İkinci Dünya Savaşı’nı bir piyade eri olarak yaşayıp, “Savaştan ve militarizmden daha saçma bir şey olamaz,” kararına varan Heinrich Böll’ün bu kısa romanı, 1949’da yayımlandı. Alman ordusunun bütün cephelerde çökmeye başladığı günlerde, Andreas adında gencecik bir Alman eri cepheye katılma emrini alır. Kesin bir ölüme gittiği fikri kafasında saplantıya dönüşen Andreas, bindiği trenin bir ara istasyonda kaldığı saatlerde, bir randevuevinde genç bir Polonyalı kızla buluşur. Aralarındaki ilişki, bir cinsel buluşma olmaktan çıkıp gerçek bir sevgiye dönüşür. Bu arada, Andreas’ın alın yazısı olarak kabullendiği ölüm saati yaklaşmaktadır…
*
Aşağıdaki karanlık geçitte yürürken trenin yukarıda perona girdiğini, kuvvetli bir sesin hoparlörden tatlı tatlı seslendiğini duydular:
“Paris-Przemyśl izinli treni…”
Sonra perona çıkan merdiveni tırmanıp yüzleri sevinç içinde izinli erlerin kocaman çıkınlarıyla indikleri bir kompartımanın önünde durdular. Peron her zamanki gibi çabuk boşaldı. Ötede, beride pencerelerin önünde genç kızlar, kadınlar ya da suspus olmuş, inatçı babalar duruyordu… O kuvvetli ses çabuk olun diye seslenmekteydi. Trenin tam saatiydi.
“Neden binmiyorsun?” diye sordu Katolik rahip, ere korkuyla.
“Neden mi?..” dedi er hayretle. “Belki de kendimi tekerleklerin altına atmak istiyorum da ondan. Belki de askerden kaçmak istiyorum… olamaz mı? Ne zorun var benimle?.. Belki, belki de delirmek istiyorumdur… Hakkım değil mi yani: Delirmek hakkımdır. Ölmeye niyetim yok, işin korkunç tarafı da bu, ölmek istemiyorum.” Sözleri dudaklarından buz damlaları gibi akarcasına, soğuk soğuk konuşuyordu er. “Aldırma, sus… Biniyorum işte, nasıl olsa bir yer buluruz… Peki, peki, öyle olsun, kızma hadi, dua et benim için…” Çıkınını alıp açılır bir kapının önünde durdu, pencerenin camını içeriden indirip o kuvvetli ses başının üzerinde yapışkan bir bulut gibi dalgalanırken dışarı sarktı: “Tren kalkıyor…”
“Ölmeye niyetim yok!” diye bağırdı er. “Ölmek istemiyorum ama işin kötü tarafı da şu ki öleceğim… yakında…”
Soğuk gri peron üzerindeki o kara tren gittikçe uzaklaştı… gittikçe uzaklaştı; geceye bürünmüş istasyon gözden kayboluncaya dek.
Görünüşte laf olsun diye söylenmiş bazı sözler birdenbire hileli bir havaya bürünür. Ağırlaşıp tuhaf bir şekilde hız alarak gelecek zamanın herhangi bir bölümünde bir yer açmak üzere, konuşandan öne geçer, hedefini kesinlikle bulan bir bumerang gibi korkunç, konuşana geri döner yine. Gelişigüzel bir konuşmanın düşüncesiz boşboğazlığından, çokluk ölüme giden bir trendeki ayrılık konuşması sırasında duyulan şu müthiş kasvetli ve donuk sözler, bütün kaderle ilgili şeylerin korkunç, aynı zamanda da sihirli gücünü birdenbire gören söz sahibinin üzerine kurşundan bir dalga gibi çöker. Sevdalılarla ölüme adanmış erler, içleri hayatın kozmik kudretiyle dolmuş olanlar bu kuvvete sahip olurlar bazen ayırdına varmaksızın, ani bir parıltıyla “taltif” edilir, bir yük altına girerler, o sözler gittikçe çöker, çöker içlerine.
Andreas vagonun içerilerine doğru yavaş yavaş ilerlerken içine bir mermi gibi düşen “yakında” sözcüğü, hiç acı vermeksizin, hemen hemen hiç ayırdına varılmaksızın etine, hücrelerine, lenflerine, sinirlerine işlemiş, sonunda herhangi bir yere çarpıp patlamış, ağır bir yara açıp kanını oluk oluk akıtmaya başlamıştı… yaşamak… acı çekmek…
“Yakında,” diye düşündü ve sarardığını hissetti. Bu arada, hemen hemen hiç ayırdına varmaksızın, alışkın olduğu şeyi yaptı. Bir kibrit yaktı; çıkınlarının üzerinde, altında yatıp uyumakta olan yere uzanmış, çömelmiş erler kümesini aydınlattı. Soğuk tütün dumanının kokusu soğuk ter kokusuna, bütün er topluluklarına yapışan o tuhaf tozlu kir kokusuna karışmıştı. Sönmeye yüz tutan kibritin alevi yeniden cızırdayarak parladı, bu son parıltı içinde, ötede, koridorun daraldığı yerde, şimdi yavaş yavaş dikkatle ilerlemeye başladığı küçük, boş bir yer gördü. Çıkınını kolunun altına sıkıştırmıştı, kasketi elindeydi.
“Yakında,” diye düşündü, korku içine işledi derin derin. Hem korku hem de kayıtsız şartsız gerçek. Bir daha hiçbir zaman, diye düşündü, hiçbir zaman göremeyeceğim bu istasyonu, son saniyeye dek sövdüğüm bu dostumun yüzünü bir daha hiç görmeyeceğim… hiç… Yakında! Boş yere ulaşmıştı; çepeçevre uyumakta olan erleri uyandırmamak için çantasını dikkatle yere koydu, sırtını bir kompartımanın kapısına dayayabileceği şekilde üzerine oturdu. Sonra bacaklarını rahat ettirebildiği kadar altına almayı denedi; sol bacağını uyumakta olan bir erin yüzünün yanından dikkatle ileri uzattı, sağ bacağını da çaprazlamasına, uyuyan başka bir erin sırtını kapayan bir çıkının üzerinden uzattı. Sırtını dayadığı kompartımanda bir kibrit yandı, suspus olmuş biri karanlıkta sigarasını içmeye koyuldu. Bir parçacık yana kayınca sigaranın kıvılcımlı ucunu gördü; zaman zaman, yabancı sigarasından nefes çektikçe, kıvılcımın ışıltısı meçhul bir erin gri, yorgun, korkunç bir aldırmazlığın acı çizgileriyle dolu yüzünü aydınlatıyordu.
Yakında, diye düşündü. Trenin takırtısı, her şey, nasılsa öyle yine. Koku. Bir sigara tüttürme isteği, ne olursa olsun, bir sigara tüttürmek… Yalnız, uyumamak. Pencereden kentin karanlık silueti geçiyordu. Uzaklarda, herhangi bir yerde, ışıldaklar gecenin lacivert mantosunu birkaç parçaya bölen uzun ceset parmakları gibi göğü taramaktaydılar… uzaklarda uçaksavar toplarının atışları… şu ışıksız, suspus olmuş, karanlık evler. Bu “yakında” ne zaman acaba? Kanı kalbinden çıkıp akıyor, dönüp yine kalbine akıyordu; dönüp duruyor, dönüp duruyor, hayat bir çember gibi, şu atmakta olan nabzı tek bir şey söylüyordu yalnızca: “Yakında”… Artık hiçbir şey söylemiyor, hiçbir şey düşünemiyordu bile: Ölmek istemiyorum… Tümceyi kurmak istedikçe aklına gelen şey şuydu: Öleceğim… “yakında”…
Arkasında, şimdi ikinci bir gri yüz belirmişti sigaranın ışığı altında; tatlı, çok yorgun bir mırıltı duyuyordu. İki yabancı kendi aralarında konuşuyordu.
“Dresden,” dedi seslerden biri.
“Dortmund,” dedi öteki.
Mırıltı devam edip daha da canlandı. Sonra bir küfür duyulunca mırıltı yeniden hafifledi, söndü; arkasında yalnızca bir sigara kaldı sonra. İkinci sigaraydı bu, derken o da söndü, sonra yine arkasındaki, yanındaki o gri karanlık, önünde hepsi de sessiz, hepsi de kara bir sürü eviyle kapkara gece. Yalnızca uzaklarda göğü tarayan ışıldakların o suspus olmuş, dehşet uyandıran uzun ceset parmakları. Bu parmaklara ait olan suretler sırıtıyor, vurguncuların, hilecilerin suratları gibi sinik, dehşet salarak sırıtıyorlar gibi geldi ona. “Seni yakalarız,” diyordu bu parmaklara ait olan dar, kocaman ağızlar. “Yakalarız seni; bütün gece ortalığı tarıyoruz.” Belki de küçük bir tahtabitini, gecenin mantosu içindeki küçücük bir tahtabitini aramaktaydı bu parmaklar, o tahtabitini bulacaklardı…
“Yakında”. “Yakında”. “Yakında”. “Yakında”. “Yakında”; ama ne zaman? Dehşet veren bir sözdü “yakında”. “Yakında” bir saniye içinde olabilir, “yakında” bir yıl sonra olabilirdi. “Yakında” dehşet veren bir söz. Bu “yakında”, geleceği sıkıştırıp eziyor, onu küçültüyor, kesin bir şey yok, hiçbir şey yok kesin olan, tam bir güvensizlik. Hem hiçbir şey değil hem de her şey “yakında”. “Yakında” her şey, “yakında” ölüm.
“Yakında” ölüyüm. Öleceğim, “yakında”. Sen kendin söyledin bunu, senin içinde biri, senin dışında biri söyledi sana bu “yakında”nın yerine geleceğini. Her neyse, bu “yakında”, savaş içinde gerçekleşecek. Bu bilinen bir şey, hiç değilse kesin bir şey. Savaş daha ne kadar sürecek?
Doğu’da her şey büsbütün yıkılıp yok olmadıkça daha bir yıl sürebilir, Amerikalılar ile İngilizler Batı’da saldırıya kalkmazlarsa, Ruslar Atlantik’e ulaşıncaya dek iki yıl da sürebilir. Ama kalkacaklardır saldırıya. Ama ne olursa olsun, her şeyiyle en azından bir yıl ister, 1944’ün sonu gelmeden savaş bitmez. Aşırı uysal, aşırı korkak, aşırı mert düzenlenmiştir bütün bu gereç. Demek süreç bir saniyeyle bir yıl arasında. Kaç saniye vardır bir yılda? “Yakında” öleceğim; daha savaş içinde. Barış nasıl bir şeydir bilemeyeceğim. Yok barış. Hiçbir şey yok artık, ne müzik… ne çiçek… ne şiir… insanlar sevinemeyecek artık; “yakında” öleceğim.
Bu “yakında”, bir gök gürültüsü gibidir. Bu sözcük fırtınayı ateşleyen bir kıvılcım gibidir, birdenbire saniyenin binde biri içinde bütün yeryüzü bu sözcükle aydınlanır.
Erlerin vücudundan çıkan koku her zamanki gibi. Kir, toz, cilalı çizme kokusu. Ne tuhaf, erlerin olduğu yerde kir de var… Ceset parmakları tahtabitini yakaladı…
Yeni bir sigara yakıyor şimdi. Gelecek günleri bir göz önüne getireyim, diye düşünüyor. Belki de bir seraptır bu “yakında”, belki çok yorgunum, sinirlerim çok gerilmiş de ondan kendi kendimi korkutuyorum. Gün gelip de savaş biterse ne yaparım, diye bir düşünmeyi deniyor… şey yapacak… şey yapacak… ama üzerinden geçip kurtulamadığı bir duvar var burada, kapkara bir duvar var. Hiçbir şey düşünemiyor. Kuşkusuz, cümleyi sonuna kadar düşünmeye zorlayabilir kendini: Okuyacağım… herhangi bir yerde bir odam olur… kitaplar… sigaralar… fakülteye devam ederim… müzik… şiir… çiçekler. Ama kendini cümleyi sonuna kadar düşünmeye zorlasa da bunun olamayacağını biliyor. Bütün bunlar olamayacak. Düş değil bunlar, bunlar ağırlığı olmayan, kansız, insansı hiçbir cevheri olmayan soluk düşünceler. Geleceğin yüzü yok artık, gelecek herhangi bir yerden kesilip atılmış, bunu düşünüp durdukça o yakına ne kadar yakın olduğunu daha iyi anlıyor. “Yakında” öleceğim; bir yılla bir saniye arasında kesinleşecek bir gerçek bu. Artık düş kurmaya yer yok…
“Yakında”. Belki iki ay içinde. Zamanı kestirmeye çalışıp artık üzerinden aşamayacağı duvar bundan sonraki iki ayın önünde midir diye anlamak istiyor. İki ay, kasımın sonu bu… Ne var ki zamanı kestirmeyi başaramıyor. Güçsüz bir tasavvur bu. Şöyle de söyleyebilirdi pekâlâ: Üçdört ya da altı ay, yankı yapmayan bir tasavvur. Ocak diye düşünüyor. Ama burada o duvar yok artık. Tuhaf, huzursuz bir umut uyanıyor. Birdenbire daha ileri atlayıp mayıs diye düşünüyor. Hiçbir şey yok. Duvar susuyor. Ortada duvar yok, hiçbir yerde… Hiçbir şey yok. Şu “yakında”… şu “yakında” yalnızca bir hayalet… düşünüyor: Kasım… Hiçbir şey yok. Yabansı, korkunç bir sevinç duygusu canlanıyor. Ocak… Daha gelecek ocak, bir buçuk yıl. Bir buçuk yıl yaşamak. Hiçbir şey yok. Duvar yok. İçini çekip mutlu düşünmeye devam ediyor; artık düşünceler zamanın üzerinden hafif, çok alçak çitlerin üzerinden atlayıp koşarcasına uzaklaşıyor. Ocak, mayıs, aralık… Hiçbir şey yok. Birdenbire boşluğa dokunduğunu duyuyor içinde. Duvarın kurulduğu yerin zaman kavramıyla ilişkisi yok. Zamanın bir değeri yok. Zaman diye bir şey yok artık. Umut hâlâ var ama. Güzel güzel atladı ayları böyle. Yılları…
“Yakında” öleceğim; kıyıya yakın olduğunu bilen ama birdenbire kuvvetli bir dalgayla açığa sürüklenen bir yüzücü gibi geliyor kendisi kendisine. “Yakında”… Arkasında var olamayacağı, artık yeryüzünde olamayacağı duvar işte burada.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıTrenin Tam Saatiydi
- Sayfa Sayısı136
- YazarHeinrich Böll
- ISBN9789750732331
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Zamanı Durdurmanın Yolları ~ Matt Haig
Zamanı Durdurmanın Yolları
Matt Haig
“KAÇ ÖMÜR GEREK, YAŞAMAYI ÖĞRENMEK İÇİN?” Tom Hazard’ın tehlikeli bir sırrı var. 41 yaşında sıradan bir tarih öğretmeni gibi görünse de nadir rastlanan bir...
- Her Kusursuz Şey ~ Matthew Quick
Her Kusursuz Şey
Matthew Quick
“Zorbaların peşinde olduğu şey bu muydu acaba? Herkesin içindeki iyiliği söküp atmak mı istiyorlardı?” Nanette O’Hare kendini bildi bileli futbol takımının yıldızıydı ve derslerinde...
- Sır Tutabilir Misin? ~ Sophie Kinsella
Sır Tutabilir Misin?
Sophie Kinsella
Emma’nın diğer kızlardan hiçbir farkı yok. Yani, onun da sırları var! Bekaretimi annemle babam alt katta Ben Hur izlerken, misafir yatak odasında Danny Nussbaum’a...