Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Şimdi Sadece Ona Bir Ad Koymam Gerek
Şimdi Sadece Ona Bir Ad Koymam Gerek

Şimdi Sadece Ona Bir Ad Koymam Gerek

Ali Alkan İnal

Ali Alkan İnal’ın bir yapboz oyununu andıran yeni romanı “Şimdi Sadece Ona Bir Ad Koymam Gerek” yazarın arkada küçük ipuçları bırakarak okuru iç içe…

Ali Alkan İnal’ın bir yapboz oyununu andıran yeni romanı “Şimdi Sadece Ona Bir Ad Koymam Gerek” yazarın arkada küçük ipuçları bırakarak okuru iç içe açılan odalara çektiği, her odada farklılaşan gerçeklik duygusuyla gölgelerin kişilere, kişilerin gölgelere dönüştüğü bir muammalar kitabı.

Yazdığıyla yaşadığını, hayatla kurmacayı sürekli birbirine karıştıran roman kahramanı yazar El Tayr’la birlikte kitabının kişileri de öznesi belirsiz bir cümlenin peşine düşüyorlar. Bu kitap, ateşe dalan bir kuşun tutuşmuş kanatlarını anılara sürerek geri geri uçuşunu anlatıyor, çevrilince yanmaya başlayan sayfalarda kanatlarını mumun alevine sokan bir gece kelebeği çırpınıyor.

“Her baktığımda değişen bir kaleydoskop haritasının rastgele bir kıyısında karaya çıktığımda ömrümün sonuna kadar seni arayacağımı biliyordum, ama ömrümden uzun bir yolun önümde ha bire kavşaklara bölündüğünü gördüm.

Unutmak istemediklerimi hatırlamak için parça parça bölüp, sonra bir daha geçeceğimi bildiğim yolda ardımda bırakarak yürüdüm. Masal bu. Bitti.”

Kitabın Arasından Düşen Kâğıt Parçası

Sahafta sayfaları şöyle bir karıştırırken fark etmemiştim. Eve dönerken metroda da birkaç sayfa okudum, o sırada yine görmedim. Kareli bir not defterinden koparılmış bir kâğıt parçasıydı. İkiye katlanmış, kitabın içine rastgele sokuşturulmuş. Kitabın başında bir teşekkür vardı, sonra insanın gözünü korkutacak kadar uzun bir önsöz, çevirenin bir yazısı, bir sunuş, ıvır zıvır. Belki sonuna kadar okumazdım bile. O zaman bu kâğıt parçasını da hiç göremezdim tabii. Çok yorgundum, koltukta uyuyakalmışım. Kapı çalınca yerimden fırladım. Kitap kucağımdan kaydı, yerden alırken arasından düşen kâğıdı buldum. Üstünde, “Bu öznesi belirsiz cümlenin her aklıma gelişinde..” yazılıydı, ortadaki derin kat izine rastlayan birkaç kelime okunmuyordu. “…kaçtığını düşünüyorum.” Gelen Veysi’ydi. Çıktık, bir meyhanede oturduk, kitabı anlattım. “Girişte bir kaza var. Kasıtlı olduğunu bilmezlikten geldiğimiz karşılaşmalar gibi. Sonra birbirine bağıran insanlar…”

Buna son vermenin tek yolu vardı, çekip gitmek. O da kapıyı çarpıp çıktı. Asansörün düğmesine bastı. Kapı arkasından açılır da tartışma merdiven aralığına taşar diye düşünerek beklemekten vazgeçti. Çantasını omzuna taktı, çabucak basamaklara yöneldi. Sokak karanlıkçaydı. Biraz önce çiseleyip geçen yağmurun kokusu yükseliyordu yerden. İçini çekip hızlı adımlarla caddeye doğru yürüdü. Taksi durağına yaklaşırken önce sert bir fren sesi duydu. Ara sokaktan çıkan beyaz bir otomobil dönerken hızını alamayıp ıslak yolda kaydı, müşteri bekleyen taksi sırasının sonunda, dönemece en yakın olana arkadan çarptı. Taksi şoförleri oturdukları barakadan dışarı fırladılar. Otomobili kullanan adam araçtan indi. Bağırışlar yükseldi. Yakındaki evlerin pencerelerinde meraklı birkaç gölge belirdi.

Çantasını öteki omzuna aldı. Kaza yapan araçların başında biriken kalabalığın yanından geçerken dönüp bakmadı. Karşı köşedeki telefon kulübesinden kız kardeşini aradı.

— Canım, ben Elvan, –dedi.– Gelip beni alır mısın?
— Neredesin abla? Hayırdır, bu saatte?
— Ortaköy’deyim. Yolun sağından Beşiktaş’a doğru
yürüyeceğim, –diye cevap verdi.– Beni yoldan al, konuşuruz.
Beyaz otomobili kullanan genç adam sesini yükseltmeden, kısa cümlelerle konuşuyordu.
— Yeter ama. Kaza işte. Zararı ödeyeceğim. Evim şurada. Komşu sayılırız.
— Nerede oturuyorsun? –dedi biri.
Adam taksi durağının bir altında, caddeye bağlanan
sokağı gösterdi.
— Biriniz benimle gelsin, şurada. Yarın sabah hesaplaşalım.
Yaşlıca bir şoför,
— Tamam, –dedi. Yanındakilere döndü.– Haydi uzatmayın. İsmail, sen beyle git, adresi al.
Kadın hâlâ istifini bozmadan arabada oturuyordu.
Adam kapıyı aralayıp,
— Nüvit gitme, –dedi,– seni götüremem şimdi.
Kadın taksiyle de gidebileceğini söyledi.
— Sonra konuşuruz, –dedi,– çok önemli değil.
İndi. Sıranın başındaki aracın yanında durup işaret
etti. Taksi şoförü geldi, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Nüvit’in arabaya bindiğini görünce direksiyona geçti.
— Beşiktaş’a, –dedi Nüvit.
Adam arkaya dönüp,
— Beşiktaş’a? –diye tekrarladı.
— Evet.
Camı açıp sigara yaktı, taksi Elvan’ın yanından geçti.
Selim evin önünde cüzdanından bir kartvizit çıkardı,
kendisiyle birlikte gelen genç şoföre uzattı.
— Yarın görüşürüz, –dedi.
Şoför karta şöyle bir baktı.

— Ne bileyim senin olduğunu, –diye homurdandı.
Sükûnetini korumak için bütün gücünü harcayarak,
— Evim burası, gördün işte. Yarın gelip zararınız neyse ödeyeceğim, –diye cevap verdi Selim.– Tamam mı
şeker kardeşim?
Ağzından çıkan şeker sözünün tadından midesi bulandı. Duvara yaslanarak merdivenleri çıktı. Kapıyı kapatıp iki kez kilitledi. Kusar gibi sövdü mırıldanarak.
Kendisini bir koltuğa attı, epeyce sonra telefona uzandı.
Nüvit’in evi cevap vermiyordu. Saate baktı. “Yolda olmalı,” diye düşündü. Zaten söyleneni dinlemeden, işe
yaramaz bir sürü lafı tekrarlayacağız.
— Ne oluyor böyle Nüvit?
— Kendine hâkim olamaz mısın hiç? İstemiyorum
işte, bitti.
— Çok sevilmek zor geldi demek.
— Hep çok sevildim. Senden önce de.
Tekrar arama tuşuna basıp bekledi. Karşıdaki telefon
yeniden uzun uzun çaldı, açılmadı. Sehpanın üzerinde
duran kitabı aldı. Bakışları cümlelerin üzerinde dolaşırken kelimelerin arasındaki boşluklar büyüdü, sayfadaki
yazılar eridi. Harfleri örten puslu tabakayı silmek ister
gibi elini kâğıdın üstünde gezdirdi. Yeniden numarayı
çevirdi. Kalktı, çalışma masasından not defterini alıp
günlerdir aklına gelip giden, ne zaman yazmak istese
vazgeçtiği cümleyi karaladı. Sayfayı kopardı, kâğıdı ikiye
katladı, kitabın içine sokuşturdu. Telefonun tekrar arama
tuşuna bir daha bastı.
— Kendine hâkim olamaz mısın hiç? –diye söylendi.
Yanındaki sodaya uzandı, bardakta bir parmak kalmış içkiye ekledi. Bir yudum alıp yüzünü buruşturdu,
götürüp lavaboya döktü. Elbiselerini çıkarmadan kendisini yatağa attı.

“Ne zaman başka bir şey yazacaksın Tayr,” dedi Veysi.
“Bunu yayıncı olarak mı soruyorsun?” dedim.
“Kim olarak sorduğumu biliyorsun.”
Garsonu çağırıp içki istedi. Bana döndü

“Cevap vermeyecek misin?” diye sordu.
“Vermeyeceğim,” dedim.
“Metni yazdıran da bu,” dedi. “Verilmeyen cevaplar.”

Hesabı ödeyip kalktık. Gözden kayboluncaya kadar arkasından baktım. Hatırlıyorum. Eve dönmekten vazgeçtim. İskeleye gidip bir köşeden denizi seyrettim. Bir dolmuş motoru geliyordu. O iskeleye yanaşınca, yolcularını almış, karşıya geçmek için bekleyen öteki motor geri geri gidip iskeleden ayrıldı, dönüp uzaklaştı. Aklım bir yandan geriye doğru saniyeleri sayıyordu yine. Beklemeyeceğim artık, geldiğini gördüğüm şu tekne iskeleye yanaştıktan sonra dönüp gideceğim dedim kendi kendime. Eve girer girmez telefon çaldı. Ağırdan aldım, açmadım.

Şu anda evde değilim. Sinyalden sonra not bırakırsanız ararım. Ama söz vermiyorum. “Tayr telefonu aç,” dedi Rıfat Karataş, “oyun oynamayı bırak lütfen. İki gündür teyple konuşmaktan sıkıldım.” Güldüm. Arayanlara verilen cevabı daha uzun tutmalı. Doğrulanmak ihtiyacınızı evet karşılayacaksa bire, hayır için ikiye basın, belki için sonra bir daha arayın. Açıp, “Efendim?” dedim. “Ne var Tayr, ne oluyor?” diye sordu. Cevap beklemeden, “Yarım saat sonra gelirim, konuşuruz,” diye ekledi. “Gelin,” dedim, “gelin, konuşuruz.” Kapıyı çaldığında hâlâ ortalığa çekidüzen vermekle uğraşıyordum. Elindeki torbaları uzattı. “Biralar benim,” dedi gülerek, “rakı sana.” Odaya göz gezdirdi.

Bir koltuğun üstündeki kitapları yere koyup oturdu, soru ekleri yutulmuş uzun bir konuşmaya girişti. Anlattıklarının çoğunu hatırlıyordum. Çabucak geçen günleri, bitmeyecekmiş gibi gelen geceleri, sabaha karşı bir ucundan aydınlanmaya başlayan gri gökyüzünü –ah fecr-i kâzib– ve korkudan bıkmışlığı. Hepsini. Peki, ya sonra? Ne için? Üstünü çizip düzeltiyorum. Buna Türkçede niçin denir. Ama vurgu kayboluyor. Oysa üstünden bu kadar zaman geçince ne olduğu ne yüzden olduğundan daha önemli. “Bütün bunlardan sonra…”

Adını anmak istemediğim ölülerin arasından kaçmanın utancını gizleyerek eline yapıştığım genç bir sevgili ve terk edilme korkusunu ölüm korkusundan daha ürkütücü hâle getiren tutku aynı zamanda bir tehdit aracı. Dolu mu bilinmeyen bir tabanca, pencereden sarkan bedeni boşluğa bırakıp bırakmayacağı belirsiz bir yarım tutuş, koptu kopacak bir pervaz. “Sizin olmayan zamanı küçümsemekten vazgeçtiğiniz zaman insanları anlayabilirdiniz,” dedi. Bir cümlede ikinci defa geçen zaman kelimesinin üstünü çizdim. Vazgeçtiğinizde. Bütün anlam kayboldu.

Vazgeçtim. Bir ok çıkarıp Suna’yı uyarmak için yanına sahih yazdım. Bunu görünce değişikliğin yanlış olduğunu, yapılmaması gerektiğini anlayacak. “Ya kendisini?” diye araya girdim. Devam edeceğimi sanarak susup bekledi. Ben de sustum. Omuz silkti. “Bu soru konuyu çok farklı bir yere taşımıyor. Kendisi ya da başkası. İnsanın bir noktada durup işte birini tamamladım, şimdi sıra ötekini anlamakta diyeceği bir iş değil bu.” Ayağa kalkıp odanın içinde dolaştı, masamın yanında durup göz ucuyla kâğıtlarıma baktı. “Okuyabilir miyim?” diye sordu. Olur anlamında bir el işareti yaptım, konuşmak zor geldi. Yüzüne keyifli bir gülümseme yayıldı, üstten birkaç sayfa aldı, çabucak göz gezdirdi. “Hep hoşuma gitmiştir,” dedi, “bir oyunun kostümsüz provasını izlemek gibi.” Hızlı hızlı çevirdi, umduğunu bulamamış gibi durdu. İskemlenin üstüne attığı ceketinin cebinden bir kâğıt çıkardı, bana bir kuş masalı getirdiğini söyledi. Karşımdaki koltuğa oturup sehpadaki lambayı kendisine doğru çekti.

“Ben Ankuva kentinde oturan en zengin tüccarın karısı İyaya, onun oğullarının ve kızlarının annesi, ona güzel sözler söyleyen ve yemekler yapan, sıcak tutan giysiler için kumaş dokuyan ben, falcıya bir ekmek verdim ve ona şunları söyledim: Yeni senenin ürünü kaldırılmadan önce doğacak çocuğum iyilik ve bereketle mi gelecek evimize? Uzaktaki kocam gelince, baht açıklığı ve sağlık için kutsanmış bir ad verecek mi ona? Pazaryerinin üstünden geçen bulut güneşi örttü ve kuşların gölgeleri silindi. Falcı şöyle söyledi: Kocan kırmızı bir inek kesecek ve yas tutacak kadın. Çocuğunun babası ise ona bir ad veremeyecek. Tuzun nasıl tohumu yoksa ve yeşermezse öyle. Düğün armağanlarının arasından keskin ağızlı bıçağı aldım, gitmeden önce bunları kardeşime anlattım ve mührümü sözün ıslak toprağına bassın diye kâtibe verdim.” Güldüm. “Bu niçin?”

 

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Beni Ölüm Gibi ~ Ali Alkan İnalBeni Ölüm Gibi

    Beni Ölüm Gibi

    Ali Alkan İnal

    Beni Ölüm Gibi, Ali Alkan İnal’dan insan ruhunu keşfetmenin imkânsızlığına, ben ve ötekinin iç içe geçen ve aynı zamanda hiç birleşmemek üzere keskin biçimde...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Dans Öğretmeninin Dönüşü ~ Henning MankellDans Öğretmeninin Dönüşü

    Dans Öğretmeninin Dönüşü

    Henning Mankell

    Emekli polis memuru Herbert Molin, İsveç’in kuzeyindeki uçsuz bucaksız ormanda tek başına yaşıyordu. Molin’in ne bir yakın arkadaşı, ne de yakın bir komşusu vardı....

  2. Işık Tanrıçası ~ P. C. CastIşık Tanrıçası

    Işık Tanrıçası

    P. C. Cast

    Dekoratör Pamela Gray aşk arayışından vazgeçmek üzeredir. Bencil adamlarla uğraşmaktan bıkıp usanmıştır. Artık tanrı gibi birisine âşık olmak istiyordur. Bu isteğini dillendirirken farkında olmadan...

  3. Akıl Çağı – Özgürlük Yolları 1 ~ Jean-Paul SartreAkıl Çağı – Özgürlük Yolları 1

    Akıl Çağı – Özgürlük Yolları 1

    Jean-Paul Sartre

    20. yüzyılın en özgün seslerinden biri olan Fransız yazar ve düşünür Jean-Paul Sartre’ın yaşamöyküsü, art arda sıralanmış bir reddedişler bütünü olarak tanımlanabilir. Sartre Tanrı’yı,...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur