Cengiz Han’a Küsen Bulut, aslında Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel romanının içinde yer alması gereken ve onu tamamlayan uzunca bir bölümdür. Fakat, KGB’yi en çarpıcı örneklerle ağır bir şekilde suçlayan bu bölümün kitapta yer almasına izin verilmemiş ve yazar tarafından bu bölüm kitaptan çıkartılmıştır. Bugün heykelleri yıkılmakta olan Dzerjinski’nin kurduğu KGB için iktidar, daha doğrusu bu örgüt, hiç söndürülmeden yanması gereken bir sobadır. Bu sobanın yakıtı yalnız insandır. Yaş, kuru ayrımı yapılmadan insanlar yakılacaktır ki soba sönmesin.
Bu romanında Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel’in kahramanlarından öğretmen Kuttubayev’in nasıl öldüğünü anlatıyor. Kuttubayev’i suçlayan askerî savcı (KGB) en önemli delil olarak onun, Cengiz Han’la ilgili bir efsaneyi kaleme almış olmasını gösteriyor. Bu efsane, Avrupa’yı fethe giden Cengiz Han’ın Sarı-Özek’ten geçerken, ordu kafilesinde yer alan iki sevgilinin trajik ve bir o kadar duygusal hikâyesidir. Kitapta, hem çok güzel bir aşk hikâyesi hem de mutlak güç karşısında bireyin yeri gibi evrensel bir konu işlenmektedir. Anlatan Aytmatov olunca, orada, masal ve efsane aracılığıyla geçmişimizi, günümüzü hatta geleceğimizi apaçık görebiliyoruz.
-I-
Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan
doğuya gider gelir.. gider gelirdi…
Bozkırın ortasında, kar yığınları arasında gömülüp kalan küçük Boranlı istasyonunu farketmek, kondüktörler için hiç de kolay bir iş değildi. Donmuş Sarı-Özek ovalarında, o Şubat gecelerinde, rüzgâr, aralıksız esiyor, karları savuruyor, boz sisleri kovalıyordu. Trenler de bunların arasında kendilerine güçlükle yol açarak giriyor çıkıyor, giriyor çıkıyordu. Korkulu bir rüyada olduğu gibi, koyu karanlık burgaçlara gömülerek, bürünerek geçiyordu bu gece trenleri. Sanki dünya, o ilk yaradılıştaki kaostan yeniden doğup çıkıyordu ortaya: Kendi böğründen çıkıp kutup soğuklarına gizlenmiş Sarı-Özek bozkırları, karanlıklarla aydınlıkların korkunç savaşından doğmuş bir sis okyanusuna benziyordu. Bu uçsuz-bucaksız bozkırın ortasında yitip gitmiş o küçük istasyonda, barakalardan birinin penceresindeki ışık sabaha kadar hiç sönmezdi. O pencerenin ardında, umutsuzluklar içinde, gözüne hiç uyku girmeyen bir kadın vardı. Abutalip Kuttubayev’in ailesi yaşıyordu o küçük barakada.
Bu aile, her gün Abutalip’in dönüşünü bekliyordu. Abutalip’in karısı Zarife, geceleri birkaç kez petrol lambası fitilinin külleşen ucunu kesiyor, bu yüzden birdenbireaydınlık artınca, gözleri, encikler gibi yumulup uyuyan soluk tenli iki çocuğuna takılıyordu. İşte o zaman içi soğuk bir ürperme ile doluyor, yumruklarını sıkıp göğsüne bastırıyor, onları rüyalarında babalarına doğru koşarken hayal ediyordu: Olanca hızlarıyla koşarak, yarışarak, kollarını açarak, ama bir türlü koştuklarına ulaşamadan…
Gündüzleri, o küçük aktarma istasyonunda sadece otuz saniye duraklayan trenleri de gözden kaçırmıyorlardı. Vagonlar büyük bir gıcırtı ile durur durmaz fırlayıp koşmak için hep pencereye uzatıyorlardı başlarını. Ama günler gelip geçiyor, onlar babalarından hiçbir haber alamıyorlardı. Sanki babalarını bir çığ alıp götürmüştü ve bunun nerede, ne zaman olduğunu kimse söyleyemiyordu. Yine o gecelerde, ışığı sabaha kadar hiç sönmeyen başka bir pencere daha vardı, ama bu, demir parmaklıklı bir pencere idi: Ülkenin öbür ucunda, Alma-Ata hapishanesinin bodrum katındaki hücrelerden birinin penceresi. Abutalip Kuttubayev, tam bir aydan beri burada, gece gündüz, gözlerini kör edercesine kamaştıran bir ışığın altında tutuluyordu. Hücresinin tavanına asılan bu kör edici ışık gerçek bir işkence idi.
Burgu gibi delen, bıçak gibi kesen o ışıktan yorgun gözlerini ve zavallı başını nasıl koruyacağını bilemiyor, bu yüzden de bir an için olsun niçin tutuklandığını, ondan ne istediklerini düşünmeden duramıyordu. Bazı geceleri yüzünü duvara döner, gömleğinin eteğiyle yüzünü örtmeye çalışırdı. O zaman, onu gözleyen nöbetçi hemen içeri dalar, yakasından tutup yere çalar, küfürler savurarak basardı tekmeyi: “Yüzünü duvara dönme pis köpek! Başını örtme alçak faşist!…” Onun bağıra bağıra suçsuz olduğunu söylemesine kimse kulak aşmazdı.
Bundan sonra yine sırtüstü, yüzü o korkunç elektrik ışığına dönük olarak yatardı. Gözkapaklarını kan çanağına dönmüş gözlerine indirir, kamaşan gözleri hiçbir şeyi göremez, bir mezar çukurundaymış gibi güçlükle nefes alır,beyni çalışmaz olurdu. Ne uykusuzluk, ne dayak, ille de bu keskin ve burgu gibi delen ışık! Hiçbir gözetici, hiçbir sorgu yargıcı bundan daha büyük işkence yapamazdı ona. Gözeticiler nöbet değiştiriyor, başka başka gözeticiler geliyordu ama, bunların hepsi aynı ölçüde acımasız idi. İçlerinden hiçbiri, bir kerecik olsun, tutuklunun yüzünü duvara dönmesine, gözlerini o ışıktan korumasına izin vermiyordu. Aksine, ona bağırıp çağırmak, en ağır küfürleri kusmak için duvara dönmesini fırsat biliyor, bunu bekliyorlardı.
Umutsuzluk ve acılar içinde kıvransa da bazen kendi kendine sormadan edemiyordu: “Niçin böyle davranır bunlar? Görünüşe bakılırsa onlar da insan! İnsan insana nasıl bu kadar acımasız olur, bu kadar nefret duyar? Oysa onların hiçbirine en küçük bir kötülük yapmış değilim. Ne ben onları tanıyorum ne onlar beni. Ama yine de bana kin besliyor ve alınacak öçleri varmış gibi üzerime çullanıp pestilimi çıkarıyorlar! Niçin? Niçin? Nasıl böyle davranabiliyor, nasıl bu derece acımasız olabiliyorlar? Niçin işkence ediyorlar bana?…” Bir gün kendini tutamadı, nasıl olduysa, nöbetçiyle ağız dalaşına girişti. İçinde bir şimşek çakmıştı sanki. Nöbetçiyi itmiş ve bir de tekme savurmuştu.
İkisi birden yere yıkılmış, amansız bir boğuşma başlamıştı aralarında. “Cephede olsaydık bir kurşunla kuduz köpek gibi çoktan gebertmiştim seni!” diye kükremişti Abutalip. Aynı anda nöbetçinin yakasına yapışmış, hissizleşen parmaklarıyla boynunu sıkmaya başlamıştı. O sırada koridordan geçen iki nöbetçi birden içeri dalmasaydı kim bilir nasıl sonuçlanırdı o boğuşma! Abutalip ancak ertesi gün kendine gelebildi. Ağrı sızı içinde ilk farkettiği şey, yine tepesindeki o keskin ışıklı lamba oldu. Sonra başucundaki hastabakıcıyı gördü: – Sakin ol, dedi hastabakıcı yavaş bir sesle. Yüzündeki yaraları sargı beziyle sararken devam etti: Sakın bir daha aynı şeyi yapmaya kalkışma! Öldürürlerdi seni.
Ne demek nöbetçiye saldırmak! Bir köpek gibi öldürürlerdi ve kimse de bir şey yapmazdı onlara. Sen Tansıkbayev’e şükret, senin ölün işine yaramaz, diri istiyor seni. Anlıyor musun? Abutalip şaşkın şaşkın bakınıyordu. Bir süre öyle donakaldı. Sonra yine acılar duymaya ve durumunu anlamaya başladı. O dönemde, mantığını yitirir gibi olduğu, gerçekleri kavrayamadığı, hayatî savunması için gerekli olan bilincinin iyice zayıfladığı anlar da oldu. Böyle anlarda o keskin ışıktan korunmaya çalışmıyor, aksine, onu çıldırtan bu pırıltıya yöneliyordu.
O zaman da, ızdırabının kaynağını bulmak için havalarda uçuyor, bir yandan da kör edici ışığa dayanmaya, erimemeye, güçlükler içinde yitip gitmemeye çalışıyordu. İşte böyle anlarda bile, yüreği paramparça olsa da, geride bıraktıklarıyla bağını koparmıyor, ailesi için duyduğu kaygı ve acılar bütün benliğini kaplıyor, dolduruyordu. Sarı-Özek’te bıraktıklarını düşünürken duyduğu dayanılmaz acı ile suçu kendisinde arıyor, nasıl bir hata, nasıl bir günah işleyip bu suçu hakkettiğini anlamaya çalışıyor, ama hiçbir suç bulamıyordu.
Almanlar tarafından kuşatılıp esir alınmış olmasının cezası mıydı yoksa bu? Ama, kendisi gibi binlerce asker esir olmuştu. Bunun cezası ne olurdu ki? Savaş gerilerde kalmış ve bunun hesabı çoktan görülmüştü. Kanını akıtarak ve kamplarda uzun yıllar kalarak ödemişti bu hesabı. Bununla beraber, bütün bu hesapları görenler ömürlerinin sonuna, günlerinin akşamına gelmiş bulunuyorlardı. Diktatör ise, öc alma işine devam etse de, oldukça gevşemiş, şiddetini azaltmıştı. Olanları başka türlü anlamak mümkün müydü?… Kendi sorularına bir cevap bulamayan Abutalip bu durumda biraz iyimserliğe kapılıyor, şu günlerde suçsuzluğunun, işin bir yanlış anlamadan kaynaklandığının anlaşılacağını hayal ediyordu. Suçsuz olduğu anlaşılıp onu serbest bıraktıkları zaman uğradığı bütün bu haksızlıkları unutmaya hazırdı. Yeter ki onu evine yollasınlardı. O zaman çocuklarına, ailesine, Sarı-Özek’teki o küçük aktarma istasyonuna koşarak, uçarak gidecekti.
Karla kaplı o bozkırda, iki yavrusu Ermek ve Daul ile karısı Zarife onu sabırsızlıkla bekliyorlardı. Zarife bir ana kuş gibi yavrularına kanat germiş, onları çarpan yüreğiyle koruyor, gözyaşlarıyla, dualarıyla kötü kaderini döndürmeye, acılarını dindirmeye çalışıyor, kocası için Allah’tan yardım diliyordu. Abutalip duyduğu derin acıdan hüngür hüngür ağlamamak, aklını yitirmemek için aldatıcı bir hayale dalıyor, kendisini avutmaya çalışıyordu: Kendini aklanmış, serbest bırakılmış ve canlarına kavuşmuş görüyordu. Bir yük treninin basamaklarından atladığını, eve doğru koştuğunu, karısının ve çocuklarının da ona doğru koştuklarını hayal ediyordu.
Ama, birkaç dakika süren bu hayalden sonra, sarhoşluktan ayılmış gibi, gerçekle yüzyüze geliyor, umutsuzluklar içinde yığılıp kalıyordu. O zaman, eskiden kaleme aldığı “Sarı-Özek Kurbanları” adlı efsanede, babanın ve annenin çektiği acıları ve onların yavrularına veda edişlerini hatırlıyor, acısı sonsuz öyle bir olayla kendi durumu arasında bir benzerlik buluyordu. Çünkü o da kendi yavrularından ayrılmaya mahkûm edilmişti. Oysa, ana-babaları, böyle bir ayrılığa ölümden başka ne zorlayabilirdi? Bu acılı, bu çok sıkıntılı anlarda Abutalip sessizce ağlıyor, ağladığı için de kendinden utanıyordu.
Ama, bir sağnağın kayalara düşen ilk damlaları gibi onun çıkık elmacık kemiklerine dökülen gözyaşlarına kim engel olabilirdi? Hiçbir zaman, savaşta bile, bu kadar acı çekmemişti. O zamanlar ateş hattında idi ama bağımsızdı. Oysa bugün varoluşunun en büyük amacını, asıl nedenini çocuklarda görüyordu. Onların varlığı her insan için en büyük mutluluk, onlarsız kalmak ve onlardan kopmak ise en büyük felâket idi. Şimdi o, karanlığın eşiğinde beliren o korkunç, o sinsi aydınlıkta, son saatin yaklaştığı ve onu yitireceğini anladığı anda, yarar ve zararların, artı ve eksilerin bilançosunu yaparken, hayatın önemini de çok iyi anlamış bulunuyordu.
Bu karşılaştırmada, bu tartıda, her şeyden daha önemli olan, daha ağır tartan çocuklardı. Belki bu yüzden doğa, ana-babalara, her şeyden önce çocuklarını yetiştirmek, kendilerini onlar için feda etmek duyusunu ve görevini vermişti. Yine bundan dolayı, çocuklarından yoksun bırakılan ana-babalar bu görevlerini yerine getiremiyor, kendilerini adayacakları bir şey bulamıyordu. İnsanın bilinci tam yerinde olduğu, açık açık düşünebildiği böyle zamanlarda, batmaması, yitip gitmemesi çok zordu. Karısına yeniden kavuşma hayaliyle sarsılan Abutalip, şimdi en ufak bir umudun bile olmadığını anlıyordu. Karamsarlığı, üzüntüsü her gün biraz daha artıyor, iradesi zayıflıyor ve umutsuzluğu, dağın dik yamacında, bir anda bir çığın alıp götüreceği sulu bir kar kümesi gibi birikiyordu.
Sorgu yargıcı Tansıkbayev’in istediği de buydu zaten. Amirlerinin de onayı ile, hiç peşini bırakmadan şeytanca yürüttüğü bu “dâvâ”da varmak istediği sonuç bu idi. “Eski savaş tutsağı Abutalip Kuttubayev İngiliz-Yugoslav gizli servisleriyle ilişkileri ve Kazakistan’ın ücra yerlerindeki halk arasında yıkıcı, ideolojik fikirleri yayması dâvâsı” demişti bu dâvânın adına. Şimdi sorgu yargıcının yapacağı iş, bazı ayrıntıları belirlemek ve sanığın itirafını sağlamak idi. Aslında suçlamanın ortaya konuş biçimi siyasî aktüalitenin başlıca konusu idi ve bu da Tansıkbayev’in kurnazlığını, büyük çabasını kanıtlıyordu. Bu, onun hayatının en büyük işi, en büyük dâvâsı olacaktı. Öte yandan Abutalip içinde bu gerçek bir tuzaktı.
Çünkü böyle korkunç bir iddia, böylesine korkunç bir sunuş, insanı ancak bütün suçlamaları kabul etmek zorunda bırakır, sonuç olarak da kurtuluş yolu tamamen tıkanmış olurdu. Peşin hüküm verilmişti: İddianın özü, suçun tartışmasız kanıtı sayılıyordu. İşte durum böyle olduğu için Tansıkbayev rahat uyuyabilirdi: O kış, kariyerinin doruğuna ulaştığı bir dönem olacaktı onun için. Bugüne kadar, küçük bir ilgisizlik yüzünden yıllarca terfi edememiş, sürünmüş, sıkıntılar içinde yaşamıştı. Ama şimdi yepyeni ufuklar açılıyordu önünde. Büyük bir eyaletin ücra bir yerinde böyle bir av yakalamak, öyle her zaman karşılaşılabilecek, olağan bir şey değildi. Piyangodan en büyük ikramiyeyi kazanmıştı doğrusu! Evet, 1953 Şubat’ının o günlerinde, tarih ve talih Tansıkbayev’den yana idi.
Hatta bütün ülke tarihinin ivedilikle, büyük çaba ile onun çıkarları için çalıştığı, bunun için var olduğu bile söylenebilirdi! Tarihin, onun üstlendiği görevin anlam ve yüceliğini arttırarak ona yaptığı hizmeti, bilinçli olmaktan çok sezgisiyle anlıyor, aynı zamanda bunu gözleriyle görüyor, coşkulara kapılıyordu. Bazen aynaya baktığı zaman yüzündeki değişikliğe şaşıp kaldığı da oluyordu: Uzun zamandan beri akdoğan bakışlı gözleri, o kırpışmayan gözleri, hiç böyle parlamamıştı. Bu hâlini görünce, düzgün bir Rusça ile “Biz rüyaları gerçeğe dönüştürmek için doğduk…” diye mırıldanmaktan kendini alamıyordu. Karısı da ortak oluyordu onun umut dolu beklentilerine.
O da pek keyifliydi ve yeri geldikçe “Evet, evet yakında biz de hakkımız olanı alacağız” diyordu. Son sınıf öğrencisi ve komsomol militanı olan oğulları ise, öyle pek akıllı-uslu olmasa da, kutsal beklentileri ve umutları söz konusu olunca, inançlı, güven dolu bir sesle soruyordu: “Baba, sana yakında ‘albayım’ dediklerini duyacağız değil mi?” Bu, doğrudan doğruya Tansıkbayev’e bağlı bir durum olmasa da böyle düşünmelerinin önemli nedenleri vardı.
Altı ay kadar önce Alma-Ata’da, gizli duruşmalarla sürdürülen bir dâvâ sonuçlanmıştı: Burjuva Kazaklar’dan oluşan bir grup milliyetçi askerî mahkemede yargılanmıştı. Bu emekçi halk düşmanlarını, hiç acımadan etkisiz hâle getirmişlerdi: Bu milliyetçilerden ikisi, Kazak dilinde, o lanetlenmiş ataerkil-feodal düzeni amaçlayan bilimsel araştırma yapmak suçlamasıyla kurşuna dizilmiş, Filoloji Enstitüsü ve Edebiyat Akademisi’nde öğretim üyesi olan diğer ikisi yirmibeşer yıl, ötekiler de onar yıl kürek cezasına (çalışma kamplarına sürülmeye) mahkûm edilmişlerdi. İşin önemli yanı, bu olaydan sonra güvenlik servislerinde çalışan ve burjuva milliyetçilerinin ortaya çıkarılmasında görev alanlara devlet tarafından büyük teşvik ödülleri verilmiş olması idi. Gerçi ödüllendirme de dâvânın görülmesi gibi gizli olarak yapılmıştı ama, bu, olayın önemini asla küçültmüyordu.
Terfi için bekleme süresinin kısaltılması, nişanlar, madalyalar verilmesi, görevi örnek olacak şekilde yerine getirdikleri için büyük ikramiyeler verilmesi, günlük bildiride adlarının okunması… İşte bunlardı hayatı güzelleştiren. Üstelik, en başarılı olanlar, yeni ve daha büyük konutlara taşınıyorlardı. Bütün bunlar otorite kazandırıyor, gür sesle konuşturuyor ve daha güvenli adımlarla yürümelerini sağlıyordu insanların.
Tansıkbayev bugüne kadar hiçbir ödül almamıştı ama, o mutluluğa erişen meslekdaşlarının kutlama törenlerine katılmıştı. Hemen hemen her akşam karısı Aykımıs ile, terfi edenlerin, nişan alanların ya da yeni eve taşınanların verdikleri ziyafete giderlerdi. Yılbaşından önce başlayan ve gerçek şenliği andıran bu seri ziyaretlerin hepsi birbirinden güzel, unutulmaz geceler oluyordu. Yeni apartmanların eşiğine ayak basan davetlileri bir görmeliydiniz! AlmaAta’nın kötü aydınlanan soğuk caddelerinden donmuş, bitmiş olarak geliyor, kendilerini ev sahibinin sıcak karşılamalarına, onun kollarına atıyorlardı. Ne kadar da gururlu ve neşeliydiler, gözleri nasıl da parlıyordu! Gerçekte bu, bir seçkinin lükse kavuşmasını kutlamak, onun sevincini paylaşmak idi.
O devirde savaşın sefaleti, yoksulluk henüz tamamen unutulmuş, giderilmiş değildi. Uzak eyaletlerde yeni konfor ve incelikler, herkesin gözünü kamaştıran, başını döndüren bir coşku ile karşılanıyordu. Bir süreden beri konyak içmek, evleri düşmandan alınmış avizelerle süslemek ve sofraları yine onlardan alınmış yemek takımlarıyla donatmak moda hâline gelmişti. Tavanlardan çok güzel yontulmuş kristal avizeler sarkıyor, beyaz örtü üzerinde Alman yemek takımları pırıl pırıl parlıyor ve bunlar herkesi etkiliyor, hayranlık uyandırıyordu. Yaşamanın, var olmanın yüce anlamı bu idi! Bunlarla ilgi çekmekten, bunlara ilgi duymaktan daha önemli bir şey yoktu dünyada. Davetliler kapıdan içeri adımlarını atar atmaz, mutfaktan nefis yemeklerin kokuları geliyordu burunlarına.
Çeşitli yemeklerin en nefis olanı at etiydi, körpe tay etiydi. Ataların nefis yiyeceği at eti! Göçebelik devrinden miras kalan bozkırın bu eski lezzet kokusunu modern duvarlar arasında duyup tatmak, şaşılacak, harika bir şey olmaz mıydı? Sonra, ağızları sulanarak, ama geleneklere uyarak yemek masasının etrafına dizilirlerdi. Bununla beraber, bu şölenlerde asıl önemli olan yiyecekler değildi. Çünkü, tıka basa yemiş tok insanlarda sofranın görünümü rahatsızlık verebilirdi. Şölende en önemli şey yapılan konuşmalar, tebrik temenni sözleriydi. Kutlama töreni, bu törende söylenen sözler, bütün öteki duyguları silip süpüren bir neşe kaynağı olurdu. Hatta bu törende, kısa bir süre için de olsa, imrenmenin yerini nezaket, kıskançlığın yerini dostluk-kardeşlik, ikiyüzlülüğün yerini içtenlik alırdı.
Herkes büyük bir beceri ile yüz değiştirir, birbirlerine övgü yağdırmakta yarışır, en güzel sözleri bulup söylemeye çalışırlardı. Ne kadar coşkulu, ne kadar ilginç idi bu törenler! Ganimet olarak alınan kristal avizeler altında, masal kuşlarının şahane tüyleri gibi süsler arasında tumturaklı nutuklar çeker, durmadan kadeh kaldırırlardı. Tansıkbayev ve karısı, terfi etmiş gencecik bir Kazak güvenlik görevlisinin kadeh kaldırırken yaptığı konuşmada çok etkilenmişlerdi. O şölende genç Kazak, kasıntılı bir şekilde sofradan kalktı, söz aldı, tahta çıkan kral rolünü oynuyormuş gibi kendinden pek emin bir ses tonuyla konuşmaya başladı: Asıl dostar1* , dedi terfi eden genç görevli. Sonra ağır, anlamlı, baygın bakışlarla sofradakileri süzdü. Sanki bu haliyle yapacağı konuşmanın herkes tarafından dikkatle dinlenmesi gerektiğini anlatmak istiyordu.
Devam etti: “Asıl dostar! Bugün ben çok, çok mutluyum. Bir söz söylemek istiyorum size. Bugün benim günüm, biliyorsunuz. Bu sözümü söylemek istiyorum. Ben hiçbir zaman Tanrı’ya inanmadım. Bir komsomolda büyüdüm ben. Bükülmeyen katı bir bolşevikim yani. Ve böyle olmaktan gurur duyuyorum. Benim için ‘Tanrı’ kelimesi boş bir sözcüktür, anlamsızdır yani.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıCengiz Han'a Küsen Bulut
- Sayfa Sayısı112
- YazarCengiz Aytmatov
- ISBN9789754370546
- Boyutlar, Kapak12x19,5, Karton Kapak
- YayıneviÖtüken Neşriyat / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Bilge Köpek Doğa Gezisinde ~ Meg Rosoff
Bilge Köpek Doğa Gezisinde
Meg Rosoff
Bir aileyi yola getirmenin sırlarını, gelmiş geçmiş en bilge köpekten öğrendiğimiz Bilge Köpek Yeni Evinde’den sonra, Pişi ailesi ve pek tabii ki sevgili dostumuz Bilge...
- Lotte Weimar’da ~ Thomas Mann
Lotte Weimar’da
Thomas Mann
Thomas Mann’ın ilk kez 1939 yılında yayımlanan ünlü romanı Lotte Weimar’da, modern Alman edebiyatının en çarpıcı örneklerinden biri, Mann’ın büyük usta Goethe’ye gönderdiği çok...
- Demiryolu Çocukları ~ Edith Nesbit
Demiryolu Çocukları
Edith Nesbit
Demiryolu Çocukları kara trenlerin ardından heyecan, sevinç ve şaşkınlıkla el sallayan çocukların maceralarını anlatmasına rağmen, teknolojik çağımızda hâlâ güncelliğini koruyan bir roman. Roberta, Peter...