Emma yolunu kaybetmiştir…
Son altı yıldır bölgesel bir radyoda hem muhabirlik hem de fedakârca üstlendiği fazladan sorumluluklarla doldurduğu hayatı artık ona anlamsız gelir. Eskiden onu coşturan kıvılcımı yitirmiş, hayattan ne istediğini bilemez olmuştur. Üstüne üstlük patronundan bunca emeğin karşılığını da göremeyince içindeki boşluk her geçen gün daha da büyür. Ta ki başarılı ve karizmatik yazar Julien Vascos ile yaptığı sıra dışı kitabı hakkındaki röportaja kadar.
“Kitabınızın ismi belli mi?”
“‘Kendini Bulma Yolculuğu’”
“Kendini bulmaktan kastınız nedir?”
“Artık kaçmayı bir kenara bırakıp nihayet yaşamaya başlamak için insanın kendisini tanıması. Otuz yıl boyunca benim yerime bir başkası yaşıyormuş gibi kendi hayatıma seyirci kaldım. Bugünse artık nerede olursam olayım gerçekten hayat dolu ve özgür hissediyorum.”
Emma arzuladıklarına, değerlerine, beklentilerine, ailesine ve geçmişte yaşadığı ilişkilerine kafa yoracağı yolculuğuna işte böyle başlar. Seçimlerinde gerçekten özgür müdür? En derin inançlarının beynine nasıl kalıcı bir şekilde kök saldığını fark edebilecek midir? Uzun zamandır onu esir almış olan, başkalarını memnun etme gayretinden nasıl kurtulacaktır?
Peki siz, Emma’yla kendi yolculuğunuza çıkmak ister misiniz?
“Gerçekten hayatınızı değiştirmek istiyorsanız okumanız gereken bir kitap. Cesaretimiz olduğu sürece her şeyin mümkün olduğunu bize gösteren motive edici bir hikâye.”
1
Emma
17 Şubat 2014, Pazartes” – 04.30
Başını hafifçe sıcak yorganından çıkaran Emma, komodinin üstündeki çalar saati kapatmak için kolunu iyice uzattı. Uyanmasını emreden kulak tırmalayıcı alarmı susturmayı umut ederek karanlıkta, parmaklarıyla komodini yokladı. Bir cambaza yakışır insanüstü çabasının sonunda susmak bilmeyen nesneyi bulmayı başardı ve böylece alarm saatini değiştirebildi. Bu kısa erteleme, kendini yeniden, bir süreliğine uyku tanrısı Morpheus’un kollarına bırakmasını sağladı. Emma safça, kendine bağışladığı fazladan on dakikalık uykunun daha kolay uyanmasına yardımcı olacağını düşündü. Fakat umduğu gibi olmadı ve 04.40’ta tiz bip sesi yeniden yükseldiğinde, başını yastığa gömerek daha beter sövüp saydı. İnanılmaz derecede yorgundu. Haftanın tüm günlerinde olduğu gibi çalar saatine lanet okudu. Ne yapsa fayda etmiyordu, bir türlü alışamıyordu bu yeni iş temposuna. En sonunda yataktan çıktı ve bedenini acı içinde banyoya sürükledi.
Dünyanın tüm yükü narin omuzlarına çökmüşçesine sırtını kamburlaştırarak yürüyüp huzur içinde ayılabilmek için bedenini sıcak duşun altına bıraktı. Radyoyu açmıştı; keyifle, en sevdiği şarkılardan birinin çaldığını fark etti. Frankie Valli’den Can’t Take My Eyes Off You. Genç kadın 80’lerin başında doğmuş olmasına rağmen funk, soul ve disko hayranıydı. En çok da Claude François, Abba ve Jackson Five’ı seviyordu. Pek beceremese de bu Amerikan hitinin sözlerini mırıldanmaya çalışan Emma, kendini duşta gülerken buldu. Şarkıyı çok iyi bilmesine rağmen sözlerini bir türlü aklında tutamıyordu ve bu, bir müzik radyosu muhabiri için utanç vericiydi. İyice ayılabilmek için hâlâ uyuşuk olan boynunu ve yüzünü ovaladı. Paketini yeni açtığı parfümlü sabunun hoş kokusu burnunu gıdıkladı.
Mırıldanmaya devam ederek gülümsedi. “I love you baby! La la la la-la-la…” Birkaç yanlış notadan sonra musluğu kapatıp duşunu bitirdi. Rengi solmuş bornozunu üstüne geçirdi ve yansımasına bakmak için elinin tersiyle banyo dolabının aynasında biriken buğuyu sildi. Gergin görünüyordu, yüzünü buruşturdu: Karşısındaki görüntü onunla örtüşmüyordu. Bir zamanlar sayesinde sayısız iltifat aldığı mavi gözleri, iki iri mor halkanın ortasında büsbütün boğulmuş gibiydi. Kireç rengi cildi onu hasta gibi gösteriyor, içe göçmüş yanaklarıysa yadsınamaz bir şekilde yaşlandığını ifşa ediyordu. Emma, pembeleşmeleri için yanaklarını çimdikledi ve onu daha iyi göstereceğini umarak hafifçe gülümsemeyi denedi. Fakat gördüğü tablo onu tatmin etmeye yetmedi.
Daha beteri, ağzının kenarında beliren yeni kırışıklıkları fark etmesine vesile oldu. Pes ederek iç geçiren genç kadın, evden çıkmadan önce makyaj yapmak için kendine bir beş dakika tanımaya karar verdi. Gözlerinin altına kapatıcı sürdü, siyah maskarayla kirpiklerini uzattı ve göz kapaklarına eyeliner çekti. Allık fırçasını hızla yanaklarında gezdirip dudağına hafif bir parlatıcı sürdü. Daha fazlasına zamanı yoktu. Aynaya bir kere daha bakan Emma, acı bir şekilde şu sonuca vardı: “Beş dakika içinde dünyanın tüm sefaletini gizlemeye çalışmak…
İmkânsız bir görev olmalı.” Kestane rengi saçlarını bir çırpıda tarayıp başının tepesinde topuz yaptı. Saç lastiğinden kurtularak yüzüne düşen birkaç tutam, ona o sevdiği genç havayı katıyordu. Kaldırıp attığı kıyafetlerini yatağının arkasından topladı. Bugün erkenci değildi, bu nedenle dolabı açıp yeni bir kıyafet aramak yerine dünkü giysilerini giymeyi tercih etti. Tişörtünü şöyle bir koklayıp giymeye uygun olup olmadığına baktı ve çabucak üstüne geçirdi. Bugün, haftanın tüm günlerinde olduğu gibi tarzı sadeydi: kot pantolon ve kazak. Nihayet hazır olduğunda, büyük bir fincan kahve almak için mutfağa koştu. Yüzü düştü, tadı ona göre fazla sertti.
Şeker bulmak için mutfak dolaplarını karıştırdı, fakat hayal kırıklığı içinde evde şeker kalmadığını fark etti. Buzdolabını açınca yiyecek doğru düzgün bir şeyin de olmadığını gördü. Menüde birkaç dilim pizza artığı, bozulmaya yüz tutmuş bir salatalık, boş bir yumurta paketi, bir parça tereyağı, kapağı açık kalmış bir kavanoz zeytin vardı. Yani bugün açtı! Dolapları karıştırarak son kez şansını denedi. Açık bir cips paketi buldu. Önceki akşamdan kalmıştı ve patates parçaları hâlâ gevrekti, bingo! Artık kahvaltı görevi görecekti.
Elini pakete daldırırken hüzünle eski yoldaşına baktı: Mutfak robotuna, namıdiğer sihirli arkadaşına. Vaktiyle ona bu lakabı takmıştı. Mutfağın bir köşesinde, kurulama bezinin altına gizlenmişti. Aylardır kullanmamıştı, ancak isteği bitmiş değildi. Altı yıl önce, mutfak merakını asgari çabayla tatmin etmek için ilk maaşıyla kendine hediye etmişti onu. Emma yeni tarifler denemeyi ve yaratmayı seviyordu, özellikle de tatlı tariflerini. Küçükken annesinin ve anneannesinin en klasik tariflerini öğrenmişti. Hatta yirmi beş yaşındayken anne babası ona kendini geliştirmesi için şef atölyesinde bir kurs armağan etmişti. Fakat işi başından aşkın ve bariz bir şekilde uykusunu alamayan genç kadın yemek yapmaya vakit ayıramıyordu artık. En taze sebze meyveleri seçmek için pazarlarda dolaşmaya bayılan Emma; hazır yemeklerle, paket servis pizzalarla ve hatta alelade bir paket cipsle yetinir olmuştu. “Anneannem kendimi bu denli kaybettiğimi görüyorsa mezarında ters dönüyordur,” diye düşündü. “Aşçılık bağlamında yani.” Başını baharat rafına doğru çevirdi ve yan yana dizilmiş kavanozların üstündeki etiketleri okurken içi burkuldu: “Fesleğen, köri, zerdeçal, tarhun, paprika, acırga, safran…”
Eskiden ona yeni maceralara yelken açtıran tüm bu lezzetler artık toz tutuyordu. Emma iç çekip kendini bu denli işine kaptırdığına kızdı. Yandaki kapı aralığında duran kirli çamaşır yığını ise zaten kaçmış olan keyfini yerle bir etti. Acilen temposunu düşürmesi gerekiyordu. Kendine vakit ayırması artık bir ihtiyaç olmaktan öteye geçmişti! Fakat o vakte sahip değildi işte… Mutfak saati 05.03’tü. Yarım saat içinde yayına girmesi gerekiyordu. Yarısı dolu kupasını evyeye bırakıp girişteki sehpada unuttuğu küpelerini taktı ve bağcıklarını çözmeden spor ayakkabılarını ayağına geçiriverdi.
Çantasını, montunu, anahtarlarını alıp hızla dairesinin kapısını çekti. Apartmanın kapalı avlusuna adım atar atmaz pişmanlık içinde atkısını unuttuğunu fark etti. Hava buz gibiydi ve verdiği her nefes, ufak bir bulut hâlinde havada süzülüyordu. Büyük binanın üçüncü katındaki mutfak penceresine göz attı ve tekrar eve çıkacak vakti olmadığına karar verdi. Montunun yakasını boynuna çeken genç kadın, deli gibi ceplerini karıştırıp sevinç içinde eldivenlerinin orada olduğunu fark etti. Onları giydikten sonra, ısınmayı umarak ellerini birbirine sürttü. Saatine bakmasıyla beraber ağzından ufak, tiz bir çığlık yükseldi. Saat şimdiden 05.07 olmuştu! Vakti epey daralmıştı ama imkânsız değildi: Zamanında orada olması için tam yirmi üç dakikası vardı. Hızlı yürürse yirmi dakika içinde iş yerinde olmayı umabilirdi. Büyük lüks! Otobüse binmek daha hızlı olurdu ama ilk servisin başlaması sabah altıyı buluyordu ve Emma’nın arabası yoktu.
Binanın ağır kapısını aceleyle iten Emma, eşikten içeri adımını attı ve radyonun bulunduğu bölüme doğru sağa döndü. Double MR, merkezi Seine-et-Marne’ın Fontainebleau ilçesinde bulunan özel bir bölgesel radyo istasyonuydu. Radyoyu Éric yönetiyordu. Boşanmış, on üç ve on beş yaşlarında, ergenlik çağındaki iki çocuk babası; tüm hayatını, 1990’dan beri kurucusu ve genel yayın yönetmeni olduğu radyoya adamıştı. İşinin aile hayatının önüne geçmesinden usanan karısı, on yıl önce onu terk etmiş ve yeniden ailesiyle birlikte olabilmek için Narbonne yakınlarına taşınmıştı. Éric çocuklarını yalnızca yılbaşı ve uzun yaz tatillerinde görüyordu.
Durmak nedir bilmeden sabah dokuzdan akşam yediye kadar her an işinin başındaydı. Radyonun yönetimini tek başına üstlenen elli yaşındaki bu adam; sunuculardan, muhabirlerden, satışçılardan, bir internet sitesi sorumlusundan ve yönetici asistanından oluşan yaklaşık on beş kişilik ekibi idare ediyordu. Double MR, Fransa’da en büyük başarıyı yakalayan popüler parçaları yayımlayarak dinleyicilerine “Top 40” denen bir formatın yanı sıra oyunlar, gündelik haberler ve iki büyük canlı yayın kuşağı sunuyordu: hafta içi 05.30’dan 10.00’a kadar “Morning Double MR” ve akşamları “Back to Home!”.
Hafta sonları radyo genellikle bölge kasabalarındaki yerel etkinliklere (şenlikler, kitap fuarları, yöresel bitki festivalleri…) yer veriyordu. Böylece bölge konseyinden kayda değer bir hibe elde ediyordu. Radyonun geri kalan finansmanını ise yatırımcıların özel bağışları ve reklam gelirleri sağlıyordu. En az beş kişiden oluşan satış ekibi, potansiyel reklam verenleri araştırmak üzere her gün radyonun yayın yaptığı üç bölgeyi (Yveslines, Essonne ve Seine-et-Marne) geziyordu. Bu nisan ayında Emma, istasyondaki altıncı yılını tamamlamış olacaktı. Yayın ekibine tam zamanlı olarak katılmadan önce akşam kuşağında flaş gelişmeleri sunarak işe başlamıştı. Bir yıl sonrasında, “Morning Double MR” kuşağının yayın direktörlüğüne terfi etmişti. Görevi sabah kuşağını yayına hazırlamak, iki sunucusundan biri olarak sunmak, çeşitli günlük olayları (magazin, edebiyat ve medya haberleri) takip etmek ve tüm bunları yaparken yayın ekibinde çalışan muhabirlerin idaresini sağlamaktı. Genç kadın, hafta sonu yayınlarında da mutlaka canlı röportajlar gerçekleştirmek üzere işbaşı yapıyordu. Bu sezon Emma sabah kuşağını Benjamin ile sunuyordu. İş arkadaşından öte, dostu, hatta sırdaşı olmuştu.
Onun mizah anlayışını, açık sözlülüğünü seviyordu ve ona tüm kalbiyle güveniyordu. Müziğe gelince, iki meslektaşın zevkleri taban tabana zıttı. Emma, Jackson Five’tan ABC’yi duyunca yerinde duramazken Benjamin, Sepultura veya Metallica gibi trash metal türü müzik yapan grupları seviyordu. Ayrıca bölgedeki bazı barlarda ara sıra sahne alan amatör grubuyla bu gruplardan parçalar çalıyordu. Orta boylu, sakalı daima biçimli ve bakımlı, ağzı iyi laf yapan bu kaslı adamın kolundaki sayısız dövmesinin yanı sıra sol kulağında da bir piercing’i vardı. Giyim tarzı her mevsim aynıydı: kot pantolon ve kısa kollu, esprili bir tişört. Tarzı, mizacıyla çelişiyordu.
Benjamin her şeyden önce yufka yürekli, aşırı duygusal biriydi. Çok sosyal ve daima neşeliydi. Ailesi ve arkadaşları her şeyden önce gelirdi. İş hayatına gelince, radyo sunucusu iki işi birden götürüyordu: Sabahları “Morning Double MR” kuşağını sunuyor, yayınını gerçekleştiriyor, ardından 10.00’dan 13.00’e kadar yayımlanacak reklam ve tanıtım bültenlerini hazırlıyordu. Benjamin her zaman 05.00’te işinin başındaydı. Sabah kuşağında yayımlanacak müzik planının –özellikle aynı sanatçıdan iki parçanın üst üste çalınmaması için– kontrolünü sağlıyor ve o günkü haberlerle röportajların programa düzgünce dahil edilip edilmediğini teyit ediyordu. Radyo yeni bir yazılım kullanmaya başlamıştı ve Emma dâhil, yayın ekibinden kimse bu yazılımı henüz tam olarak çözebilmiş değildi. Sorumluluk sahibi ve daima düzenli olan yirmi beş yaşındaki bu genç adam çoktan evlenmişti ve Valentin adında şimdi on sekiz aylık olan küçük bir oğlu bile vardı. Kısa süre önce ailece, radyodan arabayla bir saat uzaklıktaki bir kır evine taşınmışlardı.
Yine de sabahları radyoya en erken gelen kişi Benjamin değildi, Jérémy genellikle ondan yarım saat önde oluyordu. İyi bir gazetecilik okulunda son senesini okuyan bu üniversite öğrencisi, 05.30’la 10.00 arasında verilen flaş haberlerle ve gün boyunca çeşitli programlarda yayımlanan “Günün Etkinlikleri” köşesiyle ilgileniyordu. Double MR, yayın akışında hem yerel hem ulusal haberlere yer verdiğinden genç öğrenci, aynı konuşma esnasında hem Irak’ta yaşanan bir silahlı çatışmadan hem de komşu köydeki domates festivalinden bahsedebiliyordu. İşi karmaşıktı, yine de gayet başarılı bir şekilde altından kalkıyordu. Epey çalışkan ve işten asla kaçmayan biriydi. Zaman ve mekân fark etmeksizin seyahat etmeye her an hazırdı. Özellikle de ucunda röportaj yapmak varsa…
Bu onun gerçek tutkusuydu. Tek kusuru, metin yazarken radyo dilinden çok, felsefi bir üslup kullanmasıydı. Emma bu noktayı geliştirmesine yardımcı oluyordu, çünkü radyoda vakit dardı, herkesin söz süresi dakikalarla sınırlıydı. Dinleyicinin başka bir kanala geçmemesi için konuşmanın kısa, açık ve çarpıcı olması gerekiyordu. O pazartesi Emma radyoya geldiğinde saat 05.29’du. Radyo sunucusu, ceketini çıkarmaya bile vakit bulamadan çantasını stüdyodaki sandalyeye attı ve yanlarından geçtiği meslektaşlarına kocaman gülümsedi. Benjamin yayına girdiğinde kulaklığını ucu ucuna takabildi. “Merhaba! Morning Double MR’a hepiniz hoş geldiniz! Saatlerimiz 05.29’u gösteriyor. Herkese günaydın! Selam Emma!” “Selam Benjamin ve herkese günaydın. Yalnız dikkat, bugün hava inanılmaz soğuk.
Benim gibi atkınızı unutmayın sakın, sonra pişman olursunuz. Sıkı giyinin, yerdeki buzlara da dikkat edin!” “Flaş gelişmelerin ardından Jérémy bize tüm detaylarıyla hava durumunu aktaracak. Evet, Double MR, saat tam 05.30, şimdi haberler.” Haberler yaklaşık üç dakika sürdü ve ardından yayın, Stromae’dan Tous Les Mêmes ile devam etti. Parçanın yayını esnasında üç sunucu kulaklıklarını çıkarıp laflamaya başladılar. Jérémy metinlerini tekrar gözden geçirmek üzere ofisine gitmeden önce Emma, çok uzun bulduğu haber başlığının yeterince çarpıcı olmadığını belirtti. Ayrıca muhabirin, bir sonraki habere hava durumunu vererek başlaması şarttı, zira buz fırtınası ve çığ olaylarından dolayı Île-de-France’ın tamamı için turuncu alarm verilmişti. Gazetecilik öğrencisi, başıyla onaylayıp ikiliyi yalnız bıraktı. Emma kısık ve telaşlı bir sesle özür diledi. “Kusura bakma canım. Bu sabah çok zor uyandım. İşler ne kadar iyi gidiyorsa ben o kadar geç kalıyorum…”
“İyi de tam vaktinde geldin, niye canını sıkıyorsun? Ayrıca endişelenme, gerekirse Jérémy’nin girişini ben tek başıma yapabilirim. Éric’in yayını neden bu kadar erken başlattığını hâlâ aklım almıyor. Önceki, 06.00’yla 10.00 arası çok daha iyiydi açıkçası.” “Bu fazladan yarım saate ben de bir anlam veremiyorum doğrusunu istersen. Neyse, hafta sonun nasıl geçti bakalım?” “Süperdi. Cumartesi Chailly-en-Bière’de Puffy Pub diye bir mekânda konser verdim. Pazar günü de evde tamirat işleri yapıp biraz kafamı dinledim. Sen neler yaptın?” “Sébastien ile Étiolles’da, bitki değiş tokuş edilen şu kermesi sundum. Stüdyoyu toparlarken Éric’in eli ayağına dolaştığından ekipmanları yerleştirmesine yardım etmem gerekti. Eve akşam sekizde dönebildim.” “Bana sorarsan dışarıdaki işleri yapmayı bir an önce bırakmalısın. Her biri ayrı tantana. Bu şekilde dinlenmeye nasıl vakit bulabilirsin ki? Senin de bir hayatın var sonuçta!” diye arkadaşına kızdı Benjamin. “Ben de hâlimden memnun değilim, ama Sébastien dışında kimse Éric’in işlerine gönüllü olmuyor.
Yayın koordinatörü olarak da çalışanlara örnek olmak bana düşüyor işte.” “Emma’cığım, yayın koordinatörü unvanın sana sıkıntıdan başka bir şey getirmiyor, bilmem farkında mısın? Hepimizden fazla çalışıyorsun, karşılığını da almıyorsun üstelik. Éric bu unvanı, senden daha fazla faydalanmak için kullanıyor. Zayıf noktanı yakaladı, oyununa gelme artık şu adamın,” dedi Benjamin homurdanarak. “Noel’de 500 avro prim aldım bile,” dedi Emma ve biraz utanarak ekledi: “Ayrıca Éric bana harika kartvizitler sipariş etti.”
Ciddi olamazsın Emma… Gerçekten… Bunca emeğin karşılığı 500 avro mu? Kendi yaptıklarım bile bana çok geliyor, seninkiler üstüne tuz biber. İş sözleşmende ne yazıyor bir söylesene?” “Éric sezon sonunda sözleşmedeki iş tanımını yenileyeceğine ve maaşımı artıracağına söz verdi.” “Her sene herkese aynı şeyi söylüyor ama aynı tas aynı hamam devam ediyoruz… Tekrar soruyorum: Maaş bordronda ne yazıyor?” “Muhabir.” “Hımm… Ama sen yayın koordinatörü olarak çalışıyorsun… Peki. Ya mesai saatin?”
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKendimi Kaybettiğim Yerde Buldum
- Sayfa Sayısı256
- YazarVéronique Maciejak
- ISBN9786057463234
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviYan Pasaj Yayınevi / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Senden Geriye Kalan ~ Emily Henry
Senden Geriye Kalan
Emily Henry
New York Times çoksatan yazarı Colleen Hoover’dan muhteşem bir roman daha… Bu yürek parçalayıcı ama umut dolu hikâyede talihsiz genç bir anne kefaretini ödemek...
- Tek Dileğim ~ Nicholas Sparks
Tek Dileğim
Nicholas Sparks
KORKTUĞUNU BİLİYORUM. AMA ŞUNU UNUTMA Kİ AŞK HER KORKUDAN GÜÇLÜDÜR. AŞK BENİ KURTARDI VE SENİ DE KURTARACAĞINI BİLİYORUM Maggie Dawes ünlü bir seyahat fotoğrafçısıdır....
- Kiraz Çiçeklerinin Altında ~ Ango Sakaguçi
Kiraz Çiçeklerinin Altında
Ango Sakaguçi
“Ama o ağaçların altından insanları çıkarınca geriye nasıl ürkütücü, nasıl korkutucu bir manzara kalıyor bir bilseniz!” Ango Sakaguçi, İkinci Dünya Savaşı sonrası Japonya’sının ruh...