Anneler her şeyi bilir… Ama dinleyen kim?
Dedektif Jane Rizzoli ile adli tabip Maura Isles tuhaf bir cinayetle karşı karşıyadırlar. Çok sevilen, kendi halinde bir hemşire olan Sofia Suarez evinde vahşice öldürülmüştür. Sofia’nın son günlerinde bir araştırmaya giriştiğini öğrenen Jane, birkaç ay önce vurkaç mağduru olmuş Amy ile Sofia Suarez arasında bir bağlantı kurunca dava iyice içinden çıkılmaz bir hal alır.
Bu arada Jane’in annesi Angela Rizzoli mahallesinde garip şeyler döndüğünü düşünür. Komşunun kızı evden kaçmıştır ve sokağın karşısına taşınan çift başta Angela olmak üzere herkesten uzak duruyordur.
1
On üç yaşındaki Claire Ward, ölmüş olması gereken gece, Ithaca’da, üçüncü kattaki yatak odasının pencere pervazında durup aşağı atlasam mı diye düşünüyordu. Yedi metre aşağıda çiçek açma vakitleri çoktan geçmiş altın çanak çiçeklerinin düzensiz çalılıkları uzanıyordu. Bu çalılıkların ona yastık görevi göreceği aşikârdı; yine de birkaç kırıktan kaçmak pek mümkün görünmüyordu. Tam karşısında duran akçaağacı gözüne kestirip, onun sadece birkaç metre ötede göğe uzanan güçlü gövdesini dikkatle süzdü. Daha önce bu sıçrayışı denemeye hiç kalkışmamıştı, çünkü şimdiye kadar bunu hiç yapmak zorunda kalmamıştı. Bu geceye kadar kimselere fark ettirmeden ön kapıdan sessizce süzülüp dışarı çıkabiliyordu, ama şimdi artık o kolay kaçışlar tarih olmuştu çünkü Sıkıcı Bob sürekli ensesindeydi.
Şu andan itibaren evden dışarı adımınızı atmıyorsunuz genç hanım! Artık karanlık bastığında bir yaban kedisi gibi dışarıda gezmek yok. Eğer bu atlayışla boynum kırılacak olursa, bunun suçlusu Bob, diye geçirdi içinden. Evet, şu akçaağacın dalı kesinlikle uzanabileceği uzaklıktaydı. Gitmesi gereken yerler, görmesi gereken kişiler vardı ve sonsuza dek burada böylece durup şansını nasıl denemesi gerektiğini düşünmekle geçirecek vakti yoktu. Tam sıçrayışı yapmak üzere eğilmişti ki, köşeyi dönen bir aracın farlarını görmesiyle olduğu yerde kalakaldı. Bir SUV penceresinin altından tıpkı kara bir köpekbalığı gibi süzülüp geçti ve sessiz cadde boyunca, sanki belirli bir evi arıyormuş gibi usulca ilerlemeye devam etti. Bizim evi aramadığı kesin, diye düşündü.
Şimdiye kadar ilgi çekici hiç kimse, onun koruyucu ailesi olan Sıkıcı Bob ve en az onun kadar sıkıcı karısı Barbara Buckley’in evine uğramamıştı. İsimleri bile sıkıcıydı. Akşam yemeklerindeki muhabbetlerinden bahsetmiyordu bile. Günün nasıl geçti, hayatım? Peki ya seninki? Havalar gittikçe güzelleşiyor, değil mi? Lütfen bana patatesleri uzatır mısın? Claire onların o pamuklara sarılı, sıkıcı dünyalarında tam bir yabancı, anlamak için çabalayıp da bir türlü anlayamadıkları asi çocuktu. Onu anlamak için gerçekten uğraş veriyorlardı. Claire onlar yerine tüm geceyi ayakta geçirip nasıl eğleneceklerini bilen ressamlar, aktörler ya da müzisyenlerle yaşıyor olmalıydı. Kendi tarzında insanlarla. Siyah araba gözden kaybolmuştu. Ya şimdiydi ya da asla. Derin bir nefes alıp yaylanarak atladı.
Kendini karanlığa bırakırken gecenin serin havasının uzun saçlarının arasından geçişini hissetti. Bir kedi kadar nazikçe dalın üzerine kondu, dal ağırlığıyla titredi. Tereyağından kıl çekmek kadar basit olmuştu. Daha alttaki bir dala geçti; tam aşağı atlamak üzereydi ki, siyah SUV yeniden göründü ve mırıl mırıl çalışan motoruyla bir kez daha geçip gitti. Claire araba köşenin ardında kaybolana kadar bekledikten sonra kendini ıslak çimenlerin üzerine bıraktı.
Arkasını dönüp eve son bir kez baktığında, Bob’un ön kapıdan hızla fırlayıp ona çemkirmesini bekliyordu: Hemen içeri gir, genç hanım! Ne var ki verandanın ışığı hâlâ sönüktü. Şimdi artık gece başlayabilirdi. Kapüşonlu eşofman üstünün fermuarını çekip hep yaptığı üzere şehir merkezine, hayatın aktığı yere ilerlemeye başladı. Gecenin bu saatinde caddeler ıssız, evlerin çoğu karanlıktı. Oymalı ahşap süsleriyle tam fotoğraflara layık evlerle bezeli olan bu mahalle, üniversite hocası erkekler ve her biri glütensiz vejetaryen bir hayat sürüp kitap kulüplerine üye annelerden ibaretti. Bob burayı, gerçeklerin çepeçevre sardığı yirmi beş kilometrekarelik bir alan, diye tanımlardı ama kendisi ve Barbara tam da bu bölgeye aitlerdi. Claire ise nereye ait olduğundan emin değildi.
Yıpranmış botlarının ucuyla ölü yaprakları savurarak caddeden aşağı yürümeye başladı. Bir blok ötede, iki erkek ve bir kızdan oluşan üç kişilik bir ergen grubu, sokak lambasının ışığının altında durmuş sigara içiyordu. Claire, “Selam” diyerek onlara seslendi. Uzun boylu erkek ona el salladı. “Selam, Claire. Duydum ki yine kafese kapatılmışsın.” “Sadece otuz saniyeliğine.” Çocuğun ona uzattığı yanmış sigarayı alarak derin bir nefes çekti ve mutlulukla dumanını üfledi.
“Pekâlâ, bu gece için planlarınız neler? Ne yapıyoruz?” “Şelalenin orada bir parti olduğunu duydum, ama oraya gitmek için bir araç bulmamız lazım.” “Kız kardeşin yok mu? Bizi o götürebilir.” “Hayır, babam arabasının anahtarlarını aldı. Buralarda biraz takılalım. Belki bizi götürecek birileri çıkar.” Genç çocuk bir an durup, Claire’in omzunun üzerinden caddenin ilerisine baktı. “Hah. İşte geliyor bile.” Claire döndü ve lacivert bir Saab’ın hemen yanında durmasıyla homurdandı.
Yolcu koltuğunun penceresi indi, Barbara Buckley, “Claire, arabaya bin” dedi. “Sadece arkadaşlarımla biraz takılıyorum.” “Neredeyse gece yarısı oldu ve yarın okul var.” “Yasadışı bir şey yapmıyorum.” Bob Buckley oturduğu sürücü koltuğundan emrederek, “Arabaya bin, genç hanım!” dedi. “Siz benim anne babam değilsiniz!” “Ama senden biz sorumluyuz. Seni düzgün yetiştirmek bizim işimiz ve sen de bu doğrultuda davranmak zorundasın. Eğer şimdi bizimle eve gelmezsen, bunun… bunun sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaksın!” Hah, öyle korktum ki şimdi altıma edeceğim.
Claire gülmeye başladı, ama o an Barbara’nın üzerindeki bornozu ve yataktan hızla kalkan Bob’un saçlarının dimdik durduğunu fark etti. Belli ki ona yetişebilmek için öylesine acele etmişlerdi ki, giyinmeye bile fırsatları olmamıştı. Her ikisi de olduklarından daha yaşlı ve yorgun görünüyorlardı. Karşısında kendisi yüzünden yataklarından fırlamış ve yarın muhtemelen yine onun yüzünden yorgun uyanacak, darmadağın olmuş orta yaşlı bir çift vardı. Barbara bitkin ve derin bir nefes verdi. “Senin anne ve baban olmadığımızı biliyoruz, Claire.
Bizimle yaşamaktan nefret ettiğini de ama senin için elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz. O yüzden lütfen, arabaya bin. Sokaklar senin için güvenli değil.” Claire arkadaşlarına bezgin bir bakış fırlatıp aracın arka koltuğuna geçti ve kapıyı kapattı. “Oldu mu?” diye sordu. “Şimdi memnun oldunuz mu?” Bob dönüp ona baktı. “Bunun bizim memnun olmamızla bir ilgisi yok. Bu senin iyiliğin için. Anne ve babana sana gözümüz gibi bakacağımıza söz verdik. Eğer Isabel hayatta olsaydı, seni bu şekilde görmek onu çok yaralardı. Böylesine kontrolsüz, her daim barut fıçısı gibi kızgın olman onu üzerdi. Claire, sana hayatta ikinci bir şans verildi ve bu senin için bir armağan. Lütfen, onu heba etme.” Derin bir iç geçirdi. “Şimdi kemerini bağla. Anlaştık mı?” Bob sinirli olsa ona bağırırdı ve Claire de bunun altında kalmazdı ama gözlerindeki bakış öylesine kederliydi ki, Claire kendini suçlu hissetti. Böylesine bir aşağılık olduğu için, onların nezaketlerine isyan ederek karşılık verdiği için kendini kötü hissetti. Anne ve babasının ölmüş olması, hayatının altüst oluşu Buckleylerin suçu değildi.
Yola çıktıklarında Claire arka koltukta pişman ama özür dileyemeyecek kadar gururlu bir tavırla kollarını bedenine sarmıştı. İçinden, yarın onlara karşı daha nazik olacağım, diye geçirdi. Barbara’nın sofrayı kurmasına yardım edeceğim, hatta belki Bob’un arabasını yıkarım çünkü kahretsin ki bu arabanın buna gerçekten çok ihtiyacı var. Barbara, “Bob” dedi. “Şu araba ne yapıyor böyle?” O an adeta kükreyen bir motor sesi duyuldu ve aracın farları dosdoğru üzerlerine gelmeye başladı. Barbara bir çığlık attı: “Bob!” Korkunç sesler gecenin sessizliğini bölerken, Claire çarpmanınetkisiyle emniyet kemerinin içinde hızla savruldu. Camlar kırılıyor, çelik gövde darmadağın oluyordu. Ve biri ağlıyor, inliyordu. Claire gözlerini açtığında dünyasının tepetaklak olduğunu gördü. Duyduğu iniltiler ondan geliyordu. “Barbara?” diye fısıldadı.
Bir el susturuculu ateş sesi duydu; sonra bir tane daha. Burnuna benzin kokusu çalınıyordu. Emniyet kemeri onu engelliyordu. Kemer kaburgalarına öyle baskı yapıyordu ki, Claire güçlükle nefes alabiliyordu. El yordamıyla kemerin tokasını arandı. Tokayı açtığında baş aşağı yere düştü. Boynuna müthiş bir acı saplanmıştı. Ama bir şekilde dönmeyi başardı ve nihayet düz bir biçimde uzanabildi.
Paramparça olmuş cam gözlerinin önündeydi. Benzin kokusu giderek artıyordu. Aklında her an çıkabilecek bir yangın, ateş ve kızaracak olan etleriyle, pencereye doğru bir hamle yaptı. Çık buradan, çık buradan. Bob ve Barbara’yı kurtarmak için henüz vaktin varken çık dışarı! Camın kırılmayan son kısımlarına da birer yumruk indirip parçalarını kaldırımın üzerine savurdu. O an bir çift ayak gelip tam gözlerinin önünde durdu. Başını kaldırıp bakışlarını çıkışına engel olan adama dikti. Yüzünü göremiyordu, sadece gölgesini seçebiliyordu, bir de silahını.
O sırada onlara doğru yaklaşmakta olan bir arabanın lastik sesleri duyuldu. Claire tıpkı güvenli kabuğuna çekilen bir kaplumbağa gibi kendini yeniden arabanın içine çekti. Elinden geldiğince pencereden uzak durmaya çalışarak başını kollarının ardına gizledi ve kurşunun canını yakıp yakmayacağını merakla beklemeye koyuldu. Acaba kurşunun kafatasının içinde patladığını hissedecek miydi? Öylesine kıvrılıp adeta bir top halini almıştı ki, tek duyabildiği kendi nefesi ve delicesine atan nabzıydı. Neredeyse ona seslenildiğini bile duymayacaktı. “Claire Ward sen misin?” Konuşan bir kadındı. Öldüm galiba. Benimle konuşan da bir melek olmalı. “Gitti. Şimdi güvendesin. Dışarı gel” dedi melek. “Ama acele etmelisin.”
Claire gözlerini açıp parmaklarının arasından kırık pencereden kendisini izleyen surata baktı. Narin bir kol ona doğru uzandığında korkudan sinip yeniden kabuğuna çekildi. “Birazdan döner” dedi kadın. “Acele et.” Claire kadının uzattığı elini tuttu ve kadın onu dışarı çekti. Claire nihayet kaldırıma doğru yuvarlandığında üstündeki cam kırıkları sağanak bir yağmur gibi yere düştü. Hızla doğrulup oturdu. Gecenin karanlığında gözünün önündeki her şey belli belirsizdi. Sersemlemiş halde bir anda ters dönmüş arabayı gördü ve hızla başını yeniden yere eğme ihtiyacı hissetti. “Ayağa kalkabilecek misin?” Claire usulca başını yukarı kaldırdı. Kadın baştan ayağa siyahlar içindeydi.
Sokak lambasının ışığının altında parlayacak kadar açık renkli sarı saç tutamlarını atkuyruğuyla toplamıştı. “Sen kimsin?” diye fısıldadı Claire. “Kim olduğum önemli değil.” “Bob… Barbara…” Claire bir kez daha tepetaklak olmuş Saab’a baktı. “Onları arabadan çıkarmamız gerek! Bana yardım et.” Claire şoför koltuğuna doğru sürünüp kapıyı sonuna kadar açtı. Bob Buckley kocaman açtığı ama hiçbir şeyi göremeyen gözleriyle kaldırıma yığıldı.
Claire gözlerini Bob’un şakağında açılan kurşun deliğine dikmişti. “Bob” diyerek inledi. “Bob!” “Artık ona yardım edemezsin.” “Barbara, peki ya Barbara?” “Çok geç.” Kadın onu omuzlarından kavrayıp sertçe sarstı. “Onlar öldüler, anlıyor musun? İkisi de öldü.” Claire gözlerini bir türlü Bob’dan alamayarak başını iki yana salladı. Bob şimdi artık başının etrafında giderek daha da büyüyen koyu renk bir halenin tam ortasındaydı. Claire, “Bu olamaz” diye fısıldadı. “Bir kez daha aynı şeyi yaşayamam.” “Gel, Claire.” Kadın elini tutup onu ayağa kaldırdı. “Benimle gel. Tabii eğer hayatta kalmak istiyorsan.”
2
On dört yaşındaki Will Yablonski’nin ölmüş olması gereken gece karanlık New Hampshire tarlalarından birinde uzaylıları arıyordu. Will o geceki avı için gerekli tüm malzemeleri temin etmişti. Üç yıl önce daha henüz on bir yaşındayken kendi elleriyle yaptığı teleskopu yanındaydı. İşe kalın, seksen tanecikli zımpara kâğıdıyla başlamış, cama şekil verip, pürüzsüzleştirmek ve cilalamak için kâğıdı giderek daha da inceltmişti ve teleskopun bütününü tamamlamak tam iki ayını almıştı. Babasının yardımıyla kendi altazimut lamelini yapmıştı. Yirmi beş milimetrelik merceğini eniştesi Brian hediye etmiş, sonra da Will’e gökyüzünün açık olduğu gecelerde akşam yemeğinden sonra bu aleti tarlaya taşımasında yardımcı olmuştu. Ne var ki Brian Enişte bir gece kuşu olmaktan ziyade erkenci bir tavuktu ve saat akşam onu vurduğunda çoktan gece olduğunu söyleyip yatağına yatmış olurdu.
Bu sebeple Will gökyüzünün açık olduğu ve ayın ışıldamadığı pek çok gece yaptığı gibi yine eniştesi ve teyzesinin çiftlik evlerinin arka tarafındaki tarlada bir başına durmuş, gökyüzünde uzaylılara ait ışık toplarını ya da bilinen adıyla kuyrukluyıldızları aramaya başlamıştı. Eğer yeni bir kuyrukluyıldız keşfedecek olursa ona ne isim vereceğine çoktan karar vermişti: Ölen babasının anısına Neil Yablonski Kuyrukluyıldızı. Yeni kuyrukluyıldızlar çoğu zaman çiçeği burnunda astronomlarca bulunabiliyordu.
Ne diye bir sonrakini bulan on dört yaşında bir çocuk olmasındı ki? Bir keresinde babası ona bu işin sırrının kendini bu işe adamaktan, eğitimli bir gözden ve de ciddi anlamda şanstan geçtiğini söylemişti. Bu bir hazine avı, Will. Koca evren tıpkı bir kumsal gibi ve yıldızlar aradığını gizleyen birer kum tanesi.
Will için, bu hazine avının modası hiçbir zaman geçmedi. Kendini hâlâ tüm ekipmanı Brian Eniştesi’yle evin dışına çıkarıp giderek kararan açık havada kurdukları ilk gün kadar heyecanlı hissediyor ve her defasında, içinde o gecenin Neil Yablonski Kuyrukluyıldızı’nı bulacağı gece olacağına dair bir inanç taşıyordu. İşte o zaman gösterdiği çabaya değiyordu; sıcak çikolata ve şekerle ayakta durmaya çalıştığı sayısız gece nöbetlerinin bir anlamı oluyordu. Hatta Maryland’deki eski sınıf arkadaşlarının onun için söyledikleri aşağılayıcı sözler bile daha çekilebilir oluyordu. Şişko. Hep böyle Pofuduk Şeker olarak kalacaksın. Kuyrukluyıldız avı, insanı bronz ve de fit yapan bir hobi sayılmazdı. Will bu gece de her zaman yaptığı gibi alacakaranlığın hemen ardından kuyrukluyıldız avına çıkmıştı. Bu vakti özellikle seçiyordu çünkü yıldızlar güneş battıktan hemen sonra ya da doğmadan hemen önce daha çok görülüyorlardı.
Şimdi artık güneş batalı saatler olmuştu ve buna rağmen Will bir tanecik bile yıldız görememişti. Geçip giden birkaç uydu ve hafifçe yanıp sönen bir meteor görmüştü ama bu işe başladığından beri gökyüzünde henüz görmediği bir şeye rastlamamıştı. Teleskopun ucunu farklı bir yere çevirip Canes Venatici Takımyıldızı’nın en altta duran yıldızına baktı. Namı diğer Av Köpekleri Takımyıldızı. Bir an babasının bu takımyıldızının adını söylediği geceyi anımsadı. Her ikisinin de şafak sökene dek oturup termoslarındaki çayı yudumlayarak bir şeyler atıştırdıkları o soğuk…
Will birden olduğu yerde doğruldu ve arkasına baktı. O ses de neydi öyle? Bir hayvan mıydı yoksa ağaçların arasında esen rüzgâr mı? Bir an öylece kalıp, etrafa kulak kesildi ama gece eski sessizliğine yeniden gömülmüştü. Hatta öyle sessizdi ki, aldığı her nefes duyabildiği en güçlü sesti. Brian Enişte, Will’i bu ormanın son derece güvenli olduğu konusunda ikna etmeyi becermişti ama gecenin bir yarısı bu karanlıkta… Will’in aklına türlü türlü keskin dişli yaratık geliyordu. Kara ayılar. Kurtlar. Panterler. Will huzursuzlanarak teleskopunun ucundaki görüntüyü değiştirdi. O an merceğin ucunda aniden bir ışık topu belirdi. Buldum! Neil Yablonski Kuyrukluyıldızı.
Hayır. Hayır, seni aptal. O bir kuyrukluyıldız değil. Baktığı şeyin M3 küresel yıldız kümesi olduğunu fark ederek hayal kırıklığı içinde derin bir iç çekti. İşini bilen her astronomun tanıyabileceği bir şeydi bu. Neyse ki gelip görmesi için Brian Enişte’yi uyandırmamıştı. Aksi çok utanç verici olabilirdi. O sırada duyduğu bir dal sesi yeniden olduğu yerde hızla dönmesine sebep oldu. Ormanın içinde hareket eden bir şey vardı. Kesinlikle bir şey vardı. İşte tam da o anda meydana gelen patlama onu öne doğru fırlattı. Will çimen kaplı yere yüzüstü kapaklandı ve patlamanın etkisiyle bir süre kıpırdamadan yerde yattı. O an bir ışık parladı; kafasını kaldırdığında ağaçların turuncu bir korla ışıl ışıl yandığını gördü. Ensesine tıpkı bir canavarın nefesi gibi bir sıcaklık çarpıyordu. Will arkasına döndü.
Çiftlik evi alevler içindeydi. Kıvılcımlar tıpkı göğe uzanan birer parmak gibiydi. Will, “Brian Enişte” diye bağırdı. “Lynn Teyze!” Eve doğru koştu; ne var ki ateşten bir duvar yolu kesmiş, ona izin vermiyordu. Ateş öylesine yoğundu ki, boğazını kurutmuştu. Nefesi kesilerek, bir adım geri çekildi; saçlarının yanık kokusu burnuna geliyordu. Yardım bul! Komşular! Yola yöneldi. Tam iki adım atmıştı ki olduğu yerde adeta çakılıp kaldı. Kadının biri ona doğru yürüyordu.
Tepeden tırnağa karalar içinde, bir panter kadar sıska bir kadındı. Sarı saçlarını atkuyruğuyla toplamıştı ve titrek alevlerin şavkı yüzünde keskin hatlar oluşturuyordu. Will, “Bana yardım et!” diye bağırdı. “Eniştem ve teyzem evdeler!” Kadın başını şimdi artık tamamıyla alevlere teslim olmuş çiftlik evine çevirdi. “Üzgünüm, artık onlar için çok geç.” “Çok geç filan değil. Onları kurtarmamız lazım!” Kadın başını kederle iki yana salladı. “Onlara yardım edemem, ama sen, seni kurtarabilirim.” Elini uzattı. “Benimle gel. Tabii hayatta kalmak istiyorsan.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Korku - Gerilim Polisiye Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDinle Beni
- Sayfa Sayısı256
- YazarTess Gerritsen
- ISBN9786258215175
- Boyutlar, Kapak13.7x21 cm, Karton Kapak
- YayıneviDoğan Kitap / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- İkinci İnsanlık ~ Luigi Ballerini
İkinci İnsanlık
Luigi Ballerini
İnsanlık kendini yeniden yaratabilir mi? Çok katmanlı gelecek kurgularıyla sevilen İtalyan yazar, psikanalist Luigi Ballerini okurunu, insan türünün yok olduğu “ikinci insanlık” adlı zamana,...
- Fırtına Çiçekleri ~ Laura Kinsale
Fırtına Çiçekleri
Laura Kinsale
Jervaulx Dükü keskin zekâlı, yetenekli bir adam olsa da skandal gazetelerinde adı sürekli geçen ahlaksız, cüretkâr, müsrif ve bir o kadar da tehlikeli biridir....
- Emanet Dolabı Bebekleri ~ Ryu Murakami
Emanet Dolabı Bebekleri
Ryu Murakami
Tokyo’daki bir tren istasyonunda, bitişik emanet dolaplarına terk edilen iki çocuk: Haşi ve Kiku. Yokohama’daki bir yetimhaneden birlikte evlat edinilen çocuklar 16 yaşına bastıklarında...