter içinde kalmış bir ten, huzursuzlukla kıvranan bir zihinden ibarettir. Ayakların yere sağlam basmasa da sen o yatakta yatmak istemezsin. İlla doğrulursun. Pencerenden içeri sızan ay ışığı yüzünü gölgeler, düşünceler kalbini dişler. Boynundan aşağıya süzülen ter damlası, içini gıdıklayarak sana varlığını hatırlatır ama sen var olmamak adına büyük bir savaş verirsin. Canın yanar. Elini yanına atarsın, boşluk karşılar avucunu. Dahası, elinden önce kalbindeki o boşluğun da her daim farkındasındır. O yatakta tek yatıyor olmak, senin için bir tabutta yatmak gibidir.
Karanlık ve perdeleri sonuna kadar açık bir odada, ayın son demleri bir hüzme şeklinde göz bebeklerini delerken senin savaştığın ne karanlığın vadettiklerinin hiçliği ne de aydınlığın korkutucu varlığıdır. Yüreğin bir isim ve bir çift göze efsunlanmışsa, sen o bakışların yokluğuyla savaşırsın. Arar durursun; o göz sana denk düşene kadar yalnızca bakar, bir türlü göremezsin. Dünyayı artık siyah-beyaz değil, sadece siyah görürsün. Siyah, koyu, kapkara…
Aşkın büyüsünün bir ismi vardı ve o Karya’ydı. Ben her saniye o büyünün etkisiyle yaşarken ve tek çaresi de yine oyken elimi yan tarafıma attığımda rastlaşamadığım o el çok uzaklardaysa eğer; bu büyü, hasta kalbimi bir fareyi kapana kıstırırcasına köşeye kıstırırdı. Aşk, acımasız bir oyundu ve ben, oyun oynamayı hiçbir zaman becerememiş bir çocuktum. Dışlanmış, bir de üstüne örselenmiştim. Bu içine düştüğüm büyüden kurtulmak değildi niyetim, ben o büyüye mutlak bir sadakatle bağlıydım lakin çaresi de yanımda olmalıydı. Yoksa bu büyü, aşk, insanı günden güne eritir; en sonunda da yok ederdi.
Gözlerimi, oturduğum şoför koltuğunun yanındaki boş koltuğa çevirdiğimde çaremin yanımda olmadığını tekrar ve tekrar gördüm. Yutkunup hızla önüme döndüm, arabanın farlarını uzun mesafeye göre ayarladım ve gaza bastım. Boşlukta savrulur gibi yerini arayan ellerimi direksiyona sarmış, yerinden sökercesine bir kuvvetle sıkıyordum. Her yanı ay ışığının delip geçmekte zorlandığı gür ağaçlarla kaplı, iki şeritli yolda ilerliyordum. Yol çakıl taşlarıyla dolu ve toprak içindeydi. Terk edilmiş bir köye giden yollardan farksızdı. Gaza bastıkça arkamda büyük bir toz bulutu bırakıyordum.
“Neredesin? Neredesin, Karya?” diye bağırdım arabanın içinde ve ardı ardına direksiyona yumruklar attım.
İçimdeki his, nefretin rüzgârı, bir ateşi harlayan nefes gibi tenimin duvarlarına çarpa çarpa savruluyordu. O rüzgârın ardından yağmur başlıyordu. Her damlasında özlemim, kaybetme korkum ve yakarışlarım vardı.
Bir yağmur, insanın tenini un ufak eder miydi?
Ediyordu.
“Bir daha kaybedemem seni. Bir daha izin veremem buna.”
Başımı iki yana sallayarak duruşumu düzelttim ve arabanın vitesini yükseltip gaza daha sert bastım. Kulaklarımda telefon sesi yankılanmaya başladığında elimi yan koltuğa attım. Gelişigüzel fırlattığım telefonumu güç de olsa avuçladım. Karanlık arabanın içinde mavi ekran ışığı yüzümü aydınlatırken gözlerime yansıyan isimle telefonu açtım ve kulağıma götürdüm.
“Ne var, Kaan? Ne?”
“Karan!” Sesimi duymasıyla bir anlığına şaşkınlıkla duraksamıştı fakat bu çok sürmedi, hızla toparladı kendini. “Karan, beni dinle! Korhan’la beraber peşindeyiz, kardeşim. Yakınız sana. Yakalayacağız onları, merak etme. Sen sakin ol, tamam mı? Sakin ol!” Onu dinlemeyeceğimin farkındaydı ve bu yüzden sesinin hiddeti her geçen saniye katbekat artıyordu. “İ-İyi misin şu an? İyi misin? Karan, ses ver!”
“İyiyim,” diyerek geçiştirdim onu. “O herifi bulacağım. Bu ormandan çıkamayacak. Aldığı her nefes için onu pişman edeceğim! Kalbini yerinden sökeceğim!”
“Kardeşim, beni dinle! Sakın yanlış bir şey yapma, sakın! Biz geliyoruz, sen de sakin ol.” Duraksadı bir anlığına, sesinin şiddetini düşürdü. “Biliyorsun, artık çok daha fazla dikkat etmelisin. Doktorun söylediklerini unutma!”
“N-Ne doktoru?”
Arkadan bir ses ulaştı kulaklarıma, Korhan’ın sesiydi. Gözlerimi kapattım, bunu öğrenmemesi gerekiyordu.
“Bir şey değil,” diyerek geçiştirdi Kaan, Korhan’ı.
Derin bir nefes verip göz kapaklarımı araladığımda etrafa bakınıyor, yanından geçtiğim ağaçlık alanı bakışlarımın mızrağıyla tarıyordum.
“Korhan!” diye seslendim telefona doğru. “Bulabildin mi bir şey?”
“Bakıyorum! Bakıyorum, bir saniye,” dedi nefes nefese. Tekrar konuşana dek yalnızca sesinden hissettiğim korkusu soluklandı telefonun ucunda. “Çok uzakta değil! Bir kilometre sonra karşına bir yol ayrımı çıkacak, oradan sağa sap.”
Bir anlığına duraksadı, dudaklarına kadar gelen kelimeyi yutmuştu sanki.
“Ne oldu?” diye bağırdım. “Ne oldu, söyle! Korhan!”
“K-Karan! Karan!” diye heyecanla yanıtladı Korhan beni. “Karya’nın telefonu birkaç dakika önce kapandı ama iyi haber, hâlâ hareket hâlinde! Karya ormanda! Telefon sinyali ormanın içinden geliyor!” Birkaç saniye sessizlik oluştu, muhtemelen sinyali takip ediyordu. “Araba yolunda değil, patikada ilerliyor. Her saniye değişiyor konumu. Koşuyor olmalı… Muhtemelen kaçmayı başarmış! Karya kaçmayı başarmış, Karan!” Gülmeye başladı. Kahkahasına sirayet eden sevinç ve gururu hissedebiliyordum. “İşte, benim kızım be! İşte, benim kızım! Aferin, kuzucuk!”
Pes etme, sevgilim. Yalvarırım sana, pes etme.
Umut dolu bir gülümseme yayıldı yüzüme endişeyle dudaklarımı kemirirken fakat çok uzun sürmedi.
“Tamam, takip etmeye devam et!” diye bağırarak gaza bastım ve telefonu yan tarafımdaki boş koltuğun üzerine bıraktım. “Sekiz yüz metre sonra bir yol ayrımı gözüküyor, nerede durmam gerektiğini söyle bana, Korhan.”
“Bakıyorum, bir saniye!”
“Karan, ormana girme! Bizi bekle!” diye araya girdi bir hışımla Kaan.
“Bekleyecek vakit yok, kardeşim,” dedim onun aksine daha sakin, ne yapması gerektiğini bilen bir ses tonuyla. “Bekleyecek vakit yok. O ormanda bizim kaderimiz gizli. Ölüm de kalım da… Bu gece ne yaşanacaksa yaşanacak, kimsenin kaçışı yok.”
Kararlılıkla direksiyonu sıkı sıkı tuttum, gözlerimi araba farlarının aydınlattığı karanlık yolun ilerisine diktim. İçimde bir kurt uluyor, bir şahin gözlerini kısarak bakışımı keskinleştiriyor, bir yırtıcıysa tüm öfkesini diri tutuyordu.
“Karan, beni dinle bir kere de! Bir kere de ben ne dersem onu yap be!”
“Kaan, konu Azra olduğunda seni dinlerim ama konu Karya! Benim sevdiğim kız! Konu, onun canı!”
“Lan-” diye öfkeli bir ses tonu ve şiddetli bir kelimeyle söze girişmişti ki onun sözünü Korhan’ın sesi kesti:
“Karan, yol ayrımında durursan Karya’nın ilerlediği patikaya girebilirsin! Ç-Çok uzakta değil!” Birkaç saniye bekledi. “Üç yüz metre kadar içeride, hâlâ koşuyor!”
“Zaman daralıyor…” diye hayıflandım kendi duyabileceğim bir sesle. “Karya hızlı koşamaz, yorulur. Yetişmem lazım.”
“Merak etme,” dedi Kaan. “Karya’nın ona karşı koyabilecek gücü var. Pes etmez! Hem biz yetişeceğiz!”
“Umarım, kardeşim… Umarım.”
Kaan haklıydı. Karya pes etmezdi. Ne olursa olsun, hiçbir şeye boyun eğmez, teslim olmazdı. Savaşırdı. Hep savaşmıştı. O savaşlarda canı çok acısa da, çok yara alsa da bir şekilde hayatta kalmayı başarırdı. Ayağa kalkar, üstüne bulaşan tozu toprağı silkeler, gözyaşlarını silerdi. Belki açılan yaralarını saramazdı ama onları da ben sarar, sıkı sıkıya kapatırdım. Hep öyle olmuştu, yine öyle olurdu. Ama şimdi… Şimdi korkan bendim. Karya, o adamla hep bir başına savaşmıştı. Hep yapayalnız ve savunmasızken, küçücük bedeni korku ile titrerken ona karşı koymuştu. O korkmazdı tek başına kalmaktan. O korkmazdı bu kocaman ormanda karanlığın içinde aydınlığı aramaktan. Ama ben korkuyordum. Onu bu karanlığın içinden çekip çıkaramazsam nasıl yaşardım, bilmiyordum.
Onu bir kez daha yalnız bırakırsam bir daha nasıl tam olurdum, bilmiyordum.
İçimdeki korkularla yüzleştiğim sırada, gözlerim yaklaşık otuz metre uzağımda, yolun kenarında bir ağaca çarparak durmuş, arka farları yanıp sönen, ön kaputundan dumanlar yükselen bir araçla buluştu. Ani bir frenle durdum. Öne doğru savrulmamla ön camdan araca doğru bakarken ufak bir küfür döküldü dudaklarımın arasından. Yan koltuğumdaki telefondan kulağıma ulaşan Korhan ve Kaan’ın endişeli seslerini anlamayı reddedercesine elimi kapının kulpuna attım. Bir an bile gözlerimi araçtan ayırmadan aşağı indim. Bedenim, açılan kapının arkasındayken ellerim, kapının sıcak metalinden aşağıya doğru kaydı.
“Karya!” Nefesim dudaklarımı yakıp geçti. “Karya!”
Sesim, karanlığın içinde bir rüzgâr gibi tüm ağaçların varlığını hatırlattığı an kapıyı sertçe kapatıp hurdaya dönmüş araca doğru koşmaya başladım. O araca ulaşana kadar kaç saniye geçti, ayaklarım ve bacaklarım beni paramparça olmuş arabanın yanına nasıl ulaştırdı, bilmiyordum. Kendimi, yıllar önceki gibi yine kaza yapmış bir aracın o tanıdık cehennem sıcaklığının etrafında bulduğumda anılarım zihnimde canlanacaktı ki buna izin vermeden kendimi o çukurdan çekip çıkardım.
Hızla arabaya doğru atılıp kırılan pencere camından içeriye baktım fakat kimse yoktu. Ne yapacağını bilemez bir hâlde etrafa bakındım. Her yerde Karya’yı aradım.
“Karya!” diye bağırdım boğazımı yakarak dudaklarıma tırmanan acı dolu bir sesle. “Karya! Neredesin, sevgilim?”
Tam bu sırada etrafı bir kamera gibi tarayan gözlerime, arabanın sağ tarafındaki çalılıkların arasında parlayan beyaz ve açık mor renkli bir tül takılınca duraksadım. Dudaklarım korkuyla aralanırken koşup çalılıkların önünde eğildim ve dikenlerin arasına sıkışmış olan tülü, ellerime dikenler bata bata çıkardım oradan. Karya’nın bu gece giydiği, üzerinde parlak taşları olan elbisenin kumaşıydı. O hep istediği elbisenin kumaşı… Giymek için gün saydığı, benim görmemem için türlü oyunlar kurguladığı, benimse yanağına öpücükler kondurarak onu ikna etmeye uğraştığım elbisesi… Üzerinde kan vardı.
Hayatımda görüp görebileceğim en güzel prensestin, sevgilim. Tıpkı hayal ettiğin gibi…
Gözlerim acıyla yaşarırken avucumda sıktım kumaşı, diğer elimi de yumruk yapıp yanı başımdaki ağaca bir yumruk savurdum çığlık çığlığa. Eklemlerim kan içinde kaldığında ayaklandım ve çalılıkların yanındaki patika yola atıldım. Hiç durmadan koşmaya başladım. Koşmam yasaktı ama ben durmayı aklıma dahi getirmedim. Bacaklarım birbirine karışana dek, nefeslerim zehir olup ciğerlerimi sıkana dek, tüm gücüm vücudumdan sıyrılıp etimle kemiğimle bir çuvaldan farksızlaşana dek koştum. Aklımda tek bir düşünce, dudaklarımda tek bir isim, avucumda onun kanlı elbisesinin kumaşı, göğüs kafesimde keskin ve derin bir ağrı vardı.
“Karya!” diye bağırdım, ormanın içindeki hayvan sesleriyle beraber yankılandı sesim.
Karanlık öyle bir bastırmıştı ki göz gözü görmüyordu. Etrafta sis vardı, bir perde gibi çekilmişti her metreye. Attığım adımların ve her adımımda kumaş pantolonuma takılıp bacaklarımı yırtan çalılıkların kırılma sesi ulaşıyordu kulaklarıma. Gözlerimin önünde acıdan ve hırstan yaşlar birikmiş, beyazlarım kızarmıştı. Sonunda kendimi ileriye doğru atarak tek elimle bir ağaca tutundum, nefes nefese öne eğilerek irislerimi bir şahin gibi ileriye doğru diktim. Kirpiklerimin arasından bir ok çıktı sanki. Aradığını buldu ve ona saplandı. Bakışlarım karanlık bir gölgeyi saptadığında bir an olsun kırpmadım göz kapaklarımı.
“Buldum seni,” dedim öfkeyle soluyarak. “Bu sefer kaçamayacaksın. İzin vermeyeceğim buna. Seni öldüreceğim.”
Tutunduğum ağacın kabuğunu sıktım, koşmaya devam ettim. Ona ulaşana dek durmayacaktım, duramazdım. Bu, benim için bir seçenek değildi artık, bir mecburiyetti. Hayatta hiçbir şeyi başaramayan o küçük çocuk, sekiz yaşındaki Karan artık büyümüştü. Yatağının altına saklanıp her şeyin geçmesini, öfke dolu seslerin susmasını, babasının gitmesini bekleyemezdi. Ne arkasına sığınabileceği bir kardeşi ne de tüm acılara onun için katlanması gereken bir annesi vardı. Yapayalnız kalmıştı ve artık bir şeyleri değiştirmeliydi.
“Karya! Buradayım, sevgilim! Buradayım. Korkma, güzelim!”
Kelimelerim ormanın içinde yankılandığında takip ettiğim o karanlık gölge bir anlığına duraksayıp arkasına baktı. Yerinde kalakaldı. Gözlerimiz karanlığın içinde birbirine değdi. Vücut dili burada olmama şaşırdığını belli etse de bu şaşkınlık pek uzun sürmedi, önüne dönüp koşmaya devam etti. Bense bir yandan koşarken diğer yandan bu karanlık ormanda kaybolmuş dünyanın en güzel prensesine sesimi duyurmaya ve ona yalnız olmadığını hissettirmeye çalıştım.
“Yalnız değilsin, Karya! Korkma! Çıkaracağım seni buradan!”
Göğüs kafesimin altında küçülüp duran, tekmeler yemiş gibi kıvranan kalbimi dinlemedim. Nefes almak zorlaşmaya başladı ama ben azıyla yetindim, durmadım. Vücudum bir deprem anındaymış gibi sarsılmaya başladı ama ben, o depremde toprağa sıkı sıkıya sarılan bina oldum, durmadım. Camlarım kırıldı, duvarlarımdaki boyalar döküldü, durmadım. Evim, yuvam, yaşam alanım, tüm varlığım yerle bir oldu ama ben durmadım. Duramazdım. Durmak bir ihtimal bile değildi.
O yanımda değilken göğüs kafesimin altında atan bir kalbi ne yapabilirdim ki?
“Karya! Kuzucuk, geldik! Korkma! Karan!”
“Karya! Geldik, ağabeyim! Geldik!”
Korhan ve Kaan’ın seslerini duyduğumda gülümsedim. Peşinde olduğum o gölgenin sahibi iyice köşeye sıkıştığını anlamış olmalıydı. Sona yaklaşıyordu ve o da bunu çok iyi biliyordu. Başaramamıştı, başaramayacaktı. Bu ormandan çıkamayacaktı. Gitgide yaklaşırken elimi belime attım ve pantolonumla tenimin arasına yerleştirdiğim silahı çıkardım. Mermiyi namluya sürdüm.
“Bitti,” deyip silahı göz hizama kaldırıp nişan aldım. “Yolun sonuna geldin.”
İşaret parmağım tetiği baskıladığı anda ormanda kulak zarımı zorlayan, adımlarımı yavaşlatan ve beni bir çivi gibi olduğum yere mıhlayan silah sesi duyuldu. Bana ait değildi. Parmağım tetikten ayrıldı, gücünü azalttı. Kuşların kanat sesi, kurtların uğuldaması, uçuşan ateş böcekleri… Hepsi sustu. Tüm orman sağırlaştı. Yalnız bir ses duyuldu. Yalnız yüreğimin en iyi tanıdığı o ses kulaklarımda can buldu.
Bir çığlık…
Kalbimin etini soyan o titreşim…
Karya.
Yüreğim yerinde ağırlaştı. O ağırlaştıkça toprak, içinde adını yeşerttiğim hasta kalbimi bedenimden çekip almak ister gibi dizlerime sarıldı. Beni kendine çekti. Bu bir savaşsa eğer, diz kapaklarımın yere değmemesi için son kurşunuma kadar dayandım lakin başaramadım. O son kurşun, namlumun ucundan hiç çıkmadı. Çaresizce yere kapaklanırken sağ elimdeki silah parmaklarımın arasından sıyrıldı, sol elim göğsümün üzerine gitti. Kasılan damarlarım daha fazla ayakta tutamıyordu beni. Canımı yakan taşlı toprağın üzerine yüzüstü serildim. Bir elim, Karya’ya yetişmek istercesine ileri doğru uzanırken diğer elim, kalbimi benden isteyen toprağa rağmen göğsümle yeryüzü arasına sıkıştı.
“Karya…” diye fısıldadım acıyla.
Belki de bu, adını son kez zikredişimdi. Dudaklarım son defa seviyordu onu.
Hislerim köreliyordu. Saniyeler akarken vücudumdan çekilen o hissi tanıyordum. Tıpkı bir dalganın kıyıyı terk edişi gibiydi. Bu, ilk ölüşüm değildi.
Ben yine kaybediyordum. Bir yenilgiye daha hazırlanıyordu içimdeki okyanus. Rüyalarıma giren o deniz kızını bir kez daha hayal kırıklığına uğratacaktım. Bu düşünceyle gözlerimden yaşlar aktı. Onu okyanusun ortasında yalnız bırakmıştım ama ben de teknemi bulamamıştım. Yüzmeyi göze almıştım ama artık olacakları da kabullenmiştim. Ne kadar çırpınırsam çırpınayım; üzerimizdeki o lanet, okyanusun dalgalarıyla beraber yutacaktı beni; kaybolup gidecektim. Bu defa onun gözyaşları dahi mezar olamayacaktı bana. Yine de o yaşasın istedim. Yaşasın ve âşık olduğum gözlerinden tek bir inci dahi dökülmesin istedim.
Belki, dedi kalbim. Belki onun kulaçları yeter bize.
O deniz kızıyla yaşamak için her şeyimi feda etmiştim. Eğer imkânım olsaydı, eğer denizin altında benim için bir hayat olduğuna inanabilseydim, onunla yaşayabilseydim gökyüzünden dahi vazgeçip okyanusun karanlık sularını seçerdim. Ben, o sonsuza dek özgür olsun diye ondan vazgeçmeyi seçtim ama onun özgürlüğü benim kollarımın arasındaydı. Bilemedim.
Deniz kızım… Özür dilerim. Kalbimi avuçlarına bıraktım, okyanusuna göm beni.
Dudaklarımı kilitledim. Yardım dilenemedim. Elimle sertçe toprağı avuçladım ve kalkmaya niyetlenip başımı zeminden ayırdım ama sadece ormanın sonsuz karanlığını görebildim.
Kara bulutlara eşlik ederken zifirî gece, yağmur yağmaya başladı üzerimize. Islanan yüzüme dokundum, yanağımda gezindi parmaklarım ve gülümsedim. Bitmişti işte.
Bu defa sözümü tutabilmiştim sanırım.
Son nefesimde, dudaklarımın andığı son kelime onun adıydı. Benim son nefesim onu yaşatıyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıSüveyda 2 Medcezir
- Sayfa Sayısı400
- YazarCemal Latifoğlu
- ISBN9786258133943
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Ciltli
- YayıneviEphesus / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Hayallerimi Sende Unuttum ~ Kenan Kalecikli
Hayallerimi Sende Unuttum
Kenan Kalecikli
Yasak bir hayalden mi hükümlüyüm? Hayaller yasaklanabilir mi? Bir köle bile yaşamı algıladığı boyutta hayal kurarken özgür değil midir? İnanamıyorum. Hiçbir düşünce gücünün onaylatamayacağı...
- Anlatmak Yetmez Yazmazsan Geçmez ~ Beyza Sinem Çağlar
Anlatmak Yetmez Yazmazsan Geçmez
Beyza Sinem Çağlar
Acıların vardı Öptüm acılarından; Geçmedi. Benle büyümemiştin ki… Ben de büyümemiştim ki… Beyza Sinem Çağlar, ikinci şiir kitabı Anlatmak Yetmez Yazmazsan Geçmez ile bize bir felsefeyi...
- Gerçekle Büyümek Düşlerle Yürümek ~ Miyase Sertbarut
Gerçekle Büyümek Düşlerle Yürümek
Miyase Sertbarut
Aşkın Halleri… Farklı edebi türlerde verdiği eserlere çocuk ve gençlik edebiyatımızda kendine özgü bir yeri olan birçok ödülün sahibi Miyase Sertbarut’tan, okurların kalbine seslenen...