Türk ve Ermeni halklarının bin yıllık kardeşliği nasıl düşmanlığa dönüştü? Dağlarda on binlerce gerillası olan Hınçak Marksist bir örgüt müydü? İlk korucu örgütlenmesi olan Hamidiye Alayları nasıl kuruldu? ABD Anadolu topraklarında binlerce Ermeni okulunu neden açtı? Emperyalist devletler Ermenileri nasıl kışkırttı? Osmanlı bankası baskını nasıl sonuçlandı? Abdülhamit’e suikiastı kimler planladı? Yunanistan Ermeni eylemcileri nasıl korudu? Kürtler ve Ermeniler Birbirlerine kırıldılar mı? Bir Ermeni kızıyla bir Türk subay evlenebilirler mi?
Ermeni müziği, Ermeni mutfağı, Ermeni bayramları, Ermeni efsaneleri, ve Ermenilerle ilgili bilmediğiniz başka şeyler…
Tüm bu soruların yanıtlarını, 1800’lü yılların sonunda İstanbul’unda yaşanan bir aşk ve bu aşkın etrafında meydana gelen esrarengiz olayların akışı içinde bu romanda bulacaksınız.
1
VARTAVAR BAYRAMI
1890 yılının Temmuz ayının ortaları. Uç kıtaya yayılmış Osmanlı İmparatorluğu’nun Payitaht”ı İstanbul’da önemli bir gün
Vartavar Bayramı.
Nuh Peygamber. Büyük Tufan’dan sonra, karaya ilk ayak bastığında, son bir şiddetli yağmur yağar. Yaşamın yeniden başladığını işaret eden bu son yağmur şerefine Nuh Peygamber, havaya güvercinler uçurup, kurban keser
Nuh’un soyundan geldiklerine inanan Ermeniler de, her yıl bu gün. Vartavar Bayramı’nı kutlarlar.
İstanbul’daki bayram şenlikleri de, tüm diğer bayramlar gibi Kağıthane Çayırı’nda yapılırdı.
Karşı tepelerde, güneşin doğduğu yer. yeni yeni ağarmaktaydı. Yeryüzü, henüz karanlık bir örtüyle kaplı olmasına rağmen. Beyazıt Camii’nin, mızrak gibi gökyüzüne yükselen minareleri, tuhaf bir kurşunilikle parıldamaktaydılar.
Sitrak Bezciyan, her sabah olduğu gibi yine, bahçedeki akasya ağacına musallat olan karganın bel sesiyle uyandı. Hemen pijamalarını giydi ve bayram için güllerle süslenmiş pencereye doğru gitti. Açık pencereden, kendisine düşman gibi bakan kişa, “kışt” diye bağırdı. Karga ise, ona inat usun uzun gakladı.
Her sabah, bu çirkin kuşun kendisinden de çirkin sesiyle uyanmak, çekilecek bir şey değildi.
Şu bayram günü sinirimi bozamayacaksın dedi kuşa ters ters bakarak.
Kuşun laf dinlemeye falan niyeti yoktu, Yine gakladı Yalnızca gaklasa iyiydi. Gagasını da korkutucu bir biçimde açmıştı hu sefer
Sitrak, bu çekişmenin bir ise yaramayacağını anlamı; olmalı ki. kuşu kendi halinde bıraktı ve aşağıya inmeden ünce. bir las suyla alelacele yüzünü yıkadı Yüzünü sildiği peşkiri duvardaki çiviye asıp kapıya doğru yürüdü
Merdivenlerin basına geldiğinde, mutlakları yükselen herlenin (pekmezle yenilen bir çeşit çörek) ve cevizli ekmeğin nefis kokusunu burnuna çekerek kendine geldi
Neşe içinde, merdivenleri koşarcasına indi
Maral ile Maria. analı kızlı, mükemmel bir bayram sofrası hazırlamışlardı Öyle görünüyordu ki Maria. annesinin emektar yardımcısı Lora’yı aratmıyordu artık.
Kara meşeden yapılmış yemek masasının üstünde yok, yoklu. Herleden, Diyarbakır çöreğine, cevizli ekmekten, kabaklı salataya kadar, iştah açıcı ne varsa, her şey zevkli bir dizaynla sofraya yerleştirilmişti
Sitrak her sabahki gibi, ilk iş olarak su küpünün kapağını açtı; cezveyle aldığı suyu bakır maşrapaya boşalttı ve onu bir dikişte bitirdi
Tarçının mis gibi kokusu, bu anda mutfağın en hakim kokuşuydu. Kuzine sobanın yanındaki semaverde de çay. fokur fokur kaynıyor, çevresindeki her şeyi, esrarengiz bir su buharıyla, tıpkı bir sis perdesi gibi arkasında saklıyordu.
Sitrak, kahvaltının yapılacağı çardağa gitmek için, bahçeye çıkmaya hazırlanırken, mutfağın kapısında Daşo göründü
Genç adam, yuvarlak ve tombul yüzlüydü. Basık bir burnu, iri kara gözleri ve geniş bir alnı vardı. Sakın ve sevimli gülüşü, sinsi bakışlarıyla tam hır zıtlık oluşturuyordu.
Aslında, Daşo babasına. Maria da annesine benziyordu. Sitrak da, tıpkı oğlu gibi, yuvarlak suratlı, geniş alınlı ve sinsi bakışlıydı Oğlundan kırklı olarak, yüzüne çok yakıştığını düşündüğü ak saçları vardı Ak saçları, güneş ışığında gümüş gibi parlardı.
Maria ise, abisinin ve babasının aksine, annesi gibi, ince ve dal gibiydi Omzuna dökülen parlak siyah saçları, kömür karası kocaman gözlen vardı Nohut gibi minicik ve sevimli burnu, biçimli ve dolgun dudaklarıyla. Güzellik Tanrıçası Astgik’e taş çıkaracak bir güzelliğe sahipti
Annesine gelince; elbette ki, yılların yıpratıcı etkileri, Maral’ı oldukça hırpalamıştı. Artık o, maalesef kızının yanında sönük bir yıldız gibi kalıyordu.
Daşo. yataktan kalktığı gibi mutfağa inmiş, meymenetsiz bir surat ve şişmiş gözlerle, anlamsız anlamsız etrafına bakmıyordu. Ağzını sonuna kadar açarak esnemesi, babasını çileden çıkarmıştı yine.
Sabah sabah insanların yüzüne karşı esnemek uğursuzluk getirir. Sana kaç kere, yüzünü yıkamadan mutfağa gelme demedim mi? Diye gürledi.
Daşo:
Çok güzel baba, dedi. Ağzına atmak üzere olduğu Diyarbakır çöreğini, acı bir ilaçmış gibi, yüzünü buruşturarak tekrar yerine bıraktı. Bayram günü bari, bağırıp çağırmasan olmazdı değil mı?
Sitrak, pijamalarla karşısında duran oğluna bakarak,
Özür dilerim beyzadem. Demek bu gün Bayram? Tabii canım, sen de bu yüzden, böyle iki dirhem bir çekirdek giyinmişsin, diyerek onun kılığıyla alay etti.
Sesindeki alaycılık komiklik derecesindeydi.
Daşo da, babasından aşağı kalmadı, o da tıpkı babası gibi, alaycı bir ses tonuyla karşılık verdi.
Estağfurullah, ben özür dilerim
Bu muhabbetin sonunu hayırlı görmeyen Maral, konuyu değiştirdi hemen:
Arabacı ne zaman gelecek efendi?
Karısının bu manevrasını anlayan Sitrak, bozuntuya vermedi.
Birazdan kapıya dayanır, kahvaltımızı yapalım da, herkes hazırlansın, adamı bekletmeyelim diyerek, tatsızlığı noktaladı.
Daşo mutfaktan dışarı çıktı. Babası da arkasından. Daşo yukarıya, hazırlanmak için odasına giderken, Siırak da çok sevdiği çardağa gitti.
Yalnız kalan Sitrak’ın beynine, rahatsız edici düşünceler hücum etti hemen. Oğluyla yaşadığı bu tartışma onu ürkütmüştü. Bu sorunların, her geçen gün daha da artacağını hissediyor, huzursuz oluyordu.
Dertli baba elini yanağına koyup, derin bir of çekti.
O anda kapıdan kafasını uzatan Mana, pamuk gibi yumuşacık bir sesle babasına seslendi:
Beyaz elbiseni mi giyeceksin baba?
Kızının tatlı sesiyle daldığı karamsar düşüncelerden sıyrılan Sitrak,
Ben elbisemi hazırladım kızım. Siz sofrayı kurun artık. Arabacı gelince bekletmeyelim adamı, dedi.
Etrafını kuşatan ıhlamur ağaçlarının sağladığı gölgelik, bu ağaçların dallarında ötüşen minik kuşların tatlı cıvıltıları ve çevresindeki çiçek denizinin dalgalanmasıyla havaya yayılan, bayıltıcı güzellikteki kokular, bu çardağa cennetten bir köşe havası veriyordu.
Maral, bayram şerefine Kütahya Çinisi kâseleri, porselen tabakları ve gümüş çatal bıçak takımını çıkartmıştı sofraya.
Maria. semaveri getirip çayları doldurunca, kahvaltı da başlamış oldu. Baba ve çocukları arasındaki gerginlik kahvaltıda da devam etti. Daşo sürekli konuşuyor, Maria da ona ayak uyduruyordu. Kendine zor hakim olarak onları dinleyen Sitrak’a göre, onların konuştukları şeyler, incir çekirdeğini bile doldurmayacak kadar önemsiz, boş konulardı Nihayet sabrı tükendi.
Sofrada konuşmak ayıptır. İkiniz de eşek kadar oldunuz, böyle şeylere dikkat edin artık. Diyerek, ikisini de sertçe uyardı. Böylece masaya derin sessizlik hakim oldu
Kahvaltıdan sonra. Maral ve Maria sofrayı kaldırırken, Sitrak da giyinmek için odasına çıktı.
Tüm eleştirilere rağmen Daşo hazırdı Beyaz şile bezi gömleğinin alıma, İngiliz kumaşından dikilmiş çizgili bir pantolon, onun allına da, parlak rugan ayakkabılarını giymişti.
Bir sûre sonra Sitrak da çardağa geldi Dik yakalı kolalı gömleğini ipek bir fularla süslemiş, kar beyaz elbisesi, beyaz pabuçlarıyla güzel bir uyum oluşturmuştu.
Daşo, seviyor, sevmiyor diye mırıldanarak papatya falına bakarken, babası da sessizce onu izliyordu.
Üzerinde, zeytin yeşili, dikine çizgiler bulunan beyaz elbisesi ile bahçeye gelen Maria. başına da, defne yapraklarıyla süslü beyaz bir şapka giymişti. Bu haliyle, adeta bulutlardan uçup yeryüzüne konmuş bir meleği andırıyordu.
Bahçe kapısının pirinç tokmağı vurulmaya başlayınca, arabanın geldiğini anlayıp, aceleyle dışarı çıktılar.
Maral, kocaman anahtarı kilide sokup iki kez çevirdi. Madeni tikim atları huzursuz etmişti. Başlarını telaşla sağa sola sallayıp, huzursuzca kıpırdadılar.
İki beygirle çekilen faytonun sürücüsü, yamalı şalvarı, yağdan rengim yitirmiş cepkeni ve kalıpsız sesiyle, atların başında bekliyordu.
Yolcularının geldiğini gören arabacı, onların binmesini bekledikten sonra. sürücü yerine geçerek atları kırbaçladı.
Atlar nazlanınca, arabacı bu defa, onları harekete geçiren bir nara patlattı. İkinci kez kırbaç sakladığında, araba yavaşça yerinden oynadı
Süratle ilerledikleri sokaklarda, bazen çocukların, bazen de, ısrarcı köpeklerin takibine uğruyorlar di. Köpekler, kendilerine göre çizdikleri sınıra kadar arabayı, sözüm ona kovalıyorlar, sonra da. vazifelerini yapmanın gururuyla, kasıla, kasıla eski yerlerine dönüyorlardı
Atların nallarının taslarda çıkardığı seslere, boyunlarında sallanan çıngırakların sesi eslik ediyordu.
Bayram yerine giden uzun yol boyunca, ekilmiş uçsuz bucaksız tarlalar. yemyeşil bostanlar, çok uzaklarda da, cılız ormanlar göze çarpıyordu. Tek tük olarak da, dökülmüş sıvalan, yıkık dökük bahçe duvarları, bakımsız mezadı kılıklarıyla. minik Talar ve Roman köylerini görüyorlardı
Denizin, ormanın, derenin ve şelalelerin, gamı kederi silip sûpürdügû Kâğıthane, tam bir bayram yeriydi
Binlerce insan geniş çayırlığı doldurmuş, bayram meydanını ana baba gününe çevirmişti
Vartavar şerefine kesilen yüzlerce kurbanın etinden, birbirinden nefis yemekler yapılıyordu Üzerlerinde yoğun bir duman tabakası oluşan dev bakır kazanların basında. Ermem olmasalar da, beleşçi oldukları her hallerinden belli olan, ilginç bir kalabalık oluşmuştu
Bakır kazanlarda kaynayan taze koyun elinin iştah açıcı kokusu bütün meydanı kaplıyor, bu da. beleşçi kalabalığın sayısının gittikçe daha fazla artmasına neden oluyordu
Kalabalık bir falcı ordusu meydana dağılmış, esmer Roman kadınları, genç kızların meraklı bakışları altında, bir avuç bakla ile, gelecekle ilgili enteresan tahminlerde bulunuyorlardı.
Dilenciler, en acıklı yalvarışlarını ve en dokunaklı dualarını bu gün için saklamışlardı sanki, incil’den yalan yanlış pasajlar okuyorlar, yalvaran bakış lan ve ağlamaklı sesleriyle, özellikle kadınları kandırıyorlar, keselerini şişir dikçe şişiriyorlardı.
Pamuk helvacılardan, macunculara, şerbetçilerden, koş helvacılara, horoz sekercilerinden, haşlanmış mısırcılara kadar, istanbul’un tüm seyyar satıcıları oradaydı, içlerinde en fazla parayı ise elma sekeri salanlar kazanıyorlardı. Çünkü. Vartavar Bayramı öncesi elma yemek yasak olduğu için, bayramda herkes birbirine elma ve elma sekeri armağan ediyordu.
Curcunalı bayram yerinde, hayvanlar da bazı ilginç olayların kahramanı oluyorlardı.
Baş rolde güvercinler vardı elbette Süt beyazından, paçalısına, taklacısından, duman renklisine kadar, binlerce güvercin uçurulmuştu gökyüzüne Dupduru gökyüzünde, güvercinlerin oluşturduğu rengarenk bulutlar meydana gelmişti sanki.Camiî güreşlerine ise diyecek yoktu doğrusu. Dev cüsseli, iri boynuzlu bu hayvanlar, büyük bir hınçla birbirlerine saldırıyorlardı. Kafa kalaya çarptıklarında çıkan çalını, izleyenleri dehşet içinde bırakıyordu. Bir çok genç kız. bu manzarayı görmemek için elleriyle gözlerini kapatıyorlardı
Magrip’ten gelen maymun oynatıcılarının gösterilen izleyicilerini gülmekten kırıp geçirirken, Hindistan’dan gelen yılan oynatıcılarının gösterisi ise, izleyenlerin kanını donduruyordu
Her gösterinin değişik izleyicileri vardı. Heyecanın en yüksek olduğu yer ise, kılıç yutup, vücutlarına sis saplayanların olduğu çadırdı. Bu çadırda ayrıca, ağızlarından alev fışkırtan ateşbazlar, tel üzerinde türlü tehlikeli hareket sergileyen cambazlar ve Çinli sihirbazlarla, Arap hokkabazlar da. busu içinde icrai sanat eğliyorlardı.
Bu bayramda, bir çok kadının da kısmeti açıldığı için, süslü puslu bazı kadınlar, delikanlıların dikkatini çekmek için olur olmaz gülüyorlardı Bazılarının kahkahaları o kadar etkileyiciydi ki, dünyadan elini eteğini çekmiş kimi dedelerin bile dikkatini çekiyor, onların gençlik yıllarını anımsayarak, dertli, dertli iç geçirmelerine neden oluyordu.
Başka bir lakım kadınlar ise, niyetçinin başına birikmişler, çektikleri niyet kağıtlarında yazıtı olanlara güre, kâh, tavşan hakkında, kâh sincap hakkında, uğursuz oldukları biçiminde yorumlar yapıyorlardı. Güvercin nasıl niyet çekerse çeksin, kutsal gündeki rolü hatırına, hakkında olumsuz bir yorum yapılmıyordu.
Testilerle dağıtılan bedava şarabın etkisiyle “güzelleşen” gençler, şimdiden birbirlerini dereye atmaya başlamışlardı bile,
Bu hengame arasında Daşo. kaşla göz arasında ortadan kaybolmuştu. Muhtemelen, tüm bekar erkekler gibi, o da güzel bir kızın çevresine demir atmıştı herhalde.
Maria, annesiyle birlikte, kalabalıktan uzakta, geniş düzlüğün bitip…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Belgesel Roman Roman (Yerli)
- Kitap AdıAraratın Laneti
- Sayfa Sayısı316
- YazarTurgut Türksoy
- ISBN3002937100039
- Boyutlar, Kapak 16x24 cm, Karton Kapak
- YayıneviSiyah Beyaz Yayınları / 2008
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kime Göre, Neye Göre? ~ Toprak Işık
Kime Göre, Neye Göre?
Toprak Işık
Toprak Işık’ın Kime Göre, Neye Göre?’sini okuduktan sonra, görelilik teoremi de hikâyeymiş diyeceksiniz! İlk gençlik dönemi arifesindeki Beril, sıkıntılı ruh hali yetmezmiş gibi bir de...
- Muinar ~ Latife Tekin
Muinar
Latife Tekin
Kim kimin hayatını yaşıyor belli mi bu, adaletiniz adalet olsa yapacağımı bilirdim ya, neyse… Hepinize sahte kimlik davası açardım, düşerdiniz topluca içeri, yeterince iyi...
- Zafer Rüzgarları ~ Ahmet Yılmaz Boyunağa
Zafer Rüzgarları
Ahmet Yılmaz Boyunağa
Bugün dahi, dalgalarıyla, bütün Akdeniz kıyıları, şanlı şehit ve gazilerin yiğitliklerini sahilden sahile fısıltılarla anlatır… Genç yaşta levent olan ve Akdeniz′de Haçlıların korkulu rüyası...