Gözlerini yummuş olmasına rağmen kendini dumanlı bir ışık içinde hisseden Ogi, her şeye rağmen yaşamayı isteyip istemediğini düşündü.
Karısını kaybettiği trafik kazasından beri Ogi’nin bedeni kıpırdamıyor ama zihni gücünü yavaş yavaş topluyordu. Ona hayattaki tek yakını olan kayınvalidesi bakıyordu. Ogi, yattığı yerde eski günleri hatırlamaya başladı. Derken başucundaki telefon ortadan kayboldu, giden hastabakıcının yerine yenisi başlamadı, fizyoterapist hiç gelmez oldu, evin bahçesine bakan penceresini sarmaşıklar sardı… Ogi’nin içindeki boşluk büyüyordu.
Çağdaş Kore edebiyatının önde gelen yazarlarından Pyun Hye-young’un 2017’de Shirley Jackson Ödülü’nü alan romanı Çukur, geçirdiği kazadan sonra yatağa bağımlı kalan bir profesörün yaşadıklarını, çevresindeki isimsiz kadınlarla ilişkileri aracılığıyla anlatıyor.
1
Ogi, gözlerini yavaşça açtı. Gözleri kamaştı. Donuk karartılar içinde bir ışıltı yansıdı. Gözlerini yumdu ve tekrar açtı. Biraz zorlandı. Sakinleşti. Yaşıyor gibiydi. Gözlerinin kamaştığını ya da gözlerini açarken zorlandığını gösteren fiziksel baskı hissi, bunun bir kanıtıydı. Tavandaki kartonpiyer ve üzerine muntazam sıralanmış floresan lambalar göründü. Floresan lambaların hepsi yanıyordu. Bir hastane gibiydi.
Bu kadar çok ışık ancak bir hastanede olurdu. Başını döndürmeye çalıştı ama bir işe yaramadı. Yine de gözbebeklerini devindirebiliyordu. “Ogi Bey!” Birinin sesi duyuldu. Kadındı. İlkin iyi seçemedi ama gitgide beyaz önlüğü fark edildi. Hemşireyi andıran kadın, Ogi’den tarafa yaklaştı. Bir şey kokuyordu. Hoş bir koku değildi. Ekşimsiydi. Az önce yemek yemiş gibiydi. Öyleyse şimdi saat kaçtı? Ogi, bir şeyler söylemek istedi. Buranın neresi olduğunu sormasına lüzum yoktu. Bu sorunun cevabını zaten biliyor sayılırdı. Burası bir hastaneden başka neresi olabilirdi ki? Ölüm döşeğinde yatmadığı kesindi. Çünkü kadından gelen kokuyu almıştı. “İyi misiniz?” İyice yaklaşarak Ogi’nin yüzünü inceleyen hemşire, yatağın duvar tarafındaki çağrı düğmesine bastı. “Birazcık bekleyin lütfen. Doktor bey hemen gelecek. Nerede olduğunuzu biliyor musunuz?” Hemşire, saatine baktı ve çizelgeye bir şeyler kaydetti.
Ogi, kupkuru ağzını güçlükle açtı. Yalnızca nefes verdi ama bir ses çıkmadı. “Burası bir hastane. Uzun süredir uykudaydınız.” Hemşire, yüksek sesle böyle dedikten sonra, “Öncelikle tansiyonunuzu ölçeceğim. Çünkü doktor gelince kontrol edecek” diye ekledi. Hemşire, Ogi’nin koluna tansiyon aletini taktı. Ogi, hemşirenin tutup kaldırdığı kendi koluna öylece bakarak dalıp gitti. Kolunda gri, kalın bir bant sarılıydı. Tuhaftı. Ortam ne gergindi ne de rahattı. Hemşire, tansiyon aletini çıkarıp da Ogi’nin kolunu yatağın üzerine bıraktığında da durum aynıydı. Çizelgeye bir şeyleri kaydeden hemşire, her şey bitti anlamında Ogi’ye baktıktan sonra sırıttı.
Eşim nerede? Ogi böyle sordu. Hiçbir ses çıkmadı. Çenesi ve ses telleri bir ses çıkarmak için deviniyormuş gibi görünmedi. Kendini garip hisseden Ogi, dilini ağzında çevirip tükürüğünü dikkatlice yuttu. Hemşire, yine geleceğini söyleyip hastane odasından çıktı. Ogi, çenesini hareket ettirmek için çabaladı. Yerinden kımıldamıyordu. Zorlayınca kuru dudakları hafiften aralanıyor gibiydi. Bu kez “A” diyerek ses çıkarmayı denedi. Açılan dudakları arasından akciğerlerinin ta derinliklerindeki havanın belli belirsiz boşalışı duyuldu. Hepsi buydu. Herhangi bir ses çıkarmaya çalışsa da kulaklarında duyduğu sıradan sesler değildi. Ogi’nin bedenine bağlı tıbbi cihazlardan gelen muntazam makine sesleri; koridorun dışından duyulan nazik, gürültüsüz sesler; hemşirenin giydiği tabanı yumuşak ayakkabıların gürültüsüz ama yinelenen kayma sesleri gibi şeylerdi.
Kısa bir süre sonra hemşire, doktorla beraber içeriye girdi. İlk defa gördüğü biriydi. Doktor, Ogi’ye aşina geldi. İyice gülerek abartılı bir şekilde kollarını açmıştı. Doktor, “Ogi Bey, sizi gördüğüme sevindim. Görüşmeyeli ne kadar zaman oldu?” diye sordu. Bunu asıl Ogi merak ediyordu – ne kadar zaman geçtiğini, ne kadar zaman sonra geri geldiğini. “Buranın neresi olduğunu biliyor musunuz?” Ogi, doktora şöyle bir baktı. “Burası hastane. Öyle değil mi?” Ogi, olumlu anlamda başını sallamaya çalıştı. Yararsız bir denemeydi. “Doğru olduğunu düşünüyorsanız, gözlerinizi bir kez kapayıp açın lütfen.” Ogi, kendisine söylendiği gibi yaptı.
Gözlerini bir kez yumup açtı. Doktor, gergin bir tonda, “Aferin size. Bravo. Çok güzel” dedi. Sanki yumruğunu sıkarak konuşuyordu. Gözlerini bir kez kırpmakla böylesine bir övgüyü ilk kez almıştı. Eşim nerede? Ogi, tekrar sormaya çalıştı. Doktor, Ogi’nin sağ ve sol gözkapaklarını sırayla tutup kaldırdı. Ardından bedeninin hemen her tarafına bastırıp dokundu. O hiçbirini hissetmedi. Doktor, Ogi’ye ve yatağın baş kısmına takılı her türden tıbbi cihazda gösterilen rakamsal değerlere ardı ardına baktı, bunları çizelgeye yazdı.
Derken hemşireye bir şeyler hakkında sessizce talimatlar verdi. “Ogi Bey, mükemmelsiniz. Büyük badireyi atlattınız, şimdi kendimizi tekrar toparlayalım. Anlaştık mı? Asıl savaş şimdi başlıyor. Bundan sonra önemli olan, sizin iradeniz. Tıp değil; sizin iradeniz diyorum. Sizin için benim de yapacağım çok iş var. Elimden gelenin en iyisini yapacağım. Ama benim yapacaklarım, sizinki kadar olmayacaktır. Anlıyor musunuz? Yani doktor olarak benim değil, asıl sizin biraz daha çaba göstermeniz gerekiyor. Öncelikle birkaç tetkik yapılması gerektiğinden sizi başka bir odaya alacağız. Tamam mı? Anladıysanız, gözlerinizi bir kez kırpın lütfen.” Ogi, bir kez daha kendisine söylendiği gibi yaptı. “Evet. Gerçekten bravo. Birazdan yine görüşelim.” Doktor, abartılı bir övgüden sonra hemşireyle beraber odadan çıktı. Doktor, onun bilincini toparladığını görünce bunun mükemmel olduğunu söylemişti. “Mükemmelsiniz.” Ogi, sürekli bu sözü aklına getirdi.
Uykudan uyanmasının mükemmel olup olmadığı düşüncesine kendini kaptırdı. Bu, doktorun bir sonraki sözlerinden, yani asıl savaş şimdi başlıyor ve bundan sonra önemli olan iradeniz, diyen ifadelerinden kaynaklanıyordu. “Tıp değil; sizin iradeniz” diyen sözleri de öyleydi. Bu sözlerden birçok şeye akıl erdirilebilirdi. Bir süre sonra hemşire geldi. Hemşire, Ogi’ye ve duvardaki cihaza bağlı birkaç kabloyu çıkardı. Sedyeyi gözden geçirip olduğu gibi iteleyerek koridora çıkardı. Ogi, sedyeye uzanmış bir halde hastanenin tavanında görünen ve hızlıca geçip giden floresan lambalarını seyretti.
Belki de bu sedyede kendisinin daha da yatması gerekecekti. Adam, şimdiki durumunu söylememişti. İleride olacakları söylemişti. İradesinin önemli olduğunu ifade etmesi, bir irade sergilemediği müddetçe iyileşmesinin zor olduğu anlamına geliyordu. Doğal bir şekilde şifa bulma imkânının olmadığı ve sürekli tedavilerle de iyileşme olanağının garanti edilemeyeceği anlamındaydı. Doktorla hemşirenin tepkilerine bakılırsa, Ogi uyanıncaya dek epeyce bir zaman geçmişti. Bir hayli ve çeşitli tıbbi yardımlar almış olmalıydı. Bedenine takılmış kablolar, solunum cihazı, serumlar gibi şeyler bu süre zarfında Ogi’nin verdiği mücadelenin kolay olmadığını gösteriyordu.
Gıcırdayarak kayarcasına giden sedye durdu. Asansörün önüydü. Muhtemelen sadece hastaların kullanabileceği bir asansördü ama Ogi’yle hemşire bindikten sonra geriye kalan yere sağlam olanlar da bindi. Başkaları bindikçe hemşire, Ogi’nin sedyesini birazcık kenara doğru ittirdi. Ayakta duranlar, sedyeye uzanmış olan Ogi’ye gözlerinin ucuyla bakıyorlardı. Ogi, ancak hastalar için kullanılan asansöre başkalarıyla beraber bindiğinde kendi hakikatiyle yüzleşti. Aşırı ışıklandırma altında nazikçe Ogi’nin durumunu inceleyen bir hemşireyle iki gözünü kırpan Ogi’yi aferin diyerek yüreklendiren bir doktorun olduğu hasta odasına değil de gürültülü, karmaşık, kalabalık, sıra bekleyip gözünün ucuyla bakan bir dünyaya gelmişti. Yani tıpkı doktorun söylediği gibi ancak bir irade sergilediğinde yaşayabileceği bir dünyaya. Tetkik sürecinde Ogi’nin yapacağı hiçbir şey yoktu.
Öyle ki, kendisinin ne MRI makinesine girmesine, ne kan vermek için kolunu uzatmasına ne de takılan tıbbi cihazları çıkarmasına lüzum vardı. Ogi, hiçbir duyguyu hissedemez vaziyette sedyeden başka bir yere alındı, tıbbi cihazlar takılıp çıkarıldı ve doktorun talimatına göre gözlerini kırptı ama genelde gözlerini yumdu. Tetkikler tam da biterken kendinden habersizce uykuya daldı. Karanlıkta Ogi ve eşinin bindikleri arabanın kalın, yüksek bir duvara çarpma sahnesi sürekli tekrarlandı. Bu, kesinlikle kendi hayal dünyasıydı. Çünkü hurdahaş otomobildeki hali tamamen görünüyordu. Bununla beraber şiddetli bir baş ağrısı vardı. Ya bir duvara kafasını sertçe çarpmış ya da bir tarafına keskin bir şey saplanmış gibiydi. Gözlerini yummuş olmasına rağmen kendini dumanlı bir ışık içerisinde hisseden Ogi, yaşayıp yaşamayacağını, bu halde yaşaması gerekiyorsa ne yapması gerektiğini, her şeye rağmen yaşamayı bile isteyip istemediğini düşündü.
Doktorun sözleri aklına geldi. “İrade sergilemesi” gerektiğini belirten ifadenin barındırdığı karamsarlıkla “biraz daha” ifadesinin barındırdığı iyimserlik arasında ikirciklendi. Buna rağmen Ogi, doktorun irade sergilemesine yönelik ifadesinden çok “biraz daha” belirtecine vurgu yaptığını anladı. Bu, “biraz daha” çabaladığında iyileşeceği anlamına gelmiyor muydu? Yani “biraz daha” çabalarsa çenesini devindirerek konuşabileceği, kendi ayakları üzerinde yürüyerek tetkiklerin yapıldığı odaya gidebileceği anlamına gelmiyor muydu? Elbette Ogi, “biraz daha” dünyasına bel bağladı.
Çünkü Ogi, alabildiğine yaşamak istiyordu. Zaman ne kadar akıp gitmişti ki? Muayene olduğundan beri yine birkaç gün mü, yoksa anca birkaç saat mi geçtiğini kestiremiyordu. Kafasının içi halen bir rüyadaymış gibi karmakarışıktı ama gözleri ışıktan şiddetle kamaşmıştı. Sanki daha demincek göz içi basınç muayenesi olmuş gibi gözbebeklerine hâkim olan ışık fevkalade baskındı. Ogi, kendi iradesiyle gözkapaklarını hareket ettirip ettiremeyeceğinden emin olmak için gözlerini yavaşça açtı.
Beyninin bir bölümü her zamanki gibi emre itaat edince bundan dolayı rahatladı. Oda kapısının hafifçe açılışı duyuldu. Birisi, temkinli ayak sesleri eşliğinde odaya girdi. Ogi, ona dikkatle baktı. Yatağın yanına doğru yaklaşıyordu, üstünde buğulu bir kıyafet vardı; bedeni, Ogi bakarken bir anda uzun ve ipince genişleyerek yukarıya çıkıverdi. Ogi, birden afalladı ve tavana yapışan bu kişiye bakakaldı. Tavana çıkan bu kişi, Ogi’den yana gıdım gıdım inerek geldi. Ogi, gözlerini kapadı. Sımsıkı yumdu. Asla açmamaya karar verdi. Korkunun önünde yapılabilecek tek şey buydu. Bunun bir sanrı olma ihtimali yoktu. Oda kapısının açıldığını net bir şekilde duymuştu. Her şeyden çok, Ogi’ye yüzünü gösteren bu kişiden tanıdık bir koku gelmişti. Eşinin kokusuydu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Kore Edebiyatı
- Kitap AdıÇukur
- Sayfa Sayısı168
- YazarPyun Hye-young
- ISBN9786258495058
- Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2019
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Yıldızlara Değen Rüzgâr ~ Jung Myung Lee
Yıldızlara Değen Rüzgâr
Jung Myung Lee
1944, Fukuoka Hapishanesi, Japonya. Hapishane duvarlarının içinde korkunç bir cinayet işlenir. Tek ipucu ise cesedin cebindeki şiirdir. Maktul hapishanenin “Kasap” lakaplı en gaddar gardiyanıdır. Cinayeti...
- Yürüyüş Pratiği ~ Dolki Min
Yürüyüş Pratiği
Dolki Min
Dolki Min, ilk romanı Yürüyüş Pratiği’nde bir uzaylının, insanın bedenine, çevresine, kendine yabancı hissetmesinin ve hissettiği derin yalnızlığın hikâyesini konu alıyor. Bu radikal edebi...
- İyi Evlat ~ Jeong You Jeong
İyi Evlat
Jeong You Jeong
Kan kokusu beni uyandırdı. Başımın üzerinde bir yerlerde bir şarkı çalıyordu. Neler olduğunu idrak etmem uzun sürmedi. Bu, gerçek değildi. Elbette bir rüyadan geriye...