Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Ölüm
Ölüm

Ölüm

Patrick Dupouey

Augustinus’tan Sade’a Epiktetos’tan Sartre’a Ölümün Öyküsü “Kimi güçlü ve cüretkâr, kimi duyarlı ve tutkulu, ama hepsi de yeryüzüne onca ilgi ve bağla bağlı olan…

Augustinus’tan Sade’a Epiktetos’tan Sartre’a Ölümün Öyküsü
“Kimi güçlü ve cüretkâr, kimi duyarlı ve tutkulu, ama hepsi de yeryüzüne onca ilgi ve bağla bağlı olan çeşitli türlerden pek çok yaratığın yüzyıllardır içine düştüğü bu uçurumdan kimse kaçamadı.”
Constant

“Ölüm karşısında şaşırmaz bilge
Her an hazırdır göçüp gitmeye
Bilir ki açmamak olmaz
Ölüm kapıyı çalınca”
La Fontaine

“Ölüm olmaksızın felsefi bir etkinlikte bulunmamız olası bile değildir.”
Schopenhauer

“Kütüphanelerden daha sevimli bir şey yoktur. Ölüler oradadır: Bu ölülerin yapmış olduğu tek şey yazmaktır, uzun süredir yaşama günahından da kurtulmuşlardır ve ayrıca yaşamlarını ancak başka ölülerin onlar üzerine yazdığı kitaplar sayesinde biliriz.”
Sartre

Ölüm nedir? Felsefeye konu olabilir mi? Deneyimlenebilecek bir olgu mudur, yoksa asla çözülemeyecek bir gizem midir? Öldükten sonra yaşamak mümkün mü? Nasıl ölmek gerekir? Ölüler nasıl hatırlanır? Sokrates’ten Cioran’a kadar pek çok düşünürün, edebiyatçının ve bilim insanının metinlerine yer veren bu kitap, tüm insanların “yaşadığı” ama hiç kimsenin ne olduğunu kesin olarak bilmediği ölüm gerçeğini derinlemesine tartışıyor.

İÇİNDEKİLER

13 Giriş
Birinci Bölüm
Ölüm, Yaşamın Ödediği Bedel?
47 1. Sade
ölüm? doğanın gereksinimi olarak maddenin bir
değişimi
53 2. Ménuret De Chambaud
“ölüme çare bulabiliriz”
62 3. Klarsfeld ve Revah
ölüm biyolojik açıdan gerekli midir?
71 4. Ameısen
“yaşayanların heykeli”
75 5. Freud
eros ve thanatos
80 6. Epiktetos
“başaklar neden yetişir? biçilmek için değil mi?”
İkinci Bölüm
Ölümlülük Durumu
85 7. Bossuet
“ne olduğunuzu öğrenmeniz için sizi ölüme davet
ediyorum”
90 8. Pascal
ölümün huzurunda insan
97 9. Epikuros
“ölüm bizim için bir hiçtir”
102 10. Lucretıus
“ölümsüz olan ölüm”
108 11. Bayle
“Epikuros’un ve Lucretıus’un Argümanı İyi
Kurulmamıştı”
112 12. Feuerbach
ölüm yaşamı sınırlandırmaz
118 13. Montaıgne
“yaşamı ölüm kaygısıyla bulandırıyoruz”
125 14. Nıetzsche
ölü bir dünya
129 15. Sartre
“öyle ya da böyle hep ölürüz”
Üçüncü Bölüm
Son An
135 16. La Fontaıne
“bir anda ölmek adil midir?”
140 17. La Rochefoucauld
“ölümü küçümsemenin yanlışlığı”
145 18. Rousseau
julıe’nin ölümü
152 19. Jankélévıtch
küçük ölümler ve büyük ölüm
Dördüncü Bölüm
Ölümsüzlük, Sonsuzluk
157 20. Platon
“felsefe yapanlar doğrudan doğruya ölmeye
hazırlanırlar”
163 21. Aziz Augustinus
iki ölüm
169 22. Kant
“saf pratik aklın bir koyutu olarak ruhun
ölümsüzlüğü”
175 23. Hugo
“tüm bu cennetler saçmalıktan başka bir şey değil”
182 24. Bergson
ruhun hayatta kalması: bilimsel olarak kabul
edilebilir bir hipotez
187 25. Cohen
ötede? “yürümüyorum”
191 26. schopenhauer
“gerçek varlığımız ölümün ulaşamayacağı bir
yerdedir”
197 27. Spinoza
“biz ezeli ve ebedi olduğumuzu hissederiz ve
deneyimleriz”
Beşinci Bölüm
Yaşayanlar ve Ölüler
202 28. Landsberg
komşunun ölümü
206 29. Alaın
“ölüler hükmeder yaşayanlara”
211 30. Sartre
“ölmüş olmak, yaşayanlara yem olmaktır”
219 31. Jankélévıtch
yaşamış olmaklık
225 32. Levı-Strauss
“var olmakla olmamak arasında seçimde bulunmak
insanın elinde değildir”
229 Sözlükçe
253 Kaynakça
260 Dizin

Giriş
Ölmek istemeyen bir insanın doğru bir biçimde yaşamasını sağlamak her zaman güç olacaktır.
–Tocqueville
Yaşam ne kadar güzel olursa, onu kaybetmekten o kadar az korkarız.
–Alain, Les Aventures du cœur

Arthur Schopenhauer ölümü “felsefenin gerçek ilham perisi ve esenleyici gücü” olarak görür. Ona göre, “ölüm olmaksızın felsefi bir etkinlikte bulunabilmemiz olası bile değildir.” Ölümsüzlüğe kavuşmuş olsaydık felsefenin nasıl bir şey olacağını bilemezdik ama kendimize ölümlülerin felsefe gibi bir etkinlikten ne beklediklerini sorabilirdik.

Schopenhauer için yanıt açıktır: Ölümlüler felsefeden neredeyse dinlerden bekledikleriyle aynı şeyi, yani teselli ve avuntuyu beklerler. Felsefeyi kaygıyı tedavi edici bir etkinlik olarak pratik ediyoruz. Gelgelelim Schopenhauer metafizik sistemlerin eşit derecede etkili olmadıklarını da ekler. Doğu düşüncesi bunu, yalnızca “zayıf ve asılsız fikirler” sunan ve bunların anlamsızlığını fark edenleri çaresizlik içinde bırakan Avrupa felsefelerinden ve dinlerinden daha iyi başarır. Sonraki nesiller onu haklı çıkarmış gibi görünüyor. Avrupa bazı yanlış anlamalar olmasına karşın “Doğu maneviyatlarına” kendini kaptırır. Kaç Batılı Budizmin reenkarnasyonlarında hayatta kalmaya ilişkin geleneksel inancın yerini alacak bir şey görür? Reenkarnasyon döngüsünün (samsâra) Budiste bir umut yada teselli nedeni sunması şöyle dursun, tam tersine kendisini kurtarmaya çalıştığı bir lanet olduğu düşünüldüğünde bunun münhasır bir yanlış anlama olduğu görülecektir.

Yönümüzü ister Doğu’ya ister Batı’ya çevirelim, istediğimiz şey teselli bulmaktır. Yok oluşumuzun kaçınılmaz olduğu fikri pek de iç açıcı değildir ve insan yaşamın nankör olduğunu bilse bile var oluştan kolay kolay vazgeçemez. İnsan her şeyden önce bir hayvandır, tüm diğer canlılar gibi yaşama tutunma eğilimine sahip bir canlıdır. Stoacılar, doğa tarafından düzenlenen bu temel dürtüye horme [ilk güdü, ilk dürtü] adını verirler (bkz. Diogenes Laertius, 7, 85-86). Kılavuz Kitap [Manuel] adlı eserinde Epiktetos bu ilkeyi şu şekilde açıklar: “Tüm canlı varlıklar doğası gereği zararlı görünen şeylerden ve nedenlerinden kaçınmaya ve uzaklaşmaya, kendisi yararlı olan şeyleri ve nedenleri elde etmeye çalışmaya ve beğenmeye yönelir.” Bu nedenledir ki “kendini sevme ilk ilkedir” (Cicero, De Finibus, III, V, 16). Fakat Epikurosçuların iddia ettiği gibi haz arayışı, daha temel bir eğilimin yalnızca ikincil tezahürüdür. Spinoza bunu “Hiç kimse, insanın diğer bireyler gibi kendi varlığını korumaya çalıştığını inkâr edemez.” (Politik İnceleme, I, 5). sözleriyle yeniden dile getirecektir. Peki ya Ölüm? Açıkçası ondan kaçış yok. Ionesco’nun kralına bakın.

Dayanılmaz olanla karşı karşıya kaldığımızda iki çıkış yolu vardır. Birincisi, kendimizi ölüm dediğimiz şeyin aslında ölüm olmadığına ve büyük geçiş anının ötesinde bir şeyin bizi beklediğine; belki de gerçek yaşama erişmek için gerçek yaşamın olmadığı bu dünyevi varoluşta ölmemiz gerektiğine kendimizi ikna etmekten ibaret olan, dinlerin felsefeden çok daha önce geçtiği yoldur. İkincisi insanın aksilikler karşısında yakınmadan ondan en iyi şekilde yararlanmaya çalışmasını ve ölümle sonuçlanacak olan yazgımızda gerçekte hiçbir kötülüğün olmadığını ve belki de bizi sonsuz bir varoluşun cefalarından kurtardığı için doğaya şükretmemiz gerektiğini anlamayı gerektirir. Rousseau “eğer ölümsüz olsaydık son derece sefil varlıklar olurduk” diye düşünür ve şöyle sorar:

“Eğer bize dünyada ölümsüzlük teklif edilseydi bu kederli armağanı kim kabul etmek isterdi?” Fakat kısa bir notla “burada tüm insanlardan değil, düşünen insanlardan bahsettiğini” aceleyle ekler (Émile, II).

Ölümün bizi felsefeye itmesinin tek yolu yatıştırma arayışı değildir. Ölüm hakkındaki tüm düşünme faaliyeti varlığımızın olumsallığı üzerine bir tefekküre yol açar. Varlığımın sona ereceğini düşünmek, her zaman var olmadığım, belki de hiç var olmamış olabileceğim gerçeği üzerine düşünmektir. (Çok da bir şey değiliz, değil mi . . . !) Bu tefekkür de bizi dünyanın kendisinin olumsallığı fikrine ve eğer Heidegger’e kulak verecek olursak tüm bir metafiziğin “temel sorusuna” götürür: Neden hiçbir şey yokken bir şey var? “Ölüm,” der Vladimir Jankélévitch, “metafizikçi olmayanlar için metafiziğin yerini alır” (La Mort, s. 455). Fakat ölmüşler felsefe yapmadığından ölüm bu pedagojik işlevi ancak mesafesini koruduğunda yerine getirebilir. Görünür, ama uzaktan. Kimi kişisel deneyimler buna olanak sağlar: Yasın yanı sıra hastalık ve kazalar da ölümün az ya da çok belirgin bir habercisidir. Bu nedenle Cioran, hastalıklara “felsefi bir misyon” yükler: “metafizik anlamdan yoksun” sıradan insana, kaçınılmaz bir ufuk ve daimî bir tehdit olarak ölüm yaşamı sürekli kuşatmasaydı hiçbir anlamı olmayacak olan varoluşunun tam farkındalığını yeniden kazandırma misyonu. İnsanın yüzeysel dengesi sarsılmaya başladığında ve naif kendiliğindenlik yerini derin bir ıstıraba bıraktığında”, o zaman tüm varoluşun özü ortaya çıkar: “uzun süreli kıvranış ve ölüme giden yol (Cioran, “Sur la mort”, Sur les chimes du désespoir [Umutsuzluğun Doruklarında]). Ölüm yaklaştığında, felsefe sınıfının dik kafalı ve dikkati dağılmışlarına ikinci bir şans verilir!

Bununla birlikte ölüm hakkında düşünmenin, üzerine konuşmanın veya yazmanın filozof olmak için yeterli olacağı saçmalığından vazgeçelim. Ya da yalnızca derin olmanın. Valéry bu konuda bizi uyarır: “En ciddi olduğu söylenen konu sadece en “yüzeysel” gelişmelere olanak tanır. Örneğin ölüm ancak aldatıcı bir biçimde düşünülebilir ya da yansıtılabilir” (Autres Rhumbs, 1934). Ölüm kesinlikle ciddiye alınması gereken bir meseledir. Ciddilik, tanımını ölümle olan belirli bir ilişkide bile bulabilir: Yaşam söz konusu olduğunda ciddi olmak zorunda hissetmez miyiz? Ölümün karşısında eğlenmekten her zaman çekiniriz. Bilhassa kendisine ölümü konu edinmiş “kara mizah” diye bir şeyin olması da bunu doğrulamaktan başka bir şey yapmaz: Ortada kaçınılması gereken bir şey var. Fakat ölüm ciddi bir mesele olsa bile, hiçbir konu ya da tema kendi başına felsefi bir konu değildir, yani onu ele alan düşünceye felsefi bir saygınlık kazandırmaz. Derinliğe gelince, belki de hiçbir şey buna ölümden daha az sahip değildir. Hafiflik varlığın mı yoksa hiçliğin mi tarafhında daha dayanılmazdır? Ölüm hakkında felsefe yaptığını iddia eden herkesin yüzleşmesi gereken ünlü Spinozacı cümlenin manası budur: “Özgür insan en az ölüm üzerine düşünür ve bilgelik ölüm üzerine değil, yaşam üzerine bir tefekkürdür” (Etika [Éthique], IV, 67). Bu ne anlama gelmektedir? Spinoza’nın bunu yazabilmesi için ölüm üzerine tefekkürde bulunmuş olması gerekir. Kendisi bir filozof ve Etika da bir felsefe kitabı için bir model değil midir?

Ölüm felsefi bir mesele midir?

Spinoza burada bilgeliğe âşık olan ve ona ulaşmak isteyen filozoftan bahsediyor olsaydı çelişki açık olurdu. Fakat o, bilgeliğe sahip olan bilge kimseden söz etmektedir. Spinoza’nın bu kısa önermede söylemek istediği şey, ölüm düşüncesinin, özgür olduğu müddetçe, yani kendisinin tüm var olma kudretini ifade edebilen herhangi bir insanda barınamayacağıdır. Ölüm hakkında derin düşüncelere dalmaktan kaçınmak için bilge kimsenin çaba göstermesine gerek yoktur. Onun rahatlığının, Montaigne’in sözünü ettiği (Denemeler [Essais], I, 20) ve Pascal’ın eleştirdiği “ilksel bir umursamazlıkla” ilgisi yoktur, çünkü eğlencenin beyhudeliği içinde kendisini kaybetmeye ihtiyacı yoktur. Dinginliği de hayali bir öte dünya inancına dayanmaz. Basitçe, başka nesneler onun dikkatini harekete geçirir ve bunlar onun fiziksel ve ruhsal faaliyetlerini tüketmek yerine besledikleri için daha iyidirler. Bilge kimse doğal ihtiyaçlarını ölçülü bir şekilde karşılar, kendini gerçekleştirmesine katkıda bulunacak fiziksel ve ruhsal faaliyetler geliştirir, diğer insanlarla mümkün olduğunda dostça ilişkiler kurar, bu artık mümkün olmadığında ise onlardan uzak durur; şehrin daha iyi hâle gelmesi için çalışır. Kısacası, oldukça basit bir şekilde yaşantısını sürdürür: “Bizim için mutlak olarak erdeme göre hareket etmek, aklın yönetimi altında hareket etmekten, yaşamaktan, varlığını korumaktan (üçü de aynı anlamı ihtiva eder) başka bir şey değildir ve bu da kişinin kendisi için gerçekten yararlı olanı aramasına dayanmaktadır (Etika, IV, 24).”

İdeal olan budur. Felsefe ideal olana taşıyabilir. Fakat cehaletimiz ve tutkularımız bizi ondan uzak tutmaktadır. Ölüm korkusu –Epikuros’a göre– bunların en dehşetli olanlarından biridir. Dahası; sondan duyulan endişe tutkulara tabi olan tüm bir varoluşun arka plandaki gürültüsü gibidir. Kendimizi yazgısı tükenmek olan sahte iyilere bağlarız, arzudan arzuya koşarız, yeni hazlar umut ederiz ve artık arzulamamak ve zevk almamaktan daha kötü bir şey tasavvur edemeyiz. Yaşantımızı daima uzatmalar içinde sürdürürüz. Hiçlik korkusu hem bizim hem de başkalarının tutkularının bedelidir ve tüm varoluşa ebedi bir ölüm tehdidi getirir. Hobbes modern siyaset felsefesinin temelini bu gerçekliğe dayandıracaktır.

Öyleyse ölüm, en azından şimdilik felsefe açısından meşru bir konudur. Etika bu konuda okuruna ne anlatır? Ölüm bir olumsuzlamadır, varoluşun bir kusurudur yani gerçek bir şey değildir. Kuşkusuz, günü geldiğinde öleceğimiz bir gerçektir. Bu olay, varoluşları sürdürmek için gerekli olan genel koşullar artık yerine getirilmediğinde tüm sonlu şeylerin başına geldiği gibi vuku bulacaktır. Ölüm hakkında Spinoza’nın bakışından daha az trajik bir şey yoktur: Bir şeyin ortadan kalması/yok oluşu doğası bakımından asla hiçbir şey ifade etmez; bu katiyen tahripkâr bir sürecin vuku bulması ya da içsel bir parçalanmanın düzelmesi değildir. “Hiçbir şey” der Spinoza, “yok olabilmesi için gerekli olan şeyi kendi içinde içermez” (III, 6, Kanıtlama). Bu yıkım şeye her zaman dışarıdan gelir. Güncel biyolojik bilgilerimizle yapacağımız dikkatli bir okuma bunu doğrulayacaktır. Kendi olumsuzlamalarını içlerinde taşımamaya mahkûm edilmiş canlı varlıkların üzerinde genetik bir kaderciliğin –bilimsel olarak kötü kurulmuş bir diyalektiğin kalıntısı– ağır bastığı pek sıklıkla tekrar edilir. Bu büyük ihtimalle yanlıştır.2 İntihar bu fikri içermez, çünkü Spinoza kendini öldüren bir kimsenin dahi “doğasına aykırı olan dışsal nedenlerin” kurbanı olduğunu söyler (IV, 18, Not). Onu terk eden yaşama arzusu değildir, bu arzunun tatmin edilmesini engelleyen dünyadır. Hayal kırıklığına uğramış, terkedilmiş bir sevgili, haklarının sonuna varmış işsiz bir kimse, –16 Ocak 1969’da Sovyet tanklarının önünde kendini yakan Praglı felsefe öğrencisi Jan Palach gibi– mücadele edilmesi imkânsız bir rakip karşısındaki militan, tüm bunlar hayatta kalmaktan daha iyisini talep edemezlerdi. İçlerindeki sevme ve sevilme, onurlu ve özgür bir şekilde yaşama arzusu sönmüş olsaydı ölümü düşünmezlerdi. “Tüm insanlar mutlu olmayı isterler” der Pascal “gidip kendini asanlar dahi” (Pascal, Düşünceler [Pensées], Br. 425).3 Öyleyse söz konusu olan herhangi bir “ölüm dürtüsü” değil fakat yaşamaya dair ölümcül bir yetersizliktir. Dolayısıyla ölümün ikide bir akla gelmesi –yaşayanların bu beklenen intiharı– özsel doğamızın canlılığını değil mevcut zayıflığımızı işaret eder. Yaşam tarzını –ölçülü bir biçimde yemek ve içmek, fiziksel bir etkinlik icra etmek– kalp krizi ya da kanser takıntısının belirlediği.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Felsefe
  • Kitap AdıÖlüm
  • Sayfa Sayısı264
  • YazarPatrick Dupouey
  • ISBN9786256584198
  • Boyutlar, Kapak13.5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviFol Kitap / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur