Çaresiz kalınca herkes her şeyi yapabilir.
Gelişmiş bilinçlerin, “hayır” demeyi neredeyse imkânsız hale getiren hormonların esiri olmayacağı yönündeki yaklaşım çoğu zaman tökezler. Çünkü insan doğa ve doğal yönelimleri karşısında çoğu zaman zayıftır. Herkes belli koşullar altında her şeyi yapabilir. Bazen hakikati bulmak için bir günahtan geçmek gerekebilir. Günahtan arınmak istemek ve aynı günahı tekrar etmeme kararlılığında olmak ise insanı kemale erdirecek tek yoldur.
Bazen sizi yoldan çıkaran, kaza yapmanıza neden olan iyi niyetinizdir. Asfaltın ortasındaki kaplumbağaya çarpmamak için aracınız takla atsa bile masum bir kaplumbağaya sövmezsiniz. Peki ya siz takla atasınız diye yolun ortasına bilerek bırakılmış bir kaplumbağa için?… O zaman kime kızarsınız sahi? O engeli koyan kişi midir kazanın sebebi? Yoksa sizin de bu kazada bir payınız olabilir mi?
1. BÖLÜM
Gelişmiş bilinçlerin, “hayır” demeyi neredeyse imkânsız hale getiren hormonların esiri olmayacağı yönünde bir naif yaklaşım vardır. İnsanın doğal yönelimlerine, iradesi sayesinde karşı gelebileceğini savunan saf ve iyi niyetli bir dilektir bu esasında. Çünkü doğa karşısında sandığı kadar kuvvetli değildir insan. Bir gün biri gelir, zaaflarınızı ortaya çıkarır ve siz vaktiyle kınadıklarınızı hatırlar, utanırsınız. Ya da tam tersi, bir gün birilerini kınarken yaptıklarınızı hatırlar, utanırsınız. Eğer utanmıyorsanız, ya ar duygunuz zedelenmiştir ya da çok haklı bir gerekçeniz vardır… Ama konumuz bu değil. Konumuz: “Duygularınızın ifşasına katalizör olanlarla etkileşim…” Bir araba devrildiyse, suçlu yolun ortasındaki kaplumbağa değildir tek başına.
-1-
21 Ağustos’ta Eda, Bodrum’da kocasının yeni yelkenlisinde sere serpe oturmuş, en sevdiği dostlarıyla şahane günbatımına nazır çakırkeyif bir sohbet içindeydi. Gelen telefon, sadece o an için keyiflerini kaçırmakla kalmadı, teknedeki herkesin hayatının dönüm noktası oldu. Eda o telefona geri dönmeseydi, hikâyeleri bambaşka olabilirdi. Trenin raydan çıktığı, halatların koptuğu, yelkenlerin yırtıldığı, hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı bir yoldan çıkış hikâyesidir bu…
Eda’nın suya atlamasıyla telefonunun masada dönmeye başlaması bir oldu. Çiğdem kahkahayı bastı. “Bu ne ya, telefon mu vibratör mü? Hiç böyle titreşenini görmemiştim.” Tolga masada yürümekte olan telefonun ekranındaki ismi okudu, “Hayatım Almila diye biri arıyor seni, önemli mi?” diye seslendi denize henüz girmiş olan karısına. “Kiiim?” “Almila… Almila… Danışanlarından olabilir mi?”
Telefon sustu. Fazla ısrarcı değildi. “Şışşş, bana bak! Bu Almila lisede senin manitanı ayartan kız değil mi?” dedi Dağhan. “Hangi yüzle çıkıyor yirmi yıl sonra tekrar karşına?” İşte o telefona geri dönmeyecekti Eda. Yapmayacaktı bunu. Ama yaptı…
Biraz geriye saralım:
Tolga’nın yeni gözdesi Melany, usturmaçaları ve bordası lacivert, karinası beyaz, 14 metrelik bir Beneteau yelkenliydi. İkinci eldi. İlk sahibinin karısının adıymış Melany. Adam boşanınca teknenin ismini değiştireceğine tekneyi değiştirmiş. Tolga bu ismi sevmedi tabii. Eda’m, Canım Eda’m, Aşkım Eda’m arasında kararsızdı. Çiğdem her zamanki gibi açıksözlüydü: “Madem bu kadar kötü isimler koymaya razısın bu güzelim tekneye, Aşklarım koy bari de her bedene uysun…” “…” Ekonomik olsun diye Turgutreis Marina ile anlaşmıştı o sene için Tolga. Diğerlerinin fiyatları dudak uçuklatıyordu.
Bir tek Güllük Marina vardı daha ucuz ama ona da sevgili karısı dudak büktü diye birkaç bin avro daha ateşlemeyi göze almış, nihayetinde Turgutreis’te karar kılmıştı. Halbuki Güllük, havaalanının şurasıydı; olsaydı iyiydi de… İşin ekonomisi önemliydi Tolga için. Hamama girmişti terleyecekti elbet ama hesapsız kitapsız para harcamak da istemezdi haliyle. Asla cimri değil, tutumluydu. Sonuçta bir psikiyatrdı o, akaretlerinden yağmıyordu. Hoş, onun ve ailesinin refah içinde yaşaması, toplumda daha çok insanın delirmesine bağlıydı ki günbegün olan da buydu.
Marinaya ilk demirlediklerinde, Turgutreis’i Bodrum’dan saymayıp mesafelerin uzaklığı konusunda söylenmeye devam eden Eda’ya şöyle bir baktı Çiğdem. Tolga’ya dönerek, “Abi yakışıklı adamsın, boşa sen bu şımarığı, ben sana daha iyisini bulurum, bak söz!” dedi. Güldü Tolga. “Nereden bulurum bir daha bu kadar güzelini, boş ver dursun…” Şakadan da olsa karısıyla ilgili en ufacık olumsuz bir espriye bile çanak tutmayan; dilinde “Eda bir yana dünya bir yana” diskuru ile dolanan bir adamdı Tolga. “Önce karım gelir, sonra çocuklarım…” derdi. “O piç kuruları yokken de biz vardık.”
O telefondan hemen önce:
Ne kadar da dingin bir ağustos günüydü. Covid zamanı yaşanan o kâbus günlerinden sonra ilaç gibi geliyordu güneş ve deniz. O gün tekneyi Akvaryum Koyu’nda, alargada yatırmışlar, günü batırıyorlardı, kızıl pembe… Bir şampanya açmış, dibini görmüşlerdi. Çiğdem, günbatımına doğru kaldırdı kadehini, tek gözünü kıstı, güneşi kadehe hapsetti ve “Dağhan koş!” dedi. Bilirdi Dağhan bu “koş”un anlamını. İtaatkâr bir tazı misali, kaykıldığı yerden fırladı ve karısının sözüyle tekmil durdu.
“Şuradan çeksene beni. Ama güneş kadehin içinde kalsın, taşmasın bak dikkat et.” O an görüntülenmeli, şöyle afili bir fotoğraf Instagram’a koyulup ölümsüzleştirilmeli, gönderinin altına da “Alırım bir maşallahınızı” yazılmalıydı. “Bu iyi mi canım?” “Yok, biraz daha şu açıya geç…” Tolga denize girmeye hazırlanıyordu. Masada duran çerez karışımından bir fıstık attı ağzına.
İz yapmasın diye sarı bikinisinin boyun bağlarını çözerek sere serpe uzanmış, bronz tenine sürdüğü yağın parlattığı bedenini akşam güneşine teslim etmiş karısının iki çocuk doğurmuş olmasına rağmen senelere meydan okuyan vücuduna arzuyla baktı. Eda tanıyordu bu bakışı, müstehzi gülümsedi. “Öyle çapkın bakma kocacığım, dört kişiyiz şurada, direkler sallanıyor sonra.” “Sevgi ve şehvete ihtiyacım var hayatım.” Dağhan, “Höst! Bunlar yine çok pis müstehcene girdiler Çiğdem, yürü biz bir koşu Kos’a, Kalimnos’a bir yere yüzelim” dedi kinayeli. Tolga güldü, “Yürümek, koşmak ve yüzmek ha!” deyip suya balıklama atladı. Böyleydi Tolga. Cımbızla çeker alırdı hatayı ve uygun anında adamın önüne koymaktan da geri durmazdı. Bazen aşırıya kaçan kuralcılığı insanı çıldırtsa da böyle bir adamdı o; süperegosu yüksekti, didaktikti ve hepsi alışmıştı onun huyuna. Sanki yeryüzüne birilerine bir şeyler öğretmek misyonuyla gelmişti. Tabii Eda ve Çiğdem onunla çalıştıkları için kanıksamışlardı bu huyunu ama Dağhan’ın Tolga’yı her gördüğünde yeniden alışması gerekiyordu onun tarzına. Bu dörtlü arasında Tolga’nın eleştirel tavrından, Çiğdem’in patavatsızlığından ve Eda’nın da burnunun dikine gitmesinden yılmış olan Dağhan, hep kontrollüydü. Öyle her lafa atlamaz, dozunda konuşur, kararında yapardı her şeyi, her zaman…
Yine öyle yapıyordu Dağhan; başına kasketini örtmüş, teknenin havuzluğundaki şiltelerden birinin üzerine boylu boyunca uzanmış, bir ayağını aşağı sarkıtmış, diğer ayağını da Çiğdem’in bağdaş kurarak sığıştığı ayak ucunun ardından vince dayamış, koyulaşmış muhabbeti sadece dinlemekle yetiniyor, konuşmaya hiç karışmıyordu. Ayrıca bu iki cadının atış hattında durmamayı öğreneli yıllar olmuştu, yorum yaparak şimşekleri üzerine çekme niyeti yoktu. “Aynı terane…” diyerek bir sigara yaktı Çiğdem, dumanını savurdu. Bileğindeki lastik tokayı çıkarıp kıvırcık saçlarını tepesinde toplarken dudaklarının arasındaki sigarayla konuştu: “Cenneti, kadının iki bacağının arasında sanan erkeklerin olduğu dünyadayız hâlâ…” Eda bikinisinin boyun bağlarını tutarak doğruldu, paketten tek eliyle bir sigara da o çekti. “Erkeği muma çeviren kimleri gördü bu tarih, kimleri…” dedikten sonra sigarayı tutan elini Çiğdem’e doğru kaldırdı. Muzipçe sordu Çiğdem: “Kimleri?” Elindeki çakmağı Eda’ya doğru attı.
Çakmağı havada kapan Eda, “Ne Helen’ler, Kleopatra’lar ne Josephine’ler, Salomé’ler, Katarina’lar geldi geçti tozlu sayfalardan. Asap bozucu…” dedi. “Niye ki?” “Ayol niye olacak, ağzımızla kuş tutsak bile, erkeğe orada, iki bacak arasında, bir dünya vaat eden kadının yanında silik, sönük, görünmez kalırız. Haksızlık değil mi bu?” “Senin bu konuda yakınman tuhaf. Fıstık gibisin. Ben ne yapayım bu kısacık boyumla?” diyen karısının sırtını okşadı Dağhan. Çiğdem de Dağhan’ın bacağına koydu elini. Eda, Çiğdem’i hiç duymamış gibi devam etti: “O kadınlar öyle bir duruş sergilemişler ki sırlarını bilmek lazım.
Katarina, o otağ içinde Baltacı’ya ne söylemiş olabilir ki koca bir savaşın seyri değişti? Salomé desen, koskoca Nietzsche’yi hayattan bezdirmiş, Rilke’ye ayar vermiş, Freud’un teoremlerinde onun parmağı olduğu kesin… E Helen’i ele al, Truvalı… Ayol kadın için savaşlar çıkarmışlar. Ne bileyim işte, vallahi enteresan şu erkekler. Gözünü sevdiğimin Freud’u haklı ya! Her şeyin altından cinsel dürtüler, erotizm çıkıyor.” “Siz ne kaynatıyorsunuz yine?” diye lafa karıştı Tolga. “Girsenize su çok güzel…” Denizden çıkmış, tıkanan kulağını açmaya çalışıyordu. Eda iyice doğruldu, bikinisinin iplerini bağladı, flüt bardağa şampanya şişesinin dibinde kalanı boşaltıp kocasına uzattı. “Gel kocacığım, gel! Gel de devrim yapalım…” “Geldim canım, söyle neyi deviriyoruz?” dedi ve karısının yanına oturdu. “Galiba Eros’u…” dedi Çiğdem. “Karın tarihteki kadınları kıskanıyor.”
Çakırkeyif kafalarla yapılan muhabbet de ancak bu kadar dağınık olabilirdi. Bantlara çarpıp rasgele dağılan bilardo topları gibi bir o yana bir bu yana savruluyordu konu. Tolga havlusunu beline dolarken kinayeli bir şekilde sordu: “Kızlar? En sevdiğim konu, iki bacak arası, erotizm falan…
Neye atarlandınız siz ikiniz yine?” Sonra yüzüne bir kasket örterek sessizce uzanmış Dağhan’ı gösterdi. “Hem şu dağ gibi adamın niye gıkı çıkmıyor, bayılttınız mı çocuğu sonunda?” Dağhan, kasketini hafifçe aralayarak, “Dinliyor öğreniyorum abi, bilgi dağarcığımı genişletiyorum” dedi alaycı. Çiğdem “Şekerim sözün özü şu…” dedi Eda’ya bakarak. “Kurcalama bozarsın! Mademki düzen bu, düzeni düzeltemeyeceğine göre düzene göre düzüleceksin, başka çare yok… Tövbe büyük sözüme!” Kahkahayı bastı Tolga. “Burada neler dönüyor yahu?” “Hem ortada çok da zorlayıcı bir durum yokken bizim erkeklerimiz korteksi gelişmemiş sıradan abazanlar gibi davranacak adamlar değil, sen rahat ol bacım…” diyerek Dağhan’ın bacağındaki elini çocuk pışpışlarmış gibi üç beş kere vurdu. Eda Tolga’ya büyük bir ciddiyetle sordu: “Söylesene kocacığım, sen harama uçkur çözer misin?” Tolga işin şaka kısmındaydı hâlâ. “Eee, şey, kem, küm, haramına bağlı…” “Ya lütfen kocam ya, ciddi soruyorum.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat
- Kitap AdıUtanmaz
- Sayfa Sayısı352
- YazarSelda Terek
- ISBN9786254418211
- Boyutlar, Kapak13,5*19,5, Karton Kapak
- YayıneviDestek Yayınları / 2022