Acıya dayanacak kadar güçlü olduğumu düşünmüştüm. Garip ama gerçek; aslında acısız yaşayamıyoruz. Çünkü bilgi ve gerçeğin asıl kaynağı olan acı, varlığımızın farkına varmamızı da sağlıyor. Bizi sahici kılıyor.
Yansız akıp giden, hayat denen saçmalık. Bitmek bilmeyen, kötü geçmeye kararlı yıllar. Geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek. “Neden komünist olmadığını anlamış değilim.” Kim bu Barış Utkan? Yorgun gemiyi kucaklamaya hazır bir liman bulmalı. Aşk, insanı uyumlu ve erdemli yaparmış. Duru ve gizemli, Botticelli’yi hatırlatan Elif gelmiş kapıya.
Büyük aşklar ya ölümle bitermiş ya yasaklarla örülürmüş… Hayatın rüyası kısaymış… Kim görmüş? Kim görüp de fark etmiş. Mehmet Eroğlu, büyük bir aşkı ve bir dönemi, derinlikli ve ustaca anlatıyor. Türlü alçaklıklar, kurtulamayanlar, sürüklenenler…
Kuşak edinememiş nesil ve Babam için…
Marlowe, Stein’la konuşuyor: “Doğruyu söylemek gerekirse, Stein,”
dedim, “buraya ilginç bir mahlûktan söz etmeye geldim.”
İnanmayan, gülünç bir hevesle, “Kelebek mi?” diye sordu.
Birden cesaretim kırıldı; garip, derin kuşkulara kapıldım:
“Öyle mükemmel bir şey değil sözünü ettiğim,” diye cevap verdim.
“Bir insan!”
– JOSEPH CONRAD, Lord Jim
Giriş
(Ağustos – 2002)
“Mücevher takmamıştı ama gözleri vardı…” 2001 Ocağında, geride onlarca ölü bırakan o kanlı olayların* ardından, aşk acısı çeken kırık kalbimi uzunca bir süre içkiyle oyaladıktan sonra nihayet kararlı bir yazma isteği edindiğimde, çizgili bir deftere geçirdiğim ilk cümlenin bu olmadığını itiraf etmeliyim. “Benim kadar acı çekmedikçe Tanrı’ya inanmamı beklemeyin benden…” Anlatacaklarım, ‘mücevher’, ‘gözler’ gibi ışıltılı sözcükler yerine, böyle açık bir meydan okumayla başlıyordu. Bu iddialı, saldırgan giriş cümlesini sonradan, ancak –beğenisini esirgemeyen–, hoşgörülü bir okurun hayal gücünü kışkırtabilecek bir imgeyle değiştirmemin nedenini, sanırım şu soru açıklıyor: ‘Bir hikâyeyi hüzünlü kılan en belirleyici unsur nedir? Konu, kahramanların karakter özellikleri, ilerledikçe olay örgüsünde fark edeceğimiz, kendini yavaş yavaş ele veren ince bir duyarlılık, dramatik ya da trajik unsurların varlığı?’ Doğru cevap, bunların hiçbiri, olmalı; çünkü bir hikâyeyi hüzünlü kılan şey yalnızca –tekrarlıyorum; yalnızca sonudur…
Ocak’ta yazmaya başladığım hikâyenin sonu, –ben olayları henüz kâğıda geçirmeyi tamamlamamışken– on bir ay sonra, Aralık’ta, hatırlıyorum: soğuk harıl harıl kışa hazırlık yapıyordu– birdenbire ortaya çıkan dramatik bir gelişmeyle birlikte bütünüyle değişiverdi. Son, başlangıcı belirliyorsa, hikâyenin giriş cümlesinin de buna uygun olarak değişmesi kaçınılmazdı. İşte bu nedenle, Tanrı’ya dil uzatan iğneleyici cümle –aslında yazarken sadece eşitlik peşindeydim– yerini, hikâyenin kahramanı olan kadınla karşılaşmamı sağlayan, ilk romanımdan alınmış beş sözcüğe bıraktı: “Mücevher takmamıştı ama gözleri vardı…” Açıklamamı burada kessem! Ama böylesi ketum bir tavır, ilerleyen sayfalarda nasılsa açığa çıkacak gerçek nedeni uzun süre gözlerden uzak tutabilir mi, işte bundan emin değilim. Bu yüzden değişikliğin nedenini şimdi açıklamak, dürüstlük bir tarafa, daha akıllıca olacak: Gerçek neden, bundan birkaç ay önce, Haziran başında, İstanbul’dan İzmir’e doğru uçarak yol alan bir arabada başlayan ve aynı gece zeytin kütüklerinin yandığı bir ocağın karşısında sona eren pazarlıkla ilgili: Büyük Yaratıcı’yla yaptığım pazarlıkla…
Tanrı bana, yalvararak ondan istediğim iki günü verdi; ben de ona dil uzatmaktan vazgeçerek, yazdıklarımı en geç 6 Ağustos’ta bitirme sözünü. Bu sözü vermemin kolay olduğunu sanmayın. Sivri dilimi tutma yemininin aslında son yirmi yılımı inkâr etmek ve ‘büst’ adını taktığım bir psikiyatristle tam on bir ay süren tartışmada elde ettiğim üstünlükten, daha da önemlisi Tanrı’nın ödeyeceği diyetten vazgeçmek anlamına geldiğinin o gün de farkındaydım.
Yazmaya başladığımda, her satırla birlikte artacağını, kalemin ucunda biriktikçe yeni, aldatıcı yüzler takınacağını bildiğim acıya dayanacak kadar güçlü olduğumu düşünmüştüm. Garip, ama gerçek; aslında acısız yaşayamıyoruz. Çünkü bilgi ve gerçeğin asıl kaynağı olan acı, varlığımızın farkına varmamızı da sağlıyor. Bizi sahici kılıyor. Yine de, çektiği acıdan daha büyük, daha geniş, daha derin bir acı olmadığını, acının sonuna vardığını düşünenler eğer budala değillerse, Tanrı’nın hayal gücünün benzersizliğinden habersiz olanlardır. Tanrı’nın yıkıcı hayal gücünün yakın tanığı olarak, yeri gelmişken bu gerçeği de hatırlatmalıyım. 10 Haziran akşamında hiçbir şey öğrenmediysem bunu öğrendim diyebilirim.
Anlatacaklarım her şeyden önce bir aşk hikâyesi; içinde üç kişinin yer aldığı, ama yazgılarının kesişmediği, ikili bir çiftin oluşmadığı trajik bir yanılsama. (Aslında yazgılarımızın kesişmediği düşüncesi de bir yanılgı. Böyle sanmamızın nedeni, Tanrı’nın yazgılarımızı birbirine bağlayan düğümü üçümüze de fark ettirmeyecek kadar ustaca atması.) Bu aynı zamanda iyilik ve kötülük hakkında bir hikâye: İyi biri olabilirdim. Sanırım olamadım. Kendim kaldım. Kötüyken özgürdüm, sonra âşık oldum; aşk beni uyumcu ve erdemli biri yapıp çıktı. Şimdi yazarak kötülüğünden arındırılmış haliyle tekrar özgürlüğüme de kavuşmaya çalışacağım. (Edineceğim bu özgürlüğü kullanacak kadar zamanım olmasa da, bu bana çıkacağım yolculuğa özgür biri olarak başlama fırsatını verecek.) Peki, bir âşık olarak hâlâ erdemli miyim? Bilmiyorum. Karar okuyucunun. Masalsı bir başlangıcı olan anlatacaklarım, Tanrı’yla aramdaki çekişmenin de hikâyesi. Ona meydan okuyuşumun, Bitlis’in dağlarında kendimi ona eş sayıp, sonra hayal gücünün karşısında varlığımı ve cümlelerimi inkâr edişimin, sonunda da koşulsuz teslim oluşumun kısa bir özeti.
Son olarak bu, direnişimin de hikâyesi olacak: Yazdıklarım, Tanrı’ya verdiğim sözü tuttuğumun, yazın eşiğinde kutsal bir kıvılcımla yakıldığını bildiğim o ocağın önünde varılan anlaşmanın şartlarına uyduğumun, fiziksel cesaretten öte, yürekli biri olduğumun da kanıtlanması anlamını taşıyacak. Yüzünde mücevherlerin izine rastladığım –doğrusunu söylemem gerekirse, olaylarla doğrudan hiçbir ilgisi olmayan– kadın, ya parıltılı gözlere sahip olmalıydı, ya da etkileyici büyük bakışlara.
Kimisi, kadınlarda böylesi bakışlardan hoşlanmaz. Çoğunluksa büyük bakış konusunda henüz bir fikir edinmemiştir. Bu konuda küçük bir ipucu verebilirim: Size eninde sonunda bir biçim verecek, yazgınızı yönlendirecek, hatta benliğinizi yok edecek –ve hikâyenizin sonunu değiştirecek– kadınların mutlaka büyük bakışları olur. Bakışları büyüten o merceğe benzer şeyin, kadınların içlerinde var olan, erkeklerinse asla sahip olamayacakları gizli, dişil bir yetenek olduğunu sanıyorum. Çok sayılmasa da, düşüncemin doğruluğunu sınayacak kadar kadın tanıdım. Aslında tanıdım yerine aldatıldım demem daha doğru olur. Ve bir erkek için hiçbir hoca, ihanet eden bir kadından daha öğretici değildir. Gözler ve bakışlar… Kadın güzelliğinin birbirini tümleyen bu iki niteliği hakkında uzmanmışım gibi konuşmama bakmayın.
Derin bir hayal kırıklığıyla biten bir aşk serüveninden sonra, şimdi bile, kadınları karşı konulmaz yapan niteliklerin, soyut ve kavramsal olanlar mı, yoksa somut, gizlenmeden dışa vurulan fiziksel özellikler mi olduğu konusunda hâlâ bir karara varabilmiş değilim. Bu bilmeceyi çözmüş erkekler vardır belki. Ben kendi hesabıma, eskiden de ne zaman bir kadının bedeniyle ruhu arasına sıkışsam, donar kalır, kurtulamaz, arada ezilirdim.
Erkeksiz bir evde, aralarında büyümeme karşın, kadınlar hakkında fikri olan erkeklerden olamadım. Oysa kadınlar kendileri hakkında fikir sahibi olan erkekleri severler; sanırım Sevgi de bu yüzden ayrıldı benden. Onu bir türlü –kendini gördüğü gibi– anlayıp kavrayamadığım için. Oysa sanılanın aksine, kadınlar sürprizi sevmiyorlar, âşıkken sizde en çok istedikleri, kendi gözleri. (Sevgi’nin bana pek çok şey öğrettiğini şimdi daha iyi anlıyorum. Onu hayatımın kadını –ve bu öykünün kahramanı– yapacak kadar sevememiş olmamsa kötü bir şakaya benziyor.)
Göz ya da büyük bakış; konuyu burada noktalıyorum. Zaten önemli olan, yazarlardan çok şairlerin uzmanlık alanına giren böylesi bir ayrım değil. “Mücevher takmamıştı ama gözleri vardı…” Beş sözcükle kurulmuş bu kısa cümle yirmi yedi ay önce hayatımı hayır, yazgımı demeliyim kökünden değiştirdi; önemli olan tabii ki bu. Sizi büyülü olduğuna inandırmak istermiş gibi durmadan tekrarladığım benzetmeyi ne zaman yazmıştım peki? Cevap gülünç, ama gerçek de: Hatırlamıyorum. Cümleye ilham veren kadınla, belleğimin keskinliği arasında hâlâ ince bir tül gerili. Onunla yatmış olamam; çünkü belleğimde bedenine değil, güzelliğinin niteliğine ait o da oldukça belirsiz bir resim var.
Bedeninden hoşlandığım kadınları çoğu erkek gibi ben de kolay kolay unutmam. Cümlenin dünyaya gelişi büyük bir olasılıkla ’91 ile ’93 arasındaki inatçı dönemime rastlıyor olmalı. O iki yıl boyunca hemen her gün coşkulu bir kararlılıkla, ayakları üstünde durabilen, sağlam ve güzel bir cümle yazmaya çalışıyordum. Savaşın ortasında, iki bin metre yükseklikte, cesetler, silah sesleri ve dondurucu ayazın koynunda bile ara vermeden sürdürdüm bu coşkulu inatçılığı. O günlerde Tanrı, koruyucu olduğu kadar şehvetliydi de. Yaratıcılığımı sık sık döllediğini hatırlıyorum.
Ama asıl ilham kaynağımın Şeytan olduğunu itiraf etmeliyim. Hayır, ruhumu satmamıştım; Tanrı’nın ilhamını bir kenara bırakıp, uşağınınkini seçmemin nedeni, şeytansı olmayan türden bir yaratıcılığın ahlâkî ve sofuca niteliklerinden hoşlanmamamdı. Sonraları, efendi Tanrı beni unutup arkasını döndüğünde, ruhumu yüzlerce içki şişesine doldurarak Şeytan’a uzattım; ilgilenmedi. Kim bilir? Belki lezzetsiz bulduğundan, belki de ele geçirdiği bedenimle yetinmeye karar verdiğinden. (Yeri gelmişken, o günlerde ruhun varlığına yönelik ciddi kuşkular edinmeye başladığımı da söylemeliyim.)
Pek çoğuna yaptığım gibi sonradan üstünü çizmediğime göre, sihirli cümleyi beğenmiş olmalıyım. 23 Mart 2000 tarihinde –hatırlıyorum, günlerden Perşembe’ydi– sorulduğunda, “Evet,” dedim, “cümle bana ait ve onu severim.” Aslında doğru değildi bu: Yazdığım cümlelerle duygusal bağlar kurmaz, onlardan pek akraba edinmezdim. Eğer, “Hayır, hatırlamıyorum,” ya da, “Bana ait değil,” deseydim, bugün her şey çok farklı olacaktı. (‘Her şey’ sözcüğünün iki yaşamı bir kefen gibi sarmaladığını söylemeliyim…) Bazı sözler, önemli ya da güzel olduklarından değil, yol açtıkları sonuçlar yüzünden unutulmaz değiller midir? Yeni binyıl… Hikâyemizin başladığı tarih olan 2000 Martı’nda bu iki sözcüğü duydukça öğürerek kusmak istiyordum. İyi hatırlıyorum: Daha birkaç yıl öncesinden başlatılarak, sistematik –ve sinsi– bir hazırlığın ardından büyük umutlarla hepimizin belleğine zorla kazınan bu yeni, sihirli olduğu bile söylenen dönemden benim payıma düşen berbat bir parçaydı. Koparılan onca patırtıya karşın hayatımda hemen hemen hiçbir şey değişmemişti. ’94 başından beri karşıma birbirinden farkı olmayan, kötü geçmeye kararlı, inatçı aylar çıkıyordu hep. Dağlardan deniz seviyesine inmemin ardından altı kötü Mart görmüştüm, yedincisi sıradaydı; sekiz aydır içki içmiyordum, bir kadınla sevişmeyeliyse tam on bir ay olmuştu.
Neredeyse dört yıldır yazmıyordum; işsiz sayılırdım. Arkadaştan çok yakın bir akrabaya dönüşen Talat’ın –var olduğuna neden inandığını bir türlü çözemediğim onurumu gözetmek kaygısıyla olacak tretman, senaryo taslağı, ya da düzeltme gibi adlar taktığı küçük işleri bahane ederek her ay elime tutuşturduğu parayla yaşamaya çalışıyordum. Yeri gelmişken, hiçbir zaman düzenli, hatta tanımlı bir işim olmadığını söylemeliyim.
Aslında hayatım boyunca bunu pek umursamadım; çünkü iş dediğimiz biraz da alışkanlık değil midir? Bu arada filme çekilmeyen iki senaryo yazdığımı da belirtmeliyim. Yazmak yazabildiğimde yaptığım tek işti… Sıralarken şikâyet etmeyi âdet haline getirdiğim galiba bundan hoşlanıyordum böyle olumsuzlukların yanında küçük iyilikler de vardı hayatımda. İlki, birikmiş kiraları istemeye utanan sevimli, dul ev sahibem: Giriş katında kimsenin sayısını bilmediği kadar çok muhabbet kuşuyla birlikte yaşıyan Mevhibe Hanım iyiliksever bir kadındı; ben de yorgun gazi rolü oynayarak bu yaşlı kadının cömert merhametini ayda bir zavallılığımla besliyordum. Kim Güneydoğu’nun karlı, sarp dağlarında vatan için dövüşmüş kahraman bir asteğmeni para için sıkboğaz ederdi ki? Belki Sevgi’yle ayrılmamızın yıkımıyla, belki de iyi beslenmediğimden, altı ayda altı kilo vermiştim. Feride, yüz hatlarıma marazi bir ifade iliştiren zayıflığın bana yakıştığını söylese de, annesinin bu görüşe pek katıldığı söylenemezdi. Katılmak bir yana, Seniha Hanım’ın durumumdan bayağı endişelendiği, iki günde bir, sudan bahaneler yaratarak eve yemek göndermesinden belliydi. Hayatımdaki ikinci iyilik olarak adlandırabileceğim bu komşu kadın, en yakın dostu olan babaannemin ölümü sırasında göz kulak olacağına söz verdiği haylaz torununun açlıktan ölüp gitmesine göz yummamaya kararlıydı. Ben de Seniha Hanım’ın bu kararlılığından sessizce yararlanıyordum. Yine de durumum oldukça kötü ve umutsuz görünüyordu. Başka zaman olsa belki utanırdım. Ama fiziki kısmı açık, ruhsal tarafı gizli bir açlık çekiyordum ve pençesinde kıvrandığım bu çift yönlü açlık, utançtan daha baskındı. Utancımın karışımında gerekli onurun bulunmaması aslında anlaşılır bir durumdu. Onur denen erdemle ilişkimi tam olarak on altı yaşında kesmiştim.
Kısacası, geniş, kapsamlı bir başarısızlık; daha çok da yönsüzlük. Yeni binyılın eşiğinde hayatım özetle buydu. O zamanlar içmiyordum; şimdi içiyorum. Neden mi? Çünkü sarhoşluğum, çevremi saran hüznü tümleyici bir renk gibi tamamlıyor. Söylemiştim, bu hüzünlü olmaktan öte, trajik bir hikâye; içkisiz anlatılamayacak ve dinlenemeyecek kadar iç burkucu bir yolculuk. Bazıları gelecek için, sonsuz hayat edinmek için yazarlar; durumumun bu ikiyüzlü, ödlekçe tavırdan oldukça farklı olduğunu burada, hemen başta, şimdi söylemeliyim.
Aksine, yazarken amacım, geleceği şimdiki zamanla buluşturmaya çalışmak oldu. Bu, alışkanlıklarımızın çağrıştırdığı cümlelerle yazılamayacak bir hikâyeydi; daha çok şeytansı bir ilhamın izlerini bulacağınız bir yapılanmayla karşılaşacağınızı baştan söylemeliyim. Yazarken deliliğe sığınmadıysam, bu, korkumdan, anlaşmayı bozarım da Tanrı’nın hayal gücünü tekrar kışkırtırım kaygısındandır; bana inanın.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıZamanın Manzarası
- Sayfa Sayısı423
- YazarMehmet Eroğlu
- ISBN9789750515491
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dünyanın Kasım’a Görünüşü ~ Sema Aslan
Dünyanın Kasım’a Görünüşü
Sema Aslan
“Kasım gözlerini ve kulaklarını düzenli olarak dışarıya saldığı için etrafında insanların yaşamakta olduğundan emindi. Her seferinde gözleri bir insana, kulakları bir sese değip kendisine...
- Küçük Yuvarlak Taşlar ~ Melisa Kesmez
Küçük Yuvarlak Taşlar
Melisa Kesmez
“Toprak ayağımızın altında yumuşacık, kırmızı. Bacaklarımızı ısıran dikenlere aldırmıyoruz. Çalıların içinde bin bir çeşit hışırtı, kıpırtı, çıtırtı, vızıltı… Kuşlar, böcekler, taşlar… Uçanlar, koşanlar, sürünenler,...
- Deniz Gülümsüyordu Uzaktan ~ Serhan Ergin
Deniz Gülümsüyordu Uzaktan
Serhan Ergin
Nedenler, özlemler, bir türlü akıldan çıkmayan eski günler, Alaçatı’nın sesi, hayat duvarı… Asfalt ateşi, ev çölü, yeryüzünün şimdiki hali… Yıllar sonra doğup büyüdüğü yere...