Ev duvarlarını ve tavanlarını üzerimize kapattı, üzerimize atıldı, bizi korumak için miydi yoksa boğmak için mi, kim bilir, belki ikisi de, zaten bu dört duvar arasında ikisi birbirinden pek farklı değil.”Her ev, içinde yaşayanların geçmişini barındırır. Anneanne ve torununun yaşadığı bu ev de iri bir hayvanın ciğerleri gibi genişleyip küçülen duvarları, yatakların altından yükselen sesleri, mutfağın çatısında beliren melekleriyle sırrı asla çözülememiş kayıpları haykırır.
Komşular, evin iki sakinini gündüz gözüyle görmezden gelir ama gece çökünce hepsi onları gizlice ziyaret etmekten kendilerini alıkoyamaz. Anneanne günlerini duvarların arkasında ve dolapların içinde yaşayan gölgelerle konuşarak geçirir. Torun, kasabanın en zengin ailesiyle yaşadığı o olaydan sonra eve döner.Nihayetinde evin tarihini çözerlerken, orada yaşayan gölgelerin aslında her zaman kendilerinden yana olduğunu fark etmeye başlarlar.
Tahta Kurdu; toplumsal tabakalaşma, cinsiyet ayrımcılığı ve şiddet nedeniyle ortaya çıkan tortulaşmış bir öfke ve nefret hikâyesini artan bir gerilimle anlatmak için gotik romanın tüm unsurlarını kullanarak bizi karanlık, bazen de korkutucu bir gerçekliğin içine çekiyor.
1
Eşikten adımımı attığımda ev üzerime çullandı. Bu tuğla ve toz yığını hep aynısını yapıyor, kapıdan giren herkesin üzerine atlayıp nefessiz bırakana kadar karnını sıkıyor. Annem bu evin insanın dişlerini döktüğünü ve içini kuruttuğunu söylerdi ama annem buradan gideli çok uzun zaman oldu, onu hatırlamıyorum. Öyle dediğini anneannem anlattığı için biliyorum, gerçi anlatmasa da olurdu, ben zaten farkındayım. Burada insanın dişleri, saçları, etleri dökülüyor ve gardını indirdiğin an oradan oraya sürünüyorsun veya yatağa girip bir daha asla kalkamaz hâle geliyorsun. Sırt çantamı sandığın üstüne bırakıp yemek odasının kapısını açtım. Anneannem orada değildi. Mutfak masasının altında ya da kiler dolabında da yoktu.
Üst katta şansımı denemeye karar verdim. Şifonyerin çekmecelerini, gardırobun kapaklarını açtım ama orada da bulamadım. Kahrolası ihtiyar. Sonra yataklardan birinin altından çıkan ayakkabı uçlarını gördüm. Başka zaman olsa yorganın kenarını kaldırmazdım çünkü yatağın altında yaşayanları rahatsız etmemek 8 gerek ama anneannemin ayakkabılarını nerede görsem tanırdım. Rugan öyle parlar ki odanın diğer ucundan kendi yansımanı görebilirsin. Yorganı kaldırdığımda gözünü dikmiş, baza tahtalarına bakıyordu. Bir sabah onu sandıktan çıkarken gören bir komşu, gazetecilere ihtiyarın bunadığını söylemişti ama saçları hep yol kenarındaki bir kafenin fritözünden daha kirli olan o dedikoducu kaltak nereden bilecekti.
Bunadığı falan yoktu. İhtiyarı sürükleyerek çıkardım, yatağın üstüne oturttum ve omuzlarından tutarak sarstım. Bu bazen işe yarıyordu, bazen de yaramıyordu; bu kez işe yaramadı. İşe yaramadığında geçmesini beklemek en iyisi. Onu koridora kadar sürükleyip odanın kapısını açtım, içeri itip kapıyı anahtarla kilitledim. Bu evde bütün kapılar dışarıdan kilitlenebilir. İnsanların Noel’de yaptığı aptallıklar gibi bu da bir aile geleneği. Bizim birbirimizi odalara kilitlemek gibi pek çok geleneğimiz vardır ama kuzuların bize bir zararı dokunmadığı için asla kuzu eti yemeyiz, terbiyesizlik gibi geliyor.
Çantamı almak için aşağı inip ardından tekrar merdivenlerden çıktım. Odaya çıkan merdivenler dışında, üst katta ihtiyarla paylaştığım tek bir oda var. Sırt çantamı yatağımın, küçük olanın üzerine bıraktım. Burası önceden annemin yatağıydı, ondan önce de anneannemin. Bu evde insana para, altın yüzük, baş harflerin işlendiği nevresimler miras kalmaz, burada ölülerin bize bıraktığı şey yataklar ve kızgınlıktır. Öfke ve geceleri yatacak bir yer, bu evde miras kalabilecek tek şey bunlar. Saçlarım bile anneanneme çekmemiş, ihtiyarın bu yaşta bile hâlâ halat gibi gür saçları var, açık bıraktığında çok güzel görünüyor; benimse kafama yapışan ve yıkadıktan iki saat sonra yağlanan sönük ve seyrek dört tel saçım var. Yatağı seviyorum çünkü yatak başlığı selofanla yapıştırılmış koruyucu melek resimleriyle dolu. Ara sıra selofan eski ve çürük olduğundan düşüyor ama ben hemen dişimle yeni bir parça kesip onu değiştiriyorum. En sevdiğim resim meleğin uçurumdan düşmek üzere olan iki çocuğu izlediği. Çocuklar bir kayalıkta oynuyor, sanki uçurumun kenarında değil de evlerinin avlusundalarmış gibi aptal aptal gülümsüyorlar. Yaşları da epey büyük ama şapşallar bir şey yokmuş gibi orada duruyorlar işte.
Çoğu sabah uyanır uyanmaz çocuklar düştü mü diye resme bakıyorum. Bir bebeğin evi ateşe vermek üzere olduğu başka bir resim de var, birinde ikizler parmaklarını prize sokmaya çalışıyor ve bir diğerinde de bir kız çocuğu mutfak bıçağıyla parmağını kesmek üzere. Hepsi yuvarlak, pembe yanaklı psikopatlar gibi gülümsüyorlar. İhtiyar o resimleri, annem doğduğunda melekler onu korusun diye astı ve ikisi her gece uyumadan avuçlarını birleştirip yatağın yanında diz çökerek, Yatağımın Dört Köşesi Var, Dört Melek Beni Korusun duasını okurlardı. Ama sonra ihtiyar gerçek melekleri görünce resimleri çizenlerin hayatında hiç melek görmediğini anladı çünkü hiçbirinin sarı bukleleri ve öyle güzel suratları yoktu.
Hepsi daha çok, devasa böceklere benziyordu, peygamber devesi gibi. Anneannem dua etmeyi bıraktı çünkü kim yüzlerce gözü ve kıskaç ağzı olan dört peygamber devesinin kızının yatağına gelmesini isterdi ki. Şimdi onlara dua etmemizin sebebi çatıya kurulup antenlerini ve uzun bacaklarını bacadan içeri sokmalarından korkmamız. Bazen oradan ses gelince bakmak için yukarı çıkıyoruz ve fayans boşluklarından bizi izleyen gözlerini görüyoruz, sonra da onları korkutmak için bir Selam Sana Ey Meryem duası okuyoruz. Sırt çantasından kıyafetlerimi çıkarıp yatağın üzerine yerleştirdim. Dört tişört, iki külotlu çorap, beş külot, beş çift çorap ve hâkimin karşısına çıkmak zorunda kaldığımda giydiğim kıyafetler: siyah pantolon ve çiçekli bir gömlek. İş görüşmelerinde de bu pantolonla gömleği giyiyordum çünkü masum ve uslu biri olduğum, bu yüzden de vahşice sömürülmeye fazlasıyla istekli olduğum izlenimini vermek istiyordum. Masum görünme taktiği hâkimde işe yaradı ama şirketlerde yaramadı.
Bence dişlerimi sıkarak gülümsediğim için öfkemi yüzümden anlıyorlardı. Bulduğum tek iş Jarabo’ların oğluna bakıcılık yapmaktı, gömleğim ya da kindar olmam onların umurunda değildi çünkü benim ailem eskiden beri onlara hizmet etmişti ve nasıl giyinirsem giyineyim, onlara ne kadar kin tutarsam tutayım bu hep böyle devam edecekti. Gömlek artık bir şeye yaramazdı, rengi solmuştu ama önemi yoktu çünkü olanlardan sonra artık iş görüşmesine falan gitmeyecektim ya da kimse beni işe falan almayacaktı. Artık kinimin belli olmasını engellemek için dişlerimi sıkmak zorunda kalmayacağım ama ihtiyar bir şeyler yapmayı öğrenmem gerektiğini söylüyor. Bütün gün evde olmamı istemediği için böyle diyor ama doğru söylüyor çünkü uzun süre bir şey yapmazsam sinirlerim bozuluyor ve içim çürüyor.
Köpek gezdirmek yapmak istediğim bir iş ama burada kimse bana bunun için para ödemez, burada köpekleri bir ağıla kapatıyorlar. Ara sıra kapının üstünden bir parça kuru ekmek atarlarsa ne mutlu onlara. Neyse, devam ediyorum. Kıyafetleri çantadan çıkarınca üstümdeki gömleği çıkarıp temiz bir tane giydim. Size güzel olduğunu söylemek isterdim ama bu doğru değil ve size her şeyi olduğu gibi anlatmak istiyorum. Gerçek şu ki gömleklerin ikisi de çok çirkindi, şekilleri bozulmuş ve kullanılmaktan eskimişlerdi ama en azından ikincisi buranın kapalı kalmış boktan otobüsleri gibi kokmuyordu, otobüslerin koltuk döşemelerine spor salonu soyunma odası kokusu sinmiş gibiydi. Kıyafetleri şifonyerin son çekmecesine koydum ancak bunun bir aptallık olduğunu biliyordum. Yarın giysileri mutfak dolabında, kilerin raflarında veya girişteki sandıkta aramam gerekecekti. Hep aynı şey oluyordu, bu evde hiçbir şeye güven olmazdı ama özellikle dolaplara ve duvarlara güven olmazdı. Şifonyerlere belki biraz güvenilebilirdi, yine de çok değil.
Bir gümbürtü duyunca ihtiyarın başıyla kapıya vurduğunu anladım. Herhâlde dönmek üzereydi, odanın penceresine yaklaşmadan önce onu uyandırsam iyi olacaktı; bu, oradan ilk atlaması ya da düşmesi olmazdı, zaten böyle yapmaya devam ederse ya sakat kalacak ya da aptal olacaktı. Odaya dönüp kapıyı açtım. Bu defa tamamen dönene kadar onu daha sertçe sarstım, ay, yavrum, içeri girdiğini hissetmedim, dedi. Yarım saat önce geldiğimi ama onun bu süre boyunca burada olmadığını söyledim. Azizler insanı götürdü mü tam götürüyor, dedi. Odadan çıkıp merdivenlerden inişini izledim. Basamaklar sanki kırılacakmış gibi gıcırdadı, hâlbuki ihtiyar elli kilo bile değildi. Burada gördüğünüz yalnızca sallanan deriydi, içinde et yoktu. Ben inerken merdiven gıcırdamadı. Basamaklara da güven olmazdı. İhtiyar mutfakta bir o yana bir bu yana koşturuyordu.
Saat neredeyse öğleden sonra ikiydi ama karnım aç değildi, o zamanlar benim karnım hiç acıkmazdı, midemdeki tek şey hasta bir köpek iştahsızlığıydı. Masanın üzerine iki derin tabak koyup tencereyi masaya yaklaştırdı. Yemekte ne olduğunu sormaya gerek yoktu çünkü bu evde her zaman aynı şeyi yiyorduk. Ben artık alışmıştım çünkü kendimi bildim bileli bu böyleydi ama insanlara tuhaf geliyor, o yüzden anlatayım. İhtiyar bir tencere dolusu suyu ocağa koyuyor ve evde ne varsa içine atıyor, genelde bostandan topladıkları ya da çalılıkta bulduğu şeyler, bazen bir avuç nohut ya da kasabaya gelen kamyonlardan aldığı fasulye. Tencere saatlerce kaynıyor, ihtiyar onu her gün biraz daha kaynatıyor, aklına estiği gibi içine bir şeyler atıyor ve biz yedikçe içine su ve başka şeyler ekliyor,yiyecekler artık bozulunca tencereyi yıkayıp baştan başlıyor. Annem bu yemekten nefret ederdi ama önemi yok çünkü annemin çok uzun zaman önce gittiğini size söylemiştim. Ben de bayılmıyorum ama bir şey de demiyorum çünkü başka bir şey pişirmeye ne hâlim ne de isteğim var.
Yemeğe her zamanki gibi bir sürü ekmek parçası attım ve ıslanmalarını bekledim. İhtiyar bir şişe şarap çıkarıp üç bardak doldurdu, biri bana, biri kendisine, biri de Azize’ye. Biraz keyifsiz, dedi ve bardağı lavabonun yanındaki sunakta duran Azize Gema figürünün yanına koydu. Ardından masada yanıma oturdu ve otobüsün kalabalık olup olmadığını sordu. Kasapla benim dışımda kimse yoktu, dedim ve kasabın ısırsa kendi kendini zehirleyen salyalı ve pis diliyle bana bir şey söyleyip söylemediğini sordu. Hiçbir şey dememişti çünkü bu kasabada insanlar pislik olmanın yanı sıra korkaktırlar, dört beş kişi bir araya gelmedikçe yüzüne bir şey söyleyemezler. Anneannem ayağa kalkıp Azize’nin bardağına neredeyse taşana kadar biraz daha şarap doldurdu.
Ardından haç çıkardı. Bakalım Azize bu gece piç herife kötü rüyalar götürecek mi, dedi ama ben götürmeyeceğini biliyordum çünkü Azize bu kasabadaki bütün sefillerle uğraşamazdı. Bunun çaresine bizim bakmamız gerekiyor. Yemek bitince tabakları toplayıp lavaboya koydum. Anneannem yemek odasına gidip tespih çekmek için kanepeye uzandı. Bir Selam Sana Ey Meryem ölüler için, bir defa azizler için ve bir defa da sıradağların tepesinden kasabayı koruyan şapeldeki Meryem için. Ön avluya çıkıp kapının yanındaki çıkıntıya oturdum. Bu saatlerde kasaba hep boş olur ama zaten komşular, ihtiyardan bir şey istemeleri gerekmedikçe kapımıza gelmez. Zeytinliğe ya da harman yerine gitmek için buradan geçmekten başka çareleri kalmadığında, sanki birden akıllarına gaz musluğunu açık bıraktıkları gelmiş gibi adımlarını hızlandırırlar. Yine de bazılarının avlu kapısına tükürecek vakti vardır. Balgamlar yere yapışır ve güneş onları kuruttuğunda beyaz lekeler bırakır. Bir gece biri asmaya çamaşır suyu döktü. Yapraklar düştü ama dallar hâlâ dış cepheye tutunuyor.
Anneannem onu oradan sökmek istemiyor. Herkes görsün, diyor. Dallardan birine Azize Águeda’nın resmini astı. Halesi ve şehitlikte kesilen göğüslerini taşıdığı tepsi altın rengindeydi. Bir saksağan resmi söküp götürdü. Oraya saksağan için başka parlak şeyler de bıraktık ama bir daha gelmedi, sadece Azize ilgisini çekmişti. Onu gayet iyi anladım. Birinin bana seslendiğini duyunca içeri girdim. Atmosfer daha da ağırlaşmıştı, ev nefesini tutuyordu. Yemek odasına gittim ama ihtiyar kanepede elinde tespihle, ağzı açık bir hâlde uyuyordu. Yeniden sesi duydum, bu defa üst kattan geliyordu.
Koşarak merdivenlerden çıktım ancak yalnızca dolabın kapağının kapandığını görebildim. Bu tuzağa düşmeyecektim. Önüne bir sandalye koydum. Çıkmak için arkamı döndüm ama koridora varmama kalmadan yumruklar başladı. Sesler önce belli belirsizdi, sonra gittikçe şiddetlendi. İçeriden çağırıyorlardı, her defasında daha yüksek sesle. Ardından dolabı tırmalamaya ve sarsmaya başladılar, kapak parçalanıyordu. Ahşap her bir darbeyle kırılıyordu. İçeriden sanki bir çocuk ağlaması geliyordu, duyunca hemen tanıdım çünkü bu sesi yüzlerce kez duymuştum. Kapıya yaklaştım. O an sandalye yere düştü ve dolap açıldı. Bütün ev beklenti içinde odanın etrafında toplandı. Kapalı kalsa daha iyi olur, kızım, dedi ihtiyar arkamdan.
Sesini duyunca irkildim, ne merdivenlerden çıktığını ne de odaya girdiğini duymuştum. Dolaptan gelen sesler hep böyle bir etki yaratır; bu sesleri duyduğunda başka bir şey düşünemeyeceği türden bir afallama gelir insana, sanki aptal ya da sağır olmuşsun gibi veya ikisi birden. İhtiyar dolaba yaklaştı,koyduğum sandalyeyi kenara çektikten sonra hep yanında taşıdığı anahtarı çıkarıp dolabı kilitledi. Ev duvarlarını ve tavanlarını üzerimize kapattı, üzerimize atıldı, bizi korumak için miydi yoksa boğmak için miydi kim bilir, belki ikisi de, zaten bu dört duvar arasında ikisinin birbirinden pek bir farkı yok. Toprak yolda, avlunun kapısının önünde duran bir arabanın motorunu duyduk. Pencereye yaklaşıp perdeyi açtım.
Bir ışık parıltısı bir an gözlerimi kamaştırdı, eve doğrultulmuş bir fotoğraf makinesinin objektifine yansıyan güneş. Biri onlara döndüğümü haber vermiş olmalıydı. Olay olduğunda kasaba gazetecilerle doldu, gazeteciler komşularla konuştular ve hepsi televizyona çıkabilmek için onlara dedikodu anlatmaya koştu. Elbette çıktılar, ne kadar çok anlatıp uydururlarsa televizyona da o kadar çok çıkıyorlardı. Sabah programlarında canlı yayında onlarla röportaj yapıyorlardı, onlar da okula doğru düzgün gitmediğimi kimseyle konuşmadığımı hiç erkek arkadaşım olmadığını ama hep kızlara baktığımı söylüyorlardı. Ay, ben bu işe bulaşmak istemiyorum ama benim yeğenime sanki böyle istiyor gibi bakıyor, ay ben bilmem ama burada onu kimse bir erkekle görmedi, diyordu ikiyüzlüler ve nefret, yemek kalıntılarıyla birlikte dişlerinin arasında kalıyordu. Size söylediğim gibi, bu kasabada sadece sahtekârlar ve yalakalar var. Hepsi gidip patrona polise gazetecilere ötme peşinde, ne hakkında olduğu önemli değil, sırtlarını sıvazlasınlar da.
İhtiyarın da dedikodusunu yapıyorlardı. Kendi kendine konuştuğunu sandıkta uyuduğunu asmanın altında çırılçıplak yıkandığını söylüyorlardı. Röportajlar her defasında daha uzundu ve onlar her defasında daha çok konuşuyordu. Herkes televizyona çıkmak istiyordu ve ne kadar çok uydururlarsa o kadar çok çıkıyorlardı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTahta Kurdu
- Sayfa Sayısı112
- YazarLayla Martinez
- ISBN9786057463296
- Boyutlar, Kapak13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviYan Pasaj Yayınevi / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sondan Başlıyoruz ~ Chris Whitaker
Sondan Başlıyoruz
Chris Whitaker
Yılın En İyi Cinayet Romanı GUARDIAN • WATERSTONES • MIRROR • EXPRESS Kaliforniya’da okyanus manzarasına bakan yamaçlarda, sakin bir kasaba. Duchess Day Radley, tutunamamış...
- Notre Dame’ın Kamburu ~ Victor Hugo
Notre Dame’ın Kamburu
Victor Hugo
1852’de Louis Bonaparte’ın imparatorluğunu ilan ettiği hükümet darbesine karşı çıktığı için sürgün edildi. Cezası 1859’da sona erdi, fakat imparatorluk yıkılana kadar gönüllü olarak sürgünde...
- Koruyan El ~ Wolfgang Schorlau
Koruyan El
Wolfgang Schorlau
Siyasî polisiye ustası Schorlau, bu defa, Almanya devletinin gizli servisleri ve neonaziler arasındaki “derin” ilişkilere dair ürpertici şüphelerin izini sürüyor. Almanya’da 2000-2006 yılları arasında...