Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

İyi Evlat
İyi Evlat

İyi Evlat

Jeong You Jeong

Kan kokusu beni uyandırdı. Başımın üzerinde bir yerlerde bir şarkı çalıyordu. Neler olduğunu idrak etmem uzun sürmedi. Bu, gerçek değildi. Elbette bir rüyadan geriye…

Kan kokusu beni uyandırdı. Başımın üzerinde bir yerlerde bir şarkı çalıyordu. Neler olduğunu idrak etmem uzun sürmedi. Bu, gerçek değildi. Elbette bir rüyadan geriye kalan bir hayal de değildi.

Yirmi beşinci kattaki dairede, ağabeyi Hecin’in telefonuyla uyanan Yucin, önceki geceyi hatırlamaya çalıştı. Annesiyle ne konuşmuştu? Hecin ne zaman dönecekti? Burnuna gelen koku gerçek miydi? Yoksa yine çocukluğundan beri geçirdiği bildik nöbetlerden birinin habercisi miydi?

İyi Evlat, Güney Kore’nin uluslararası alanda öne çıkan yazarlarından Jeong You Jeong’dan edebiyat ile gerilimi ustalıkla harmanlayan bir roman.

Öndeyiş

Güneş, gümüşi parıldıyordu. Mayıs ayındaki ırmak geçidine benzeyen göğün altında bulut kümeleri su gibi akıyordu. Katolik kilisesinin iç avlusunu kuşatan ispirya çiçeklerinin arasında serçeler ötüyordu. Ağabeyimle birlikte vaftiz isimlerimizin yazıldığı mumları elimize alıp gül ağacı ile süslü kemerli kapıdan geçtik. İlahi korosunun kutlama şarkısına adımlarımızla eşlik ederek avludaki haçın altında hazırlanan sunağa doğru yan yana ilerledik.

Sevgili İsa.
Bütün hayatımı çok güzelleştiriyor.
Sevginin elleriyle.
Bütün hayatımı çok güzelleştiriyor.

Beyaz vaftiz entarisi giymiş kırmızı şapkalı erkek çocuklarla, ispirya çiçeği ile süslenmiş taç takmış beyaz elbiseli kız çocukları çiftler halinde ağabeyimle benim peşimizden geliyordu. Sunağın önünde ayakta duran başrahip ve yardımcısı, gelmemizi bekliyorlardı. Kutsanmış bir gündü. Katoliklikte kutsal ay olarak kabul edilen “Meryem Ana ayı”nın son pazar günüydü. Kilisenin iç avlusunda vaftiz töreninin yapıldığı sabahtı ve ilk Missa ayininin başladığı andı. 9 yaşındaki ağabeyim ve 8 yaşındaki benle birlikte toplam 24 çocuk bu törenin başkahramanlarıydık.

Törene katılanlar oturdukları yerden ayağa kalkarak arkaya dönmüş, gelişimizi izliyordu. Ağabeyimle ikimizin vaftiz babası olan dedem, en ön sırada bize bakarak gülümsüyordu. Annem ve babamın bakışları vaftiz töreninde başkahramanların lideri olan ağabeyimin adımlarını tek tek takip ediyordu. Arada bir annem bana bakıyordu ama ne kadar heyecanlandığımı, elimdeki mumun ateşinin ne kadar titrediğini fark edememişti. Bakışları zaten gayet ilgisizce bana yöneliyor ve hemen ardından ağabeyime dönüyordu. Önceki günden beri biraz rahatsızdım. Tuhaf şekilde üşüyordum, başım ağrıyordu ve sabaha kadar kâbus görmüştüm. Sabahleyin boğazım o kadar şişmişti ki bir yudum su bile içmekte zorlanmıştım. Kiliseye giderken arabada ateşim çıkmaya başlamıştı. Kronik rahatsızlığım bademcik iltihabının belirtilerine benziyordu ama anneme söylemedim.

Açıkçası çaresizce sağlam bir ifade takınmak için gayret gösteriyordum. Yani hastalandığım fark edilirse bir kazancım olmazdı. Zira anladıkları an, annem zorla arabayı döndürerek doğru hastaneye giderdi. Ondan sonra olacakları, defalarca yaşadığım tecrübelerimden gayet iyi tahmin edebiliyordum.

Ya kanımı alırlar, ya göğüs röntgeni çekerler, ya iğne vururlar. En kötü durumda saatlerce, içinde ateş düşürücü olan serumu takmak zorunda kalırdım. Vaftiz töreni, ben olsam da olmasam da planlandığı gibi devam ederdi. Bu da benim bir sene daha din dersi alıp bir sonraki vaftiz törenine katılmak zorunda kalmam anlamına gelirdi. Ayrıca din dersi alma, İncil’i deftere yazarak okuma, sabah erkenden yapılan ibadetlere katılma ve neticede sınava girme gibi altı ay sürecek zorlu yolculuğa yeniden başlamak demekti. Bununla kalsa iyi. Zar zor elde ettiğim, grup lideri ağabeyimin eşi olma görevini de başka birine devretmek zorunda kalırdım. Hedefime çok az kalmıştı ve zor aşamalarını geçirerek ağabeyimle aynı seviyede sınavdan başarılı olmuşken, bu kadar basit bir bademcik iltihabına mı pabuç bırakacaktım yani.

Olağandışı belirtiler, tören alanına girmemizden hemen sonra ortaya çıkmaya başladı. Birkaç adım atamadan aniden bir üşüme geldi ve daha yolu yarılamadan bütün vücudum titremeye başladı. Sunağa üç dört adım kala bacaklarımın dermanı kesildi. Sağa sola yalpalayıp uzun entarinin eteğine bastığımdan sanki hemen düşecekmişim gibi belim büküldü. Eğer ağabeyim hızlıca dirseğimden tutmasaydı, belki de alnımı yere küt diye çarparak düşerdim. “Neyin var?” Ağabeyim sadece dudağını hareket ettirerek sessizce sordu. Cevap vermek yerine doğrulup yürümeye devam ettim. Derken bakışlarım ailemin olduğu tarafa yöneldi. Şaşkınlıkla açılmış gözlerle annem beni izliyordu.

Ağabeyimin sorduğunu gözleriyle soruyordu. Neyin var? Ben bakışlarımı aşağı indirerek kafamı sağa sola salladım. “Anneciğim, mutlaka ilk kutsal ekmekle şarabı almak zorunda değilsin diye söz verirsen, şu an hemen yere yığılmak istiyorum” diyemezdim zaten. Demem mümkün olsaydı bile geç kalmıştım. Çünkü biz çoktan sunağın önüne kadar gelmiştik. Başrahip bize doğru elini uzattı. İlk önce ağabeyim mumu uzattı. “Yumin HAN, Mikail.” Başrahip, ağabeyimin verdiği mumu alıp sunağın altına koydu. Ben de mumu uzattım. “Yucin HAN, Noel.” Başrahip, titreyen elimi avcuyla sarmaladıktan sonra mumu aldı.

Bakışları gözlerimi kontrol ediyordu. Tıpkı bir şeyden korkan bir köpek yavrusunu teselli eden bakışlarla. Sakin ol oğlum, gerilmene gerek yok. Yanaklarım sanki iğne batırılıyor gibi acıyor, cildim iki ucundan çekiliyor gibiydi. Ben arkamı dönerek belirlenen yere gidip ağabeyimin yanında durdum. Ardından ikinci çift başrahibe mumlarını uzattı. Sonrasında on çiftin daha aynı şeyi yapmasını beklemek beni çıldırtacak kadar sıkıcı ve uzundu. Ayin son derece yavaş ilerliyordu. Yazın tam ortasında sımsıcak güneşin altında sekiz şeritli otobandan geçen bir kurbağa yavrusu gibiydim.

Biraz ilerleyip arkama bakınca aynı yer, biraz ilerleyip arkama baksam da aynı yer. Serçe ötüşleri bir uzaklaşıyor bir kulağımın dibine geliyordu ve bu defalarca devam etti. “Musa Peygamber halka dedi ki: ‘Sizler benim bu sözümü yüreğinize ve zihninize kazıyın ve elinize nişane olarak bağlayıp alnınıza levha olarak yapıştırın…’” Birden kafamı kaldırıp baktığımda başkahramanların “aile temsilcisi” olan babam, kürsüye çıkmış İncil’den 1. Okuma’yı okuyordu. Normalde ağır ve tok çıkan sesi bu sefer sık sık titriyor ve çatlıyordu. Geniş ve gösterişli omuzları tıpkı bir robot gibi gerilmişti. Yanağında kalan tıraş izi, sanki morarmış gibi duruyordu.

Ben başımı çevirip koridorun karşısındaki aile sıralarına baktım. Annem de sanki sürekli bana bakıyormuş gibi hemen bakışıma karşılık verdi. Tek kelime etsem, anında koşarak yanıma gelecek gibi bir ifadesi vardı. Az önce düşeyazmamın sebebinin sakarlıktan değil de, durumumun iyi olmadığından kaynaklandığını fark etmiş gibiydi. Belki de yanaklarım başımdaki şapka gibi kızarmıştı. Yahut bosbol entarinin içinde tir tir titreyen bedenimi herkesten önce fark etmişti. “Ey cemaat, bakın ben bugün sizin önünüze hem kutsanmayı hem de laneti sunuyorum. Ben… size emrediyorum ki…” Kutsal kitabı okuyan babamın sesi kulağımda tık tık kesiliyordu. Hafızam da bir gidip bir geliyordu. Zaman bile kopuk kopuk, kayboluyordu.

Serçenin sesi sırtımın arkasından hızlıca uzaklaştı. “Ne yapıyorsun? Uyuyor musun yoksa?” Ağabeyimin sesiyle kendime geldim. Gözlerimi açınca,elinde kutsal ekmek ve şarap kadehiyle sunağın önünde duran başrahip ile yardımcısını gördüm. Tam ayağa kalkıp ilerlemem gerektiğini düşünürken bir baktım ki zaten oraya gelmişim. Başrahibin eli, kurumuş bir dal gibi siyah, uzun ve bükülmüştü. Parmaklarının ucunda da şaraba bandırılmış kutsal ekmek dolunay gibi asılıydı. “İsa Peygamber’in bedeni.” Âmin. Ağabeyim dilini uzatıp kutsal ekmeği aldı.

Ben de başımı kaldırdım fakat ağzım açılmadı. Boğazım alev alev yanıyordu. Hem derim hem gözlerim tutuşmuş gibiydi. Görüş açımda bulanık bir toz bulutu girdap oluşturdu ve nesneler acayip şekilde değişti. İsa Peygamber’in çarmıha gerildiği haç tersine döndü, sunak başımın üzerine havalandı ve iç avluyu kaplayan ispirya çiçekleri bile sırf kemikten ibaret insan parmakları gibi göründü. Ayaklarımın yavaşça yukarı doğru havalandığını hissettim. Sonunda bu dünya tersine dönmüştü. Hâkim olamadığım bedenim hızla yere yığıldı.

“Yucin!!”
Annemin attığı keskin çığlık, delik açarcasına sersemlemiş
kafamın içinde çınladı.
“Gözlerini aç Yucin! Aç gözünü!”
Kapalı gözkapaklarımı zorla kaldırdım. İncecik açılan gözlerimin önünde korkudan kireç kesilmiş annemin yüzü vardı.
“Yucin, bir yerin ağrıyor mu?”
Ben annemin kollarında, sunağın önünde uzanmış yatıyordum. Yaşadığı şokla annemin kocaman açılan gözbebekleri, yüzümün üzerinde titriyordu. Üşüyorum, demek istemiştim ama dudaklarımı hareket ettiremiyordum.
“Güneş mi çarptı acaba? Ambulans çağıralım mı?”

Kaya gibi iri ve siyah bir gölge, başımın üzerine yaklaşarak endişeli sesle sordu. Arkasından ışık vurduğu için yüzünü göremedim ama babam olduğunu düşündüm. Annem “Hemen!” diye bağırdığına göre kesinlikle babam olmalıydı.Onun yanında duran incecik gölge ise herhalde ağabeyimdi. Ağabeyimin omuzlarının arkasından görünen siyah bulutlar ovada yakılmış ateş gibi hızla yayılıyordu. Çok uzaklardan serçenin cik cik ötüşü duyuluyordu. Kararmaya başlayan gökyüzünün ortasında güneş kıpkırmızı yanıyordu.

1
Karanlığın içinden çağrı 

Kan kokusu beni uyandırdı. Yalnız burnumun değil, sanki bütün bedenimin soğurduğu bir koku. Titreşim borusundan geçen bir sesmişçesine içimde sürekli yankılanarak büyüyen bir kokuydu. Gözlerimin önünde ise acayip çizimler geçip gitmekteydi. Sokak lambasının sisin içinde uzayan puslu sarı ışığı, ayağımın altında girdap oluşturarak akan nehir, yağmurdan ıslanmış yolun üstünde yuvarlanan koyu kırmızı şemsiye, rüzgârda kanat çırpan, naylon inşaat alanı perdesi… Başımın üzerinde bir yerlerde telaffuzu anlaşılmayan bir adamın şarkısı çalmaktaydı.

Yağmur altındaki unutulmaz kadın
O kadını unutamıyorum… 

Neler olduğunu idrak etmem öyle uzun sürmedi. Neler olacağını tahmin etmek için dâhiyane bir hayal gücü de gerekmezdi. Bu, gerçek değildi. Elbette bir rüyadan artakalan bir hayal de değildi. Beynimin vücuduma yolladığı bir işaretti. Hareket etme, uzan ve öyle kal. Çünkü artık cezanı çekmelisin. Nöbet önleyici ilacı kafana göre kesmenin cezasını… “İlacı kesmek”, çölden farklı olmayan hayatıma kendi iradesiyle düşen bir yağmurdu. Her defasında böyle olmasa da, yağmurun bedeli olarak nöbet denilen fırtınanın ceremesini çekmelisin. Şu an idrakine vardığım bu oluşumlar, fırtınanın yaklaştığını bildiren habercilerdi.

“Nöbet belirtileri” şeklinde ifade edilen karman çorman göz aldanmaları. Fırtınadan kaçabileceğim liman tarzı bir şey yok. Varışı beklemek dışında yapabileceğim bir şey de. Fırtına vakitleri kasvetli anlardır ve savunmasız halde derin bir karanlığın içine düşerim. Bugüne kadarki tecrübelerime baktığımda aşamaları dahi hatırlayamıyorum. Bilincim kendiliğinden açılana kadar upuzun, derin bir uykuya dalarım. Nöbetin her bir aşaması amelelikten farksızdır. Basit ve şiddetli olması açısından. Güç tüketimi ve yorgunluk da cabası. Sonucu tahmin edilerek yenilen bir halt dersek kendim edip kendim buluyorum. Bu sonuca razı gelip de tekrar tekrar aynı şekilde hareket etmem ise bağımlılık. İlaç bağımlılarının büyük çoğunluğu halüsinasyonlardan kaçayım diye ilaç kullanır. Bende ise tam tersi. Halüsinasyon görme niyetindeysen ilacı kesmelisin.

Kestikten bir süre sonra büyülü kapılar ardına kadar açılır ve ilacın yan etkisi olan baş ağrısı ve kulak çınlamaları yok olur. Beş duyu organı da neredeyse meme uçlarımı kopartacak kadar hassaslaşır. Koku alma duyusu bir köpeğinki gibi keskinleşir. Baş ise hiç olmadığı kadar hızlı döner. Düşünmek yerine hislerle dünyayı okur ve kendi yaşamına kendinin hükmettiğini hisseder, herkes gözüne kolay lokma görünür. İnsanları kontrol edebilirim… Elbet ufacık bir şikâyetim var. Annemle teyzemin şimdiye kadar benim “kolay lokma” bölgeme girmemiş olmaları. Hayatım, bu iki kadının yere serip oturduğu bir minderden farklı değil. Nefes almamı engelleyen o kıçlarını kaldırmaları talebim ise yerine ulaşmıyor. Eğer nöbet geçirdiğimi annem görseydi, belki de şöyle bir olay gerçekleşirdi. Kendime gelir gelmez annem beni tutar ve teyzeme götürür. Hem aile hekimimiz, hem meşhur akıl hastalıkları uzmanı hem de “İstikbal Çocuk Hastanesi” başhekimi teyzem,gözümün içine bakıp benden anlamlı bir şeyler duyana kadar nazik bir ses tonu ile teker teker sorar. Niye ilacı kestin? Dürüstçe söylersen yardımcı olabilirim. Dürüst ol. “Dürüstlük” benim iyi yönüm değil. Elde etmek istediğim bir değer de değil.

Benim sevdiğim pratiklik ve elbette ona uygun cevabı vereceğim. Nasıl olduysa ilacı içmeyi unuttum, unuttuktan bir sonraki gün yine unuttum, hazır unutmuşken şimdiye kadar hep unuttum işte. Öylece oturduğu yerden dünyayı kurtaran teyzem, “Bağımlılık yapan ilaca son verilmesi” gerektiğine kanaat getirir. Komutan annem ise her gün her öğün gözünün önünde ilacını iç diye emreder. O geçmişi, “keyfimin yerinde olduğu birkaç gün”ün bedelinin nasıl bir şey olduğunu tekrar tekrar gözden geçirtir. Bu haltı yediğim sürece asla onun kanatlarından kurtulamayacağımı kafamın içine sokar. “Yucin.” Ansızın, gözlerimi açmadan önce işittiğim annemin sesi aklıma geldi.

Rüyamın içinde esen bir rüzgâr gibi alçak olmasına rağmen bileğimden tutarmışçasına net bir çağrıydı. Uyanık olduğum şu anda anneme dair bir iz bile saptayamıyorum. Etraf öylesine sessiz ki neredeyse kulağım sağır olacak. Odanın karanlık olduğuna bakılırsa sanırım daha gün ağarmamış. Saat henüz 5.30 olmadıysa, annem muhtemelen uyuyordur. Eğer öyleyse kendini önceden belli eden nöbet, annemden habersiz başlayıp bitmiş olabilir. Tam da dün gece olduğu gibi.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Kore Edebiyatı
  • Kitap Adıİyi Evlat
  • Sayfa Sayısı368
  • YazarJeong You Jeong
  • ISBN9786050985382
  • Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviDoğan Kitap / 2021

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Yedi Yıllık Karanlık ~ Jeong You JeongYedi Yıllık Karanlık

    Yedi Yıllık Karanlık

    Jeong You Jeong

    Gerçekler daima su yüzüne çıkar… Güney Kore’nin taşrasındaki bir baraj gölünde genç bir kızın ölü bedeni bulununca polis hemen bir soruşturma başlatır. Kızın babası...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Komplocular ~ Kim Un-SuKomplocular

    Komplocular

    Kim Un-Su

    “Endişelenme. İnsan kolay kolay ölmez. Kafasından vurulup beyninde kurşunla otuz yıl hayatta kalan da var. Cenazeci, tabutun kapağına çivi çakarken dirilen de… Yaşamak, böyle şaşırtıcı,...

  2. Yıldızlara Değen Rüzgâr ~ Jung Myung LeeYıldızlara Değen Rüzgâr

    Yıldızlara Değen Rüzgâr

    Jung Myung Lee

    1944, Fukuoka Hapishanesi, Japonya. Hapishane duvarlarının içinde korkunç bir cinayet işlenir. Tek ipucu ise cesedin cebindeki şiirdir. Maktul hapishanenin “Kasap” lakaplı en gaddar gardiyanıdır. Cinayeti...

  3. Yürüyüş Pratiği ~ Dolki MinYürüyüş Pratiği

    Yürüyüş Pratiği

    Dolki Min

    Dolki Min, ilk romanı Yürüyüş Pratiği’nde bir uzaylının, insanın bedenine, çevresine, kendine yabancı hissetmesinin ve hissettiği derin yalnızlığın hikâyesini konu alıyor. Bu radikal edebi...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur