Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Yanlış Anlaşılma
Yanlış Anlaşılma

Yanlış Anlaşılma

Yolaine Destremau

Bir kadın kaç parçaya bölünür? Kaç farklı imajda var olur? Hayat onu ne kadar kendinden uzağa savurabilir? Bir avukat, mahkeme salonunda savunmasına hazırlanıyor. Cübbesini…

Bir kadın kaç parçaya bölünür? Kaç farklı imajda var olur? Hayat onu ne kadar kendinden uzağa savurabilir? Bir avukat, mahkeme salonunda savunmasına hazırlanıyor. Cübbesini giyiyor, yakasını düzeltiyor. Sesini kontrol ediyor, içinden savunmasını tekrarlıyor. O, hâkimin ve jürinin karşısında sesi bile titremeyen kadınlardan. Son derece başarılı, öz güvenli, korkusuz. Bir kadın, hastane yatağında yatıyor. Vücudunda çoklu kırıklar, darp izleri, kafa derisinde kesikler. Kocası sehpanın üzerine düştüğünü iddia ediyor.

O ise olanlara hâlâ inanamıyor. Utanıyor, kabullenemiyor, korkuyor. Aile içi şiddet sarmalına yakalanmış, inkâr, korku ve sıkıntı arasında gidip gelen kadın; kocasının üzerinde kurduğu baskı ve şiddetten kurtulmaya çalışacak. Ona yardım edecek olan, polisin dinlemediği zamanlarda onu dinleyen bir yabancı veya iş dolayısıyla tanıştığı bir adam olabilir mi? Ya da aslında çok yakından tanıdığı başarılı bir avukat? Bu roman istismarcıların, kurbanlarını iyi ve güzel olan her şeyden kopararak onları aşağılamayı; işe yaramaz, çirkin olduklarına ve kendileri olmadan hiçbir şeyin üstesinden gelemeyeceklerine inandırmayı nasıl sinsice ve ustalıkla başardıklarını gösteriyor. Yazar, özellikle her kadının bu tür psikolojik ve fiziksel şiddet karşısında farkındalığa sahip olması için gerçeği tüm boyutlarıyla ortaya seriyor. Ve kadınlara, tüm olan o “yanlış anlaşılmalar” adına, “Asla yalnız değilsiniz,” diyor.

Dilimi ısırıyorum. Ağzımın içi tükürük doluyor. Saat yaklaşıyor. Heyecan bedenimin tüm hücrelerini ele geçiriyor. Kafatasımın içindeki her bir nöron fokur fokur kaynıyor, genişliyor. Cübbemi giyiyorum. Üzerime yavaşça geçiriyorum, kumaşı dikkatle kaydırıyorum, yakasını düzeltiyorum, katlanan yerlerini düzleştiriyorum. Başka birinin kabuğuna bürünüyorum. Konsantre olmak, sesimi hazırlamak, savunmamı zihnimde tekrar etmek için on beş dakikam var. Bu on beş dakika benim için çok değerli, her şeyin boşlukta asılı gibi olduğu bu kısa anı çok seviyorum.

Bu kısacık an zarfında beni ele geçiren hararetli bilinç hâli, yaşadığımı dibine kadar hissetmemi sağlıyor. Kuşkusuz birazdan savunmanın sarhoşluğunu tadacağım; ancak arenanın ortasındayken sadece dövüşüyorum, düşünmeyi bırakıyorum. Bütün gücümü, öz güvenimi, ikna kabiliyetimi toplamak; şu an tam olmak istediğim yerde olduğumu, bu iş için yaratılmış olduğumu ve bu işin de benim için yaratılmış olduğunu hissetmek için gözlerimi kapatıyorum.

Bir kez daha dilimi ısırıyorum. Çok işe yarayan bir numara bu: Tükürüğüm kurumuş boğazımı anında ıslatıyor. Terliyorum. Nefesimi ayarlıyorum. Birazdan kelimelerin kanatlarına bineceğim; müvekkilimi savunmak için seçtiğim kelimelerin. Konuşmam ilerledikçe sarsıldıklarını göreceğim, eğildiklerini hissedeceğim, bunu kendi bedenimde olduğu kadar duruşma salonunu dolduran havada da algılarım. Yargıçların, jüri üyelerinin, adliye yüksek memurlarının, mahkemenin bana ne zaman katılacaklarını tam olarak bilirim. Bunu bir göz kırpışından, bir dudak hareketinden, bir kalem tıkırtısından tahmin ederim. Onları şaşırttığımı, kimi zaman ise duygulandırdığımı hissederim. O andan itibaren onları da yanıma katarım, tıpkı gökyüzünde büyük bir bulut kümesi hâlinde bir sağa bir sola kıvrılarak uçan bir sığırcık sürüsü gibi.

Yargıçları asla rakibim olarak görmem, onları daha ziyade dans partnerlerim olarak değerlendiririm. Daima onlardan birkaç adım önde olduğumdan, onları hiç bilmedikleri bir koreografiye sürüklerim. Bana güvenleri tamdır. Kelimelerin gücü; yüreklendiren, sarsan, güven veren kelimelerin gücü. Kadın haklarını savunduğu ve kadın cinselliği üzerine bir kitap yazdığı için hapsedilen Nawal el Saadawi adlı Mısırlı kadın doktoru düşünürüm. Hapishanenin gardiyanı ona, “Bir gün hücrende kalem bulacak olursam bizim gözümüzde bıçak saklamaktan daha büyük bir suç işlemiş sayılırsın,” demişti. Nefes alıyorum, nefes veriyorum. Üstelik sesin gücü de bir o kadar belirleyicidir. Çene kaslarıma hafifçe masaj yapıyorum. Eskiden şan dersleri aldığım zamanlarda sesimi eğitmiştim. Sesimi istediğim şekilde çıkarabilirim. Doğru çınladığında kadın sesi erkek sesine göredaha fazla takdir görür, daha fazla dinlenir. Bağırmaya gerek yok, sesin tınısı gücünden daha önemlidir.

Bu mucize bütün bedenin iştirakini gerektirir: Ayak tabanlarından saç diplerine, akciğerlerimizdeki havanın gırtlak borusunun kıvrımlarına sürtünmesine kadar varlığımızın her bir parçası rol oynar. Cocteau,* genizden gelen akortsuz sesinden kurtulması için Jean Marais’ye** sigara içmesini salık vermişti. Bütün bu düşünceler beni hedefimden saptırmadan aklımdan geçiyor. Nefes alıyorum, nefes veriyorum. Savunmamı iyi hazırladım, olur da aklım karışırsa diye önüme birkaç not kâğıdı koyacağım. Ama aklım asla karışmaz. Hem sonra, kelimeler ve sesten daha önemli bir şey daha var ki o da sessizlik. Sessizliği yönetmeyi öğrenmek. İşte bu büyüklerin nişanıdır. Söze hâkim olmak istiyorsanız, söze susarak başlamaktan daha iyi bir yol yoktur. Sesinizi çok daha iyi duyurursunuz. Ayağa kalkıyorum. Hazırım. Son bir yudum su içiyorum. Son bir kez dilimi ısırıyorum. Sessizliği bozmak için söze susarak başlıyorum.

Rüya görüyordum. Zira morfin usulca içime işlemiş ve gizemli bazı kanallar aracılığıyla uyuşturucu reseptörlerime kadar yayılıyordu. Mu, delta ve kappa*** beni korumak ve düşmanı alt etmek için küçük kollarını kıpırdatarak uyanıyorlardı ya de en azından ben onları öyle hayal ediyorum.

Uyanıyorum. Dazlak kafalı erkek hemşire üçüncü kez bana doğru eğilip aynı soruyu soruyor: 1’den 10’a kadar bir rakam vermeniz gerekse acınıza kaç verirsiniz? Leş gibi nikotin kokuyor, benimle o kadar nazik bir biçimde konuşuyor ki eline asılıyorum. 6 diye cevap veriyorum, oysa biraz önce 10’du. Acı nasıl ölçülür? Herkesin acı hissi farklı değil mi? Acı doğası gereği özneldir, değil mi? Yanımda kalıp sorularıma cevap vermesi için ona yapışıyorum. Onun varlığına, ilgisine ve antiseptik kokusunu bastıran nikotin kokan nefesine ihtiyacım var. Ama elimden kurtuluyor; beni sorularımla ve bacaklarımın arasındaki içinde telefonum ve bir eşarp olan plastik torbayla baş başa bırakıp görüş alanımın dışına çıkıyor. Ara sıra yüzünü görmediğim biri bana hiçbir şey söylemeden sedyemi alıyor ve kauçuk tekerleklerin gıcırtısı eşliğinde yabancı ve yine uzun süre bekleyeceğim bilmem hangi kurtuluşa doğru götürüyor. Beni böyle bir servisten diğerine, radyolojiden analize dolaştırıp duruyorlar, her muayene arasında saatlerce bekliyorum.

Bazen de sedyemi üzerlerinde biçimsiz yığınlar olan diğer sedyelerin yanına park ediyorlar. Hepimiz birilerinin kaderimiz hakkında karar vermesini bekleyerek koridorun en az fiziksel acı kadar şiddetli ve rahatsız edici solgun ışığı altında yatıyoruz. Hepimiz az çok terk edilmişiz, hepimiz az çok yalnızız. Bazen yığınların birinden gelen bir çığlık, bir hıçkırık veya bir şikâyet sedyedekilerin insan olduklarını hatırlamamı sağlıyor. Ama onun dışında herkes genellikle büyük bir sessizlik ve sakinlik içinde bekliyor. Buna karşın, sanki kesinlikle uyanık kalmamız gerekiyormuş gibi, hemşireler aralarında yüksek sesle konuşarak yanımızdan geçerken hafifçe bize dokunmayı ihmal etmiyorlar. Biraz önce bir tanesi, “Şunu gördün mü? Fena dayak yemiş,” dedi. Ancak cümlesi havada asılı kaldı, kimden bahsettiğini anlayamadım. Acile ne zaman geldim? Ne olduğunu hiç hatırlamıyorum.

Hafızamı kaybettim, her zamanki gibi. Sadece muazzam bir acı. Ama yeni arkadaşım morfin burada; yumuşacık, iyilik dolu, ateşi söndürmek için girebildiği her yere yayılıyor. “Burnunuzda kırık var. Köprücük kemiğinizde kırık var. Kaburgalarınızda kırık var. Kafa derinizde kesikler var. Sizi kocanız getirdi. Evde sehpanın üstüne düşmüşsünüz. Alkollü olduğunuzu söyledi. Birazdan gelecek. Sizin için endişeleniyor,” dedi nikotin kokulu hemşire. “Dinlenin.” Hepsi aynı şeyi söylüyor, dinlenin, çiğ ışığın ve hemşirelerin kaba yorumlarının arasında. Sonra ilave etti: “Tahlil sonuçlarınızda alkole rastlanmadı.” Boşluğu doldurmak için, gerçeği öğrenmemek için kendime hikâyeler anlatıyorum. Kendimi bir denge ve iç kulak problemim olduğuna inandırıyorum. Ortada hiçbir neden yokken sürekli düşüyorum. Kapılara çarpıyorum. Kendimi yaralıyorum. Bu düşüşlerin sebebini anlamak için belki bir Emar çektirmem gerek. Zira hayır, ben dayak yiyen bir kadın değilim. Ben değilim. Bu fikri bütün gücümle reddediyorum. Ben o tipik profile uymuyorum, bunun için doğmadım.

Bu kutuya, kurban kutusuna koyulmayı reddediyorum. Ben kurbanları sevmem, ben sadece kahramanları severim. Her şey bir yana, dayak yiyen bir kadın olmaktansa düşüp kendini yaralayan bir alkolik olmayı tercih ederim. Morfin yoluna devam ediyor, karınca gibi işini yerine getiriyor, acı reseptörlerini kapatıyor. Bana acı çekmediğimi söylüyor. Damarlarımdaki kana karışıyor, kaslarımı gevşetiyor, başımdan ayak parmaklarımın ucuna kadar acıyı kesip atıyor. Bütün kötü düşünceleri yok ediyor. Bana bir ninni mırıldanarak usulca gözkapaklarımı ağırlaştırıyor. Rapçı suratı ve nikotinli sesi olan hemşireyi yeniden görmek istiyorum. Dirseğimin üzerinde doğrulup etrafıma bakınıyorum. Ama ortadan kayboldu. Şu an davada olmam gerekirdi; üzerimde şık cübbem, bulut kümesi hâlindeki sığırcık sürüleri gibi, seçtiğim kelimelerin valsiyle savunmam, müdafaa etmem, ikna etmem gerekirdi. Mu, delta, kappa. Uyumak. Nihayet.

Bu iki sahneyi, bu iki kadını nasıl birleştirmeli? Oysa o kadınlar, benim; birkaç gün arayla. Çok erken, çok genç yaşta biliyordum. Daha dile getirmeden çok önce. Hatta daha bilincimin yüzeyine çıkmadan önce. Çok uzakta, içimin en derinindeki katmanlar arasında gömülüyken, biliyordum. Avukat olacaktım. Buna çağrı da denebilir. Bir Cinayetin Anatomisi’ni, * Clouzot’nun Saklı Gerçekler’ini ** ve On İki Kızgın Adam’ı *** defalarca seyrettim. Hepsini ezbere biliyorum. Daha hukuk okumaya başlamadan önce saatlerce Adalet Sarayı’nda dolaşıyordum; davalara katılıyor, insanların yüzlerini inceliyor, insanı anlamaya çalışıyordum. Savunmalarda mahkeme üyelerine ve jüriye fikirlerini değiştirtecek olan küçük bir cümleyi, küçücük bir detayı kolluyordum.

Tıpkı tecavüzün gerçek olduğunu kanıtlamak için elindeki dantel külotu havada sallayan James Stewart gibi. Ya da On İki Kızgın Adam filmindeki jüri üyesinin yüzündeki gözlük izi gibi. Lise ve üniversite yıllarımda odamın duvarları pek çok kadın kahramanın posterleriyle kaplıydı. Derslerime ve hayallerime göz kulak oluyorlardı: Gisèle Halimi ve Simone Veil, Rosa Parks ve Emmeline Pankhurst. Hubertine Auclert ve Marie Curie. Ve elbette Olga Balachowsky-Petit; 6 Aralık 1900 tarihinde, kadınlara avukat olma hakkı tanındıktan altı gün sonra ilk avukatlık yeminini etmiş olan kadın. Haberi ilk sayfadan duyuran Le Figaro gazetesi onun cübbesini kendi elleriyle diktiğini belirtiyordu. Bu hikâyelerden besleniyor ve bu devrimci kadınların hayatları hakkında hayaller kuruyordum. Bu mesleği insan ruhunu anlamak için seçtim. Dünyanın, insanların karanlığına tahammül edebilmek için avukat olmak istedim. Neye muktedir olduğumu görmek için. Dileğim gerçekleşti. Aynı şekilde, Abel’in de hayatımın erkeği olduğunu çok erken anladım.

Yirmi yaşındaydım. Üniversiteden bir arkadaşımızın evindeki bir partide bir oğlanla tartışan bu iri yarı, saçı başı karmakarışık ve coşkulu adam daha ilk bakışta beni kendine çekmişti. Ekonomi okuyordu ve tuhaf, sıra dışı olarak tanımlanıyordu. Sıra dışı ne anlama geliyordu? Kendinden son derece emindi, önüne gelen her konuda her şeyi bildiğini iddia ediyordu. Peki bu yüzden mi tuhaf bir insandı? Öfke patlamaları mı yaşıyordu? Ne olmuş? Yaşadığımız gevşek ve herkesin hemfikir olduğu bu dünyada kendine ait fikirleri olan ve fikirlerini savunan biri ne büyük bir nimetti! Hâli tavrı, yakasız gömlekleri, karışık saçları, topluluk önünde konuşma yeteneği ve sürekli diğerlerine karşı gelmesi, asla pes etmemesi… Birden onun benim olmasını istedim. Bakışlarının, kaslarının sertliğini istedim. Yürüyüşünü, yoğunluğunu, tutkusunu. Fikirlerini, hayal gücünü, açıkça ortaya koyduğu zevklerini ve tiksindiklerini. Düşünmeme yardım etmesi için.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Eyub – Basit Bir Adamın Romanı ~ Joseph RothEyub – Basit Bir Adamın Romanı

    Eyub – Basit Bir Adamın Romanı

    Joseph Roth

    Çarlık Rusya’sında ailesiyle zor koşullar altında yaşayan Mendel Singer, hayatını Eyub misali Tanrı’ya adamıştır. Kaderine Tanrı’nın yön verdiğine inanan Mendel, günün birinde Amerika’ya göç...

  2. Çoluk Çocuk ~ Patti SmithÇoluk Çocuk

    Çoluk Çocuk

    Patti Smith

    2010 NATIONAL BOOK AWARD sahibi Bir başyapıt, daha önce hiç açılmamış bir hazine sandığının içini görmek için ayrıcalıklı bir davet. Johnny Depp Coltraınein ölduğu...

  3. 6.27 Treni ~ Jean-Paul Didierlaurent6.27 Treni

    6.27 Treni

    Jean-Paul Didierlaurent

    36 yaşındaki Guylain Vignolles kâğıt geri dönüşüm fabrikasındaki işinden nefret eden yalnız ve mutsuz bir adamdır. Hayatı, sıkça sohbet ettiği küçük kırmızı balığıyla birlikte...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur