“Sahilde”
1962 yılı. Dorset kıyılarına balayına gelmiş iki genç: Florence ve Edward. Biri seçkin bir aileden bir müzisyen; diğeri daha mütevazı bir aileden, tarih bölümü mezunu bir genç. Cinsel tabuların henüz yıkılmadığı yıllarda büyümüş, farklı sınıflardan iki insan. Evliliklerinin ilk gecesi onlar için hem heyecan hem korku. Bazen tiksinti, bazen tutku.
Çağdaş İngiliz edebiyatının önemli isimlerinden Ian McEwan, bir akşam yemeğinde başlayıp sabahın ilk saatlerinde biten “Sahilde” romanında, deneyimsiz iki gencin evliliğinin tutku ve trajedi arasında gidip gelen ilk saatlerini öyle iyi anlatıyor ki bu kısa roman bir anda dönemin gençlerinin ilişkilerinin ayrıntılı bir analizine dönüşüyor.
Bir
Gençtiler, eğitimliydiler ve o geceye, düğün gecelerine kadar ikisi de kimseyle yatmamıştı; cinsel sorunlar üzerinde konuşmanın neredeyse olanaksız olduğu bir çağda yaşıyorlardı. Zaten ne zaman kolaydır ki. Az önce Kral George döneminden kalma küçük bir otelin birinci katındaki dairenin ufak salonunda akşam yemeğine oturmuşlardı. Açık duran kapıdan bakınca yan odadaki epeyce dar, sayvanlı karyola görülüyordu, bembeyaz yatak örtüsü, insan eli değmemişçesine sımsıkı gerilip serilmişti yatağa. Edward daha önce hiçbir otelde kalmadığına değinmemişti, Florence ise çocukluğunda babasıyla sık sık seyahate çıktığından bu konuda deneyimliydi. Yüzeysel bakıldığında, keyifleri yerindeydi.
Oxford’daki St. Mary Kilisesi’nde yapılan düğünleri güzel geçmişti; nikâh töreni geleneklere uygun, davet de neşeliydi, lise ve üniversite arkadaşları kulak tırmalayıcı ve moral verici çığlıklarla uğurlamışlardı onları. Korktukları gibi Florence’in annesi ve babası tepeden bakmamışlardı bu olanlara, damadın annesi de pek yanlış davranmamıştı ya da neden toplandıklarını tamamıyla unutmamıştı.
Gelinle damat Florence’in annesine ait küçük bir arabayla yola çıkmışlar ve akşam olmadan Dorset sahilindeki otellerine varmışlardı, Temmuz ortası için ya da bulundukları koşullar açısından pek de mükemmel denemezdi havaya, yine de elverişli sayılırdı: Yağmur yağmıyordu ama Florence’e kalırsa umdukları gibi açık havada, terasta yemek yiyebilecekleri kadar da ılık sayılmazdı. Edward’a göreyse hava iyiydi ama aşırı kibar olduğundan böyle bir akşamda karısına itiraz etmeyi aklından geçiremezdi. Dairelerinde, Manş Denizi’nin bir bölümüne ve uçsuz bucaksız çakıl taşlı Chesil Sahili’nin manzarasına bakan balkona açılan, yere kadar camlı, aralık duran kapının önünde yiyorlardı yemeklerini. Smokinli iki genç koridorda bıraktıkları bir servis arabasından servis yapıyordu, genellikle balayı süiti diye bilinen daireye girip çıkarlarken cilalı meşe parkeler sessiz ortamda tuhaf gıcırtılar çıkarıyordu. Genç adam gururlu ve korumacıydı, yergi anlamına gelebilecek jestleri ya da ifadeleri var mı diye gözlerini garsonlara dikmişti. Alaycı gülüşlere hoşgörü gösterecek değildi. Ancak yakındaki bir köyden gelen bu gençler ifadesiz yüzleriyle eğilip işlerini görüyorlardı, deneyimsiz oldukları belliydi, tabak çanağı kolalı masa örtüsüne bırakırlarken elleri titriyordu. Aynı zamanda gergindiler de. İngiliz mutfağının tarihinde pek de parlak bir dönem yaşanmıyordu ama o günlerde, yurtdışından gelen yabancılar dışında buna pek aldıran yoktu. Pek çok sofrada olduğu gibi geleneklere uygun yemeğe normal olarak, bir tek kiraz şekerlemesiyle süslenmiş bir dilim kavunla başlandı.
Koridorda, altındaki mumların ısıttığı tabaklarda yanında iyice haşlanmış sebzeler ve rengi maviye çalan patateslerle birlikte koyulaşmış sosu içinde, epey zaman önce kızartılmış, dilimlenmiş sığır eti bekliyordu. Şarap Fransız şarabıydı ama hangi bölgenin ürünü olduğu, üzerinde ok gibi fırlayan bir kırlangıcın görüldüğü etiketinde yazmıyordu. Kırmızı şarap ısmarlamak Edward’ın aklının ucundan bile geçmezdi.
Garsonların bir an önce çekip gitmesini beklerken Edward ile Florence koltuklarında dönüp geniş, yosunlu çimenliğin ve onun ötesindeki, birbirine girmiş çiçekli çalılıkların, sahile uzanan patikaya inen dik yamaca tutunmuş ağaçların sunduğu manzaraya baktılar. Çamurlu basamaklarla yokuş aşağı giden bir patikanın başını görebiliyorlardı, iki yanında devasa otlar dizili bir yoldu, koyu renkli, kalın damarlı yaprakların ağırlığı altında bükülen, iki metreye yakın şişmiş saplarıyla dev raventlere ve kabaklara benziyordu bu otlar.
Bahçedeki bitkiler kösnül ve tropiklere özgü bir gürlükle yükseliyor; kurşuni, yumuşak ışık ve sahile bir vurup bir çekilirken gök gürültüsüne benzer küçük sesler çıkaran, sonra taşlara çarpıp tıslayan denizden gelen incecik bir pus bu etkiyi artırıyordu. Yemekten sonra ayaklarına sağlam ayakkabılar geçirip denizle Donanma denen lagün arasındaki çakıl taşlı yolda yürümeyi planlamışlardı, eğer şarabı bitiremezlerse kalanı yanlarına alacak, sokak serserileri gibi şişeden içeceklerdi Öyle çok planları, uçarı planları vardı ki; bunlar puslu geleceklerinde, Dorset kıyılarındaki yaz bitkileri gibi birbirine karışıp bir o kadar güzel önlerine yığılmıştı. Nerede ve nasıl yaşayacakları, yakın arkadaşlarının kimler olacağı, Edward’ın Florence’in babasının şirketindeki işi, Florence’in müzik kariyeri ve babasının verdiği parayla ne yapacağı ve nasıl başkalarına en azından ruhen benzemeyecekleri.
Genç olmanın, toplumda bir ayak bağı, bir yersizlik simgesi, insanı bir parça sıkıntıya sokan ve tedavisinin başlangıcı evlilik sayılan bir durum olduğu ve sonra, o ünlü onyılla birlikte bitecek çağdaydılar hâlâ. Hayatlarının yeni bir doruğunda, yeni konumlarının onları bitmeyen gençliklerinden çekip alacak olmasına sevinerek, neredeyse birer yabancı gibi, tuhaf bir biçimde yan yana duruyorlardı Edward ve Florence, sonunda özgürdüler! En sevdikleri sohbet konularından biri çocukluklarıydı ama keyifli anılarını değil de içinden çıktıkları, gülünesi yanlış anlamaların sisini, anne babalarının yaptıkları çeşitli hataları ve artık bağışlayabildikleri modası geçmiş uygulamaları konuşuyorlardı.
Bulundukları bu yeni tepeden her şeyi apaçık görebiliyorlardı ama bazı çelişkili duygularını birbirlerine tarif edemiyorlardı: Her ikisi de, akşam yemeğinden hemen sonra, yeni edindikleri olgunluğun sınanacağı, sayvanlı karyolada yan yana yatacakları, birbirlerine tam anlamıyla açılacakları anın korkusunu yaşıyordu. Bir yıldan fazladır, temmuz ayının önceden belirlenmiş bir gününün akşamında, bedeninin en duyarlı parçasının, kısacık da olsa, bu neşeli, güzel, müthiş zeki kadının içinde doğal olarak biçimlenmiş bir girintide duracağı düşüncesi Edward’ın aklını başından alıyordu. Bu işin, saçmalamadan ya da hayal kırıklığıyla sonuçlanmadan nasıl başarılacağı ise kafasını kurcalıyordu. Özellikle de yaşadığı bir tek şanssız deneyime dayanarak, aşırı heyecanlanmaktan korkuyordu, birinin bu durumu “erken boşalmak” olarak nitelediğini duymuştu. Bu konu aklından pek çıkmıyordu ama başarısız olmaktan ne kadar korksa da kendinden geçme, azimli olma hevesi kat kat daha fazlaydı.
Florence’in kaygılarıysa daha ciddiydi, Oxford’dan buraya gelirken yol boyunca, aklındakini söylemek için bütün cesaretini toplamak üzere olduğunu düşündüğü anlar olmuştu. Ancak kaygılandığı şey dile getirilebilecek gibi değildi, ne diyeceğini kafasında şekillendiremiyordu bile. Edward yalnızca ilk gecenin geleneksel sancılarını çekse de Florence iç organlarından yükselen bir korkuya kapılıyor, deniz tutması kadar somut ve çaresiz bir bulantı çekiyordu. Çoğu zaman, evlilik hazırlıklarının neşeyle sürdüğü bütün o aylar boyunca, mutluluğunun üzerine düşen bu gölgeyi yok saymayı başarmıştı ama sımsıkı kucaklaşacaklarını –başka bir şekilde ifade etmek istemiyordu aklına getirir getirmez midesi kasılıyordu, mide bulantısı gırtlağına vuruyordu. Genç gelinlere yardımcı olacağı varsayılan, keyifli sözlerle, ünlemlerle ve numaralandırılmış çizimlerle dolu modern, ileri görüşlü bir broşürde öyle cümlelere ya da sözcüklere rastlamıştı ki kusacak gibi olmuştu: Sümüksü zar ve penisin tekinsiz, parlak tepesi. Florence’in zekâsını zorlayan cümleler de vardı, özellikle de girişlere takıntılı olanlar: İçine girmeden hemen önce… ya da sonunda onun içine girer, ve çok şükür, onun içine girdikten hemen sonra… Florence o gece, Edward’ın içinden geçebileceği bir tür büyük kapıya ya da salona dönüşmek zorunda mıydı? Aklına acıdan, bıçağın karşısında ikiye ayrılan etten başka bir şey getirmeyen bir sözcükle de sık sık karşılaşıyordu: Delmek sözcüğüyle.
İyimser anlarında, aşırı titizlik gösterdiğini düşünerek kendini iknaya çalışıyordu, mutlaka geçecekti bu. Kuşkusuz, Edward’ın kan hücum etmiş penisinin korkunç bir terim daha altında sallanan testislerini düşünmek üstdudağını bükmesine yetiyordu; birinin, hatta sevdiği birinin kendisinin “orasına” dokunması fikri de, örneğin gözünden ameliyat olmak kadar iticiydi. Ancak bu aşırı titizliğini bebeklere kadar vardırmıyordu. Bebekleri seviyordu; ara sıra kuzeninin küçük oğullarına bakmış ve bundan zevk almıştı. Edward’dan gebe kalmaktan hoşlanacağını düşünüyordu ve çocuk doğurmaktan, en azından kuramsal olarak, korkmuyordu. Keşke onun da, İsa’nın annesi gibi, bir sihir sayesinde karnı burnuna gelebilseydi. Florence çok vahim bir sorunu bulunduğundan, hep herkesten farklı olduğundan ve artık her şeyin ortaya çıkacağından kuşkulanıyordu.
Sorununun, salt fiziksel tiksintiden daha büyük, daha derin olduğunu düşünüyordu; bütün varlığı bu gönül işleri ve şehvet manzarasına isyan halindeydi; huzuru ve esas mutluluğu mahvolmak üzereydi. “İçine girilmesini” ya da “delinmeyi” istemiyordu. Edward’la sevişmek keyfinin doruğu olamazdı, keyfi için ödemesi gereken bedeldi ancak.
Çok daha önce, daha Edward evlenme teklif ettiğinde konuşmuş olması gerektiğini biliyordu; samimi ve yumuşak konuşan rahibe gitmelerinden, müstakbel ailelerle yemekler yemeden, düğüne insanlar davet edilmeden, hediye listesi hazırlanıp büyük mağazaya verilmeden, büyük bir çadır ve fotoğrafçı tutulmadan ve bütün öteki iptal edilemeyecek düzenlemeler yapılmadan önce. Ama meselenin adını kendisi bile koyamazken ne söyleyebilirdi, hangi sözcükleri kullanabilirdi? Hem seviyordu Edward’ı, okuduğu ateşli, gözü yaşlı tutkuyla değil, sıcak, derin bir sevgiyle, bazen kız evlat gibi bazen de neredeyse bir anne gibi.
Ona sokulmayı, kocaman koluyla kendisine sarılmasını, öpmesini seviyordu ama dilinin ağzına girmesinden hoşlanmıyordu, bunu da ona açıkça belli etmişti. Edward’ın çok özel olduğunu düşünüyordu, tanıdığı hiç kimseye benzemiyordu. Kuyrukta ya da bir bekleme odasında sıra beklemesi gerekir diye cebinde her zaman ciltsiz bir kitap, genellikle de tarih kitabı bulundururdu. Okuduğu şeyleri iyice küçülmüş bir kurşunkalemle işaretlerdi. Florence’in tanıdıkları arasında sigara içmeyen tek erkek Edward’dı. Çorapları kıyafetiyle asla uyumlu olmazdı.
Bir tek kravatı vardı, daracık bir örgü kravattı, lacivertti, neredeyse hep beyaz gömlek giyer, o kravatı takardı. Florence onun meraklı oluşuna, taşralıya çalan şivesine, güçlü ellerine, konuşurken lafı ansızın başka yere çevirmesine, kendisine nazik davranmasına, konuşurken kendisine diktiği tatlı kahverengi gözlerinin sıcacık bir aşk bulutuyla kuşatılmış duygusu vermesine bayılıyordu. Yirmi iki yaşındaydı ve hayatının geri kalanını Edward Mayhew ile geçirmek istediğine emindi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSahilde
- Sayfa Sayısı104
- YazarIan McEwan
- ISBN9789750846755
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Ölümden Beter Yazgılar ~ Kurt Vonnegut
Ölümden Beter Yazgılar
Kurt Vonnegut
Bizi durdurabilecek hiçbir şey yok. Tavşanlar gibi çoğalmaya devam edeceğiz. Öngörülemeyen korkunç yan etkileri olan teknolojik aptallıklarla uğraşmaya devam edeceğiz. Artık yıkılmakta olan kentlerimizde...
- Şeytan Tangosu ~ Laszlo Krasznahorkai
Şeytan Tangosu
Laszlo Krasznahorkai
Yalnız olmadığına sevindi; Pisicik hâlâ ısıtıyordu karnını. “Evet,” dedi sesini yükseltmeden önüne bakıp, “melekler bunu görür ve anlar.” İçinde bir huzur hissetti ve dört...
- Bitir ~ Jon Acuff
Bitir
Jon Acuff
“Başlamakla ilgili bir sorunum yok, milyonlarca şeye başladım ama hiçbirini bitiremedim. Neden bitiremiyorum?” Diyet yapmak, bir enstrüman çalmak, borçlarınızı ödemek, bir hobi edinmek veya...