Dört kadın ve bir adam. Kadınlardan en alımlısı ona ihanet etti; en zengini ondan çetrefil bir bilmece çözmesini istedi; en kurnazı labirentten çıkışı gösterdi; en seveceni ise hayatını hiç olmadığı kadar güzelleştirdi…
On günde olup biten bir muamma… Kayıp bir meleğin peşine düşen herkesçe “iyi bir adam” olarak bilinen eski avukat Sadık’ın hafiyelik ve hayatındaki kadınlarla yüzleşme hikâyesi…
İyi Adamın On Günü, Mehmet Eroğlu’nun dünyasında ayrıksı duracak yeni ve kıymetli bir parça. Katman katman açılan; yalanlarla, hazlarla ve esrarengiz cinayetlerle örülü şaşırtıcı bir polisiye. “Adalet, adalet dedin mi, Alyoşa ya da Mişkin kalmak mümkün değil.”
“…Galiba cesaret sandığımız şey, korkunun yokluğundan ya da korkuya alışmaktan ibaret…” Cesaretimin sırrını vermek için daha da eğildim. İçimden gülmek geliyordu: “Hem risk almadan, yaşamını ortaya sürmeden adalet elde edilmiyor.”
Birinci Gün
Garipti; durumu açıklayacak en uygun sözcük bu: Dakikalardır bir kamçı gibi şaklayan sağanağın öfkeli sesini duyuyordum ama üzerime bir tek yağmur damlası bile düşmemişti. Derisi yüzülmüş, cansız bir yılan… Önümde uzanan, doğu ve batı ucu ağaçlı dik iki tepeyle sınırlanmış yay şeklindeki gölgesiz kumsalın görünüşü tam da böyleydi. Arkada, ormanın sınırını belirleyen yüksek palmiye ağaçlarının bittiği hattan itibaren tatlı bir eğimle denize inen, sadece birkaç kahverengi ağaç kökü ile kesintiye uğramış bu beyaz şerit de ıslanmamıştı, kuruydu.
Suyun rengi… Azur mavisi dedikleri bu olmalıydı. Görülmeyen, ıslatmayan bu sihirli yağmurun yanı sıra ortada başka bir gariplik daha vardı: Kamçı şakırtısıyla birlikte art arda patlayan gök gürültüleri! Sesleri duyuyordum ama tepemdeki lekesiz mavilikte, uzak ufukta şimşek de yoktu. Sadece hayalet sesler… Dik ışınların altında kavrulan ıssız plaj, ben ve yakıcı güneş… Tüm bedenimi ısıtan bu düşünce soluk kesiciydi. Yeşilin her tonunu içinde barındıran gölgeli ormandan çıktı ğımdan beri sıcağın tıpkı toprağın derinliklerine sızan sular gibi kemiklerime kadar işlediğini hissediyordum.
İki yanında böceklerin, okyanus yengeçlerinin yürüdüğü ince su akıntısının üstünden atlayarak adına yakışacak kadar sakin Pasifik’e doğru yürüdüm. Honiara’ya* inişimin üstünden topu topu dört saat geçmişti ama kendimi daha şimdiden iki yöne doğru göz alabildiğine uzanan bu geniş koya ait hissediyordum. Fiji’den** vazgeçip, bu isimsiz cennete geldiğime memnundum… “Ah bir de şu sağanakla şimşekler olmasa!” Mırıltım daha sönmeden uzak bir yerde birdenbire doğan bir gök gürültüsü, Tanrının kulaklarının ağır işittiğini kanıtlarcasına, ardına tiz bir ses takarak cennetin sükûnetine mızrakla saldırdı… Şimşek gürültüsü beni yavaşlattı: Hâlâ ıslanmıyordum. Büyülüydü bu kumsal! Tepede şeffaf bir şemsiye olmalı! Durdum: Şaşkınlıktan değil, kendimi kutlamak için.
Honiara’yla akıllıca bir seçim yaptığım ortadaydı. Çok sık olmazdı bu. Yağmuru ve şimşeği merak edeceğime ender olarak başıma gelen bu ısı şöleninin keyfini çıkarmalıyım… Birkaç adım attım, sırtüstü yatıp ayaklarımı suya uzattım. Artık yağmur da keyfimi bozamazdı. On kadar bungalov, bakımsız bir idare binası! Otelden çok 19. yüzyıl sömürge plantasyonunu andıran tesisten çıkarken elime tutuşturdukları –daha alırken adını aklımda tutamayacağımı bildiğim sulu meyveyi ısırdım. Kavunu andıran şey nefisti: Ne ekşi, ne de tatlı; egzotik ve gizemli tat dedikleri bu olmalıydı… Bir süre önümdeki sınırsız ufku, tıpkı Macellan’ın beş yüz yıl önce önündeki uçsuz bucaksız bu su çölüne ad verirken yaptığı gibi, korkulu bir hayranlıkla seyrettim. Görüntü, lekesiz bir bellek gibiydi. O denli sıra dışı, o denli inanılmaz, bakanı o denli önemsizleştirip küçülten, kıpırtısız bir düzlük.
Saat kaç olmuştu? Kolumu kaldırdım, bileğimi göz hizama getirdim. Aslında sabah farkına varmıştım; iki gündür saatimi bulamıyordum. Ama dert etmeye niyetim yoktu. Her günün bir öncesi gibi yaşandığı, bugünün düne benzediği, yarının bugüne benzeyeceği bu yerde, tıpkı ihtiyaç duyulmayan bir uzvun giderek yok olması gibi insanı zamanın sultası altında tutmaya yarayan o alet de ortadan kaybolmuştu sonunda. Kumsalın batı ucunda, denize doğru eğilmiş, su içmek isteyen bir devekuşunu andıran uzun bir palmiye nazlı nazlı sallanıyordu.
Gözlerimi kapadım ve bir sürüngen gibi, çıplak bedenimle güneşi emmeye koyuldum. Isı, derimin gözeneklerinden içeriye giriyor, kaslarımı genişleterek daha aşağılara doğru kıvamı seyrelmiş bir magma halinde akıyordu. Buraya kemiklerimi ısıtmak, yüzümü utanç gibi kaplayan o bıktırıcı soğuktan kurtulmak için gelmiştim. Bir süre sesleri, daha çok sessizliği dinledim. Kumsala vuran küçük dalgaların melodisi tekdüze ama yatıştırıcı bir ninniye benziyordu. Sonra uzaktaki o tanımsız ışık…
Tekrar o şimşekler ve sağanak. Bu kez sesler daha da yakına gelmişti. Tepedeki fanus mu kırıldı? Belki de biri o şemsiyeyi kapamıştı… Gözlerimi araladım. Hataydı bu: İlk algıladığım cennetten kovulduğum, ikincisi, yağmur oluğundan binayı çevreleyen beton tretuvara dökülen suyun şırıltısı oldu. Ellerimi yanaklarıma götürdüm. Nemin keskinleştirdiği, bıçağa dönüşmüş tanıdık soğuk, yüzümü doğramaya yatağa gelmişti. Yanaklarımı ovuşturdum. Faydasız: Soğuk, zamk gibi yapışkandı. Büyü bozulmuş, aylardır gördüğüm en sıcak rüyadan gerçeğe, ayazın hüküm sürdüğü dünyama geri dönmüştüm. Üşenmesem küfür ederdim, etmedim, dudaklarımı aralamak yerine yorganı üstüme çektim ve hızla soğuyan bedenimi on binlerce kilometre ötedeki o ışıklı cennetten, bu karanlık ve nemli bodruma geri getiren sesleri dinlemeye koyuldum…
Evet, yağmur yağıyordu ama göğün gürlediği falan yoktu. Gürültü antreden geliyordu: Birisi art arda sert darbelerle kapıyı dövüyor! Ya yıldırım? Dinledim. Çatırtılı sesse hâlâ çalmakta olan telefondan yükseliyordu. Gerindim. Kalkmam gerek… Düşünce acı veriyordu. Kapı ve telefon! Hangisi? Aslında aklımda bu sorudan başka, daha önemli bir soru vardı. Hatırlayamadığım soruyu bırakıp yakında olduğu için önce telefona uzandım. Ahizedeki mutsuz, aceleci ses, imdat der gibi adımı tekrarlıyordu: “Sadık, alo Sadık.” Hâlâ cennet sersemiydim, yine de arayanın kimliğini çıkarmakta zorluk çekmedim. Maide’nin koyu sesi –beynimin tozlu raflarındaki yüzünün fotoğrafı gibiydi.
Cevap verecekken durdum. Kapıdaki gök gürültüsü iyice artmıştı. Maide’ye beklemesini söyleyip yataktan kalktım. Seval! Kapıyı kırmaya niyetlenen oydu demek. O da mutsuzdu ama onunki Maide’ninki gibi sesinde değil, damla gibi aşağıya sarkmış güzel, taze yüzündeydi. Yeşil gözleri de büzülmüştü. Uzunca bir zamandır çalıyor olmalıydı, kapının aralandığını görür görmez atıldı: “Haberlerim var Sadık Ağabey. Önemli.” Önemli ya da önemsiz, sıraya girecekti. Elimle susmasını işaret edip telefona geri döndüm. Mutsuzluğu kaybolmamış olsa da Maide’nin sesi biraz sakinleşmişti: “Büroya ne zaman uğrayabilirsin?” Bileğime baktım. “Bir ricam olacak.” Saat yoktu; nereye bıraktığımı hatırlamıyordum. Belki de o cangılda unutmuştum.
“Kaçta?” dedim.
“İki uygun mu?”
“Şimdi saat kaç?” Maide kısa bir kararsızlığın ardından, “On iki,” dedi.
Erkendi ama onu geri çeviremezdim; üç haftadır dergiden beklediğim parayı hâlâ göndermemişlerdi. “Uygun,” dedim. “İkide büroda olurum.” Böyle bir havada evde kalmayı tercih ederdim oysa. Tamam, kış bitmesine bitmişti ama bu mevsimde yağmurlar da göç etmeyi unutmuş soğuk esintiler taşıyordu yanında. Arkamda Seval’in sabırsız mırıltılarını duyunca telefonu kapatıp geriye döndüm. İlk soru: Neden bu kadar erken bir saatte ayaktaydı? İkinci soru: Günlerden cuma mı? İkincinin cevabı kolaydı. Cuma olmamalıydı çünkü işe çıkıyormuş gibi giyinmişti.
Galiba adını aklımda tutamadığım o sarışın, yeşil gözlü, hüzünlü bakışlı film yıldızına benzemeyi seçmişti bugün. Başka ne vardı? Kısa eteği onu çıplaklaştırmamış, boyunu uzatmıştı. Birden onu iki yıldır tanımama rağmen hiç aklıma gelmeyen soruyla durakladım. Kaç yaşındaydı? Yirmi? Yirmi beş dese, kimse inanmazdı ona. Eteği ne zaman bu kadar kısa olsa dilime inen o kararsızlıkla durakladım. En iyisi içimdeki sese kulak verip susmaktı.
“Aşk olsun! Beni içeri almayacak mıydın Sadık Ağabey?” Seval yine cevap vermeyeceğimi anlayınca sitemkâr bir sesle ekledi: “Ama ben seni her zaman içeri almaya hazırım ağabeyciğim… Beni dinle, bırak o kart oyuncuyu; Meral miydi, neydi?” Eliyle yaptığı işareti görmezden gelerek yana çekildim. Gözlerimi açar açmaz üstüme çullanan sinsi soğuk, yüzümü dilim dilim kesmeye koyulmuştu. Şimdi o kumsala geri dönmek için neler vermezdim? Bu ilkti; bir yıldır ekvatora hiç az önceki kadar yakınlaşmayı başaramamıştım. “Allah aşkına elbiselerinle mi uyuyorsun ağabey?” Seval odanın ortasına gelince sağ elini havaya kaldırdı. Sefertasını o zaman fark ettim. “İçine biraz yemek koydum.” Sesi azarlar gibi ciddileşmişti: “Madem vekâlet ücretini öyle almıyorsun, böyle al.” İma ettiğini anlamamış gibi yapıp sefertasını aldım, mutfağa geçtim.
Zaten ne zaman sözü buraya getirse nedense bakışlarına teklifin şaka olduğunu belli eden utangaç bir ifade yerleşiyordu. Canlı ve kışkırtıcı olsa da kendisine özgü bir iffeti vardı. Aslında ortada şikâyet etmemi gerektirecek bir durum yoktu. Ev sahibesinin onu evden çıkarmak için açtığı tahliye davasının dilekçelerine dört aydır cevap yazmanın karşılığını günaşırı iki çeşit yemek olarak alıyordum. Bir keresinde de ödeyemediğim kiramı karşılamıştı. Dolma ve köfte! Mönü kahvaltı için ağırdı, ikisini de buzdolabına koydum. Kapakta nasılsa bozulmamış yarım şişe süt vardı.
Hepsini içtikten sonra banyoya geçtim. Seval arkamdan bağırıyordu: “Seni rahatsız ettim ama mesele şu ağabeyciğim. Mendebur Cemile şimdi de evde dört kişi kaldığımızı yumurtlamış affedersin şeyinden… Paragöz cadaloz, görmüyor mu, düdük kadar eve gölgemle ben anca sığıyoruz…” Sesler bir süreliğine sustu. Argo sözcükleri kullanışında hiç inandırıcılık yoktu: “Bak, noterden yeni… Neydi bu?” Yine yanlış söyleyeceğine iddiaya girerdim. “Ha tebrigat geldi…”
Seval beceriksizce, küfürlerle süslemeye çalıştığı şikâyetlerini bitirinceye kadar banyoda oyalandım. Soğuk burada daha keskindi; üstelik kokuyordu da. Tavandaki leke iyice koyulaşmıştı: Anlaşılan üst kattaki tuvalet yeniden akmaya başlamıştı. Öğürdüm. Duvarlara bir renk gibi sürülmüş kokunun bir kısmı da küften kaynaklanıyor olmalıydı. Aslında her yerde küf vardı: Işıklar bile küf tutmuştu. Ellerim karıncalanmaya başlayınca günün ilk sigarasını yaktım. O sırada yukarıda birisi sifonu çekti. Borudaki sidik, bok yığını, sefalet, dertler, kırık hayat hikâyeleri ve başka ne varsa, büyük bir gürültüyle aşağıya doğru akıp şarıltıyla dibe vurdu. O zaman farkına vardım: Uyandığımda duyduğum sesler susmuştu.
Yoksa yağmur yağmıyor muydu? Sigarayı yarıladığımda duman başımdaki sisi dağıttı. Bu kötü haberdi: Zihnim sonunda berraklaşacak, iyice ayılacaktım. Peki o adada gördüklerim? Her şeyi hatırlayabilecek miydim? Belki not almalıydım… “Ağabeyciğim, kubura mı düştün?” Anlaşılan Seval’in gitmeye niyeti yoktu. Sigarayı söndürüp odaya geri döndüm. Meraklı ufaklık, yatağa oturmuş, yerden aldığı fotoğraflara bakıyordu. Bacakları neredeyse tamamıyla meydandaydı. Bana bakınca gözlerimi bacaklarından kaçırdım. “Yataktan kalk! Çıkmam gerek.” “Burası neresi ağabeyciğim?” Abi ya da abicim demek yerine nedense sözcüğü tam olarak söylüyordu: Ağabey, ağabeyciğim! Merakının dağılmayacağını fark edince, “Pasifik Okyanusu’nda bir yer: Fiji Adaları,” dedim.
Seval dudaklarını büzerek tekrarladı: “Fuci… İstanbul’dan uzak mı?” Çok uzak olduğunu anlatmak için dudaklarımı büzerek başımı salladım. Seval hâlâ büyülenmiş gibi elindeki fotoğrafa bakıyordu. “Buraya gittin mi?” “Hayır.” Aslında bu kısa hayırla yetinmeliydim ama o fotoğraftan yayılan sıcaklık beni gevezeleştiriyordu: “O adaların yakınındaki başka bir adaya gittim,” dedim. Seval, “Vay canına,” diye mırıldandı. Sanki aya gitmişim gibi hayranlıkla bakıyordu. Yemyeşil –ama öyle alelade değil, yoğun, saf bir yeşil– gözleriyle, öyle, astronota bakar gibi bakmasaydı konuyu orada bırakır daha fazla uzatmazdım ama birisinin bana hayran olmasının üzerinden epeyce zaman geçmişti.
“Solomon Adası’nın iki yüz kilometre doğusunda,” dedim. Seval’in başka soruları da vardı. Dudaklarının konuşma öncesi kıpırtısından anlaşılıyordu bu. Ondan önce davranıp elinde –hayatı ona bağlıymış gibi– sıkıca tuttuğu tebligatı işaret ettim: “Bırak, bir ara bakarım.” “Beraber baksak…” Göz göze geldik. Kızıp kızmadığımı kontrol ediyordu. Kızmıyordum ama kızmışım gibi omuzlarımı kaldırdım. Sonunda pes etti. “Tamam,” diyerek doğruldu. “Nermin Abla’ya ne diyeyim? Benim vasiyet davasına da bakar mı diye sorup duruyordu.” Bir başka tebrigat! Tebligatı gelecek sefere bırakıp, “Vasiyet değil, veraset,” diye düzelttim.
“Nermin Abla’na avukat olmadığımı söyle.” Seval, “Ama avukatsın,” diyerek atıldı. Beni inandırmak, unuttuğumu hatırlatmak ister gibi eliyle pencerenin yanındaki konsolu işaret ediyordu. “Diploman nah, o kıymetli kitaplarının orda. Hayır, vallahi, ekmek Kuran çarpsın karıştırmıyordum. Sen hastayken ortalığı toplayıp düzelteyim demiştim.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap Adıİyi Adamın On Günü
- Sayfa Sayısı243
- YazarMehmet Eroğlu
- ISBN9789750526350
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Berber ~ Tayfun Pirselimoğlu
Berber
Tayfun Pirselimoğlu
Milli Şahlanış ve İtibar Partisi il başkanını, gecenin geç bir vaktinde metresinin evinden çıkıp arabasına binerken vurdum. Çok soğuktu, ayaz vardı; o yüzden sokaklar...
- Arzunun Serbest Dolaşımı ~ Ahmet Tulgar
Arzunun Serbest Dolaşımı
Ahmet Tulgar
“Şefler işçi sınıfına devrimdeki öncülüğünü teslim ettikleri konuşmalarında bile işçilerden biraz küçümsermiş gibi bahseder, onlara soğuk sandviç ve meyve sulu kumanya taşır gibi siyasi...
- Sarhoşların Perşembesi ~ Jaklin Çelik
Sarhoşların Perşembesi
Jaklin Çelik
Birbirlerinin dilini anlamıyorlardı ama yoksulluğun işaret dilini az çok biliyordu burada yaşayan herkes. Bu dili anlamak merhametin kapılarını sonsuza dek açmıyor olsa da muhtemel...