Mehmet eğer buradan kurtulabilirse bu savaşı unutabilecek miydi? Ruhunu zalim bir efendinin buyruğuna vermek, kölesi olmak: Savaşmak buydu. Ama savaşı unutmak! Bundan emin değildi.
Doksanlı yılların Güneydoğusu… Biri Rojin diğeri Mehmet olan ve birbirlerine karşı savaşan iki asker… Benzer hassasiyetlerle büyümüş iki düşmanın, bir erkekle bir kadının gözünden cepheler…
Sarp ve yüksek dağlar, sarımtırak çalılar, çıplak yamaçlar, çorak düzlükler. “Hâkimde kal, mahkûma düşme” uyarıları, mayın tarlaları. Konvoylar, devreler, nöbetler, subaylar, “Hayrola Heval Önderlik ne diyor?”. Şehitler ve leşler… Kurtaranlar ve ölümü özleyenler…
Savaşta her şey tekdüzedir, ölürsün ya da öldürürsün…Gerisi nedir ki…Kitapları kim hatırlar? Mevzide uyuyan ölür. “Ben Kürdüm, asıl senin burada ne işin var?”
Mehmet Eroğlu, Fay Kırığı Üçlemesi’ni Rojin’le tamamlıyor. Geriye, hikâyenin başladığı yere dönüyor. Rojin, insan kalmanın romanı. Eğer savaşı unutabiliyorsa, insan her şeyi unutabilir…
Birinci Bölüm
– 1 –
Havada bir yerde, Temmuz, 1993
“Çok basit: Ölmek ya da öldürmek! Savaş dedikleri budur işte… Önünüzdeki sekiz ay boyunca yapacağınız bu iş ne sanıldığı gibi heyecanlıdır ne de korkutucu. Aksine, tekdüze ve sıkıcıdır. Neden mi? Çünkü hep aynı şey olur: Ölür ya da öldürürsünüz…” Değişmiş; saf su gibi, tadı yok: Ne kavuşmanın doygunluğu, ne aylarca göğsüne batan o dikensi ayrılık özleminin yatışması, ne de yeniden kollarının arasına aldığı tanıdık bedenin uyandırdığı bildik hazlar… Garipti! Mehmet, Yüzbaşı’nın saatlerdir kulaklarında yankılanan sözlerini bastırarak, aylar sonra sevdiği kadına sarıldığında ilk izlenimi bir tür eksiklik duygusu yaratan bu tat yitimi olmuştu. Daha sonra, akşamüstü, tatlı imbatın temmuz sıcağını kapı dışarı ettiği bir odada nihayet yalnız kaldıklarında kollarının arasına aldığı kadının dudaklarını, boynunu ve tabii ki varlığının en lezzetli parçasını, göğüslerini öptüğünde de aynı yadırgatıcı duyguyla ürpermişti ama duyduğu yönsüz şaşkınlık üç aylık kadınsızlığın tutuşturduğu o sabırsız coşkuyu aşamadığından, bu garip yabancılamanın üzerinde pek durmamıştı.
Oysa kutsal bir merasimin parçasıymış gibi adeta tapınarak soyduğu kadının değiştiğine ilişkin başka belirtiler de vardı. Açık, apaçık işaretler hem de: Ne zaman sevişmek için üzerine eğilse Aslı’nın onu her seferinde yeniden fethetmiş olan o yoğun güzelliği, baskın niteliğini, parıltılı şeffaflığını yitirmişti. Çıplaklığında ne arsız kışkırtıcılığın, ne de ona özgü gizemli günahkârlığın izleri vardı.
Bakışlarında, hatlarının yuvarlaklığını ele veren karnında, erkekliğini karşılamaya hazırlanan aralanmış bacaklarında hiçbir şey yoktu: beş yıldır koşulsuz sunduğu bedeni anısız, ıssız bir sokak gibi bomboştu. Daha başında, hemen ilk anda fark etmesi gerekirdi ama Eğirdir’deki koğuşta aylar boyunca, her gece eklediği küçük fırça darbeleriyle biçimlendirip sonunda canlı bir yüze dönüştürdüğü o büyük portre sanatçının kendi eseri karşısında kapıldığı narsizm yüzünden mi gözlerini kamaştırmış, yaratıcısını aptallaştırmıştı.
Anlamsız sorular, bir türlü meraka dönüşmeyen eğreti ve atıl şaşkınlığı, en geç on gün sonra bir parçası olacağı savaşın kaygısı, Yüzbaşı’nın kulaklarında yankılanan o vurgulu, teatral sesi: Hepsini ıslak, ipeksi bir döl yatağında yitirmişti. İçine sıkıştığı dar ve esnek dünya kaygan bir düşüşten ibaretti. Birkaç dakika sonra –onsuz– yokuşun sonuna yuvarlandığında uzun perhizin ardından tekrar kavuştuğu o keskin hazzı kendi başına sindirmek için Aslı’nın üstünden yana devrilirken utanç yüklü bir suçlulukla ürperiyordu: Bellek yitiminin nedeni ben miyim, âşık olduğum kadına ait anılarımı askerliğin saldırısından koruyamamış olabilir miyim? Bir erkek, her gece yüzlerce yoldaşından gizleyerek yüzünün hatlarını, bedeninin kışkırtıcı kıvrımlarını bir ressamın sabrıyla tek tek yeniden çizdiği, uyumadan önce mutlaka aşkını itiraf etmenin yeni bir yolunu bulduğu kadını unutmuş olabilir mi? Cevabı vermek için beklemesi gerekmemişti: Tabii ki hayır! Öyleyse iki beden arasındaki adı bir türlü konamayan sorun neydi? Mehmet sormaya…
Hayır, sormayacaktı. Aptalca, anlamadığı bir nedenden dolayı özür dilemeye hazırlanırken aldığı hazzın tek taraflılığını saklamaya çalışarak bakışlarını başyapıtına çevirdiğinde içi minnetle doluydu: Yarattığı, –sevişmeleri boyunca yaslı sessizliğini inatla koruyan, ne onu alan erkeğin aşk sözcüklerine karşılık veren, ne de eşlik eden– portre, sonunda konuşmaya karar vermişti. Yas sona mı eriyordu? “Bu bir vedalaşma. Bir daha görüşmeyeceğiz…” İki kısa cümle! Evet, topu topu altı sözcük! Belki başka şeyler de söylemişti. Mehmet’in anlamasına, durumu kavramasına bu kadarı yetmişti: sona eren Aslı’nın yası değil, ressamının hayatı, yaratıcılığıydı.
Boyadığından, ruh verdiğinden başkası olmayı seçen kadının sözlerinin gerisini dinlememişti Mehmet: Belki üç ay boyunca beyninin bir yerinde savaş korkusunun ikizi gibi büyüyen sinsi kuşkuyla bu haberi bekliyor olduğundan, belki de sevişirken bile inatçılığını koruyabilen bir kadını kararından vazgeçirmenin yararsızlığını kavradığından. Cevap hangi nedenin ardında olursa olsun, sonuç değişmeyecekti. Yaptığı resmin başkalaşması tamamlanmıştı. Tadının ve güzelliğinin ardından şimdi sesi de değişmiş, her zamanki parlak tınısını, melodik esintisini, en çok da karşısındakini ele geçiren o taze canlılığını yitirmişti. Boğuk, ıslak bir hırıltıydı Mehmet’in kulaklarını dolduran. Ağlıyor muydu? Belki! Emin değildi; ama seçme hakkı olsa, ağla derdi ona.
Aynı sesi, –aslında bu detone olmuş, gizemini yitirmiş bir fısıltıydı artık– neden sonra tekrar duymuştu, beceriksizce bağışlanma dilerken: “Beni anlamalısın. Seni bekleyemezdim. Ailem…” Beklemek! “Bir şeyler söylesene!” Mehmet bir şey söylememiş, İzmir’de çırılçıplak uzandıkları yataktan dört yüz kilometre ötede, gölü gören bir düzlükte, gözlerinin içine bakarak konuşan Yüzbaşı’ya cevap veriyormuş gibi mırıldanmakla yetinmişti: “Öleceğim.”
Aslında durum dramatik değil, saçma ve anlamsızdı: Daha onu Doğu’daki sarp, yüksek dağlarda bekleyen savaşa katılmadan ülkenin en batısında, hem de deniz seviyesindeki bir yatakta pusuya düşürüldüğünün, öldürücü bir yara aldığının farkındaydı Mehmet. Kanı akıyordu, yine de gülümsemeyi başarmıştı. “Nerede duracağıma karar vermeden öleceğim…” Yüzbaşı boşuna uyarmıştı. Diline dökülen mırıltılar bu kez yeni, daha da aptalca bir düşünceyle kesilmişti: “Aşk, kendini küçültmekten, hor görülmekten korkmamaktır…” Hayır, aşk izin verse de ağlamayacaktı. Kulakları Yüzbaşı’nın –ona Harbiye’de öğretildiği gibi, sert ve gür bir sesle– söyledikleriyle uğuldarken, kendini karşısındakine yasaklayan gözlerini kuşanan Aslı’ya bakmamaya çalışarak –bacağı kırık bir köpek gibi acıyla seke seke zorlukla giyinmişti.
Dışarıya çıkar çıkmaz kapının önüne yığılacak, çok geçmeden, muhtemelen güneş batmadan önce ölecekti ama kafasında hâlâ aptalca sorular uçuşuyordu: Acaba Yüzbaşı hiç âşık olmuş muydu? Olmuşsa, sevgilisi onu terk etmiş miydi? Hayır, yüzünde Gabar’da yanında öldüğü söylenen beş askerinin acısını ve suçluluğunu taşıyan– bu adam sadece uzmanı olduğu konuda, savaş hakkında konuşmuştu. “Ölmek ya da öldürmek! Savaş dedikleri budur… Ve bu iş ne sanıldığı gibi heyecanlıdır ne de korkutucu. Aksine, tekdüze ve sıkıcıdır. Neden mi? Çünkü hep aynı şey olur: Ölür ya da öldürürsünüz. Öğrenmesi zor, karmaşık da değildir; topu topu iki tarafı vardır: Ölen ve öldüren! Ancak…”
Yüzbaşı konuşmasının burasında söyleyeceklerinin önemini belirtmek istercesine bir süre bekledikten sonra devam etmişti: “Savaş, kararlı bir düşünceye dönüştürülmeden yapılamaz! Birazdan kendi ellerinizle belirleyeceğiniz görev yerlerinize gittiğinizde sizlerden beklenilen tek şey var arkadaşlar: hangi tarafta duracağınıza karar vermek. Tekrarlıyorum: hangi tarafta olacağınıza karar vermek.
Ölecek misiniz, öldürecek misiniz? Ölen mi olacaksınız, öldüren mi? Hepsi bu…” Yüzbaşı, kuradan önceki o son içtimada, Doğu’da, kimsenin görmediği, bilmediği dağlarda sürüp gitmekte olan uzak savaşı böyle açıklamıştı. İnsanın içindeki o gizli kuytuda uyuklayan dehşet duygusunu canlandıran sözlerinin üstünden kaç gün geçmişti? On? On beş? Mehmet, Eğirdir’deki o son günün sabahında, Aslı’nın ertesi gün onu terk edeceğinden habersiz, bir an önce İzmir’e doğru yola çıkmayı düşünürken belki bir daha hiç görmeyeceği ama sık sık hatırlayacağı adamı son kez dinliyordu. Aceleciliği yersiz ve aptalcaydı: Daha önünde savaşla koyun koyuna geçireceği sekiz ayın sahneleneceği yerin belirleneceği kura çekimi vardı. Bakışlarını Yüzbaşı’nın korkutucu, aynı anda herkese birden bakabilen gözlerinden kaçırmıştı. Olağan bir yaz günüydü: hava sıcak ve açıktı. Yüzbaşı’ya kulak vereceğine yerdeki temmuza kadar dayanmış çimlerin en geç on gün içinde sararıp yok olacağını, önündeki yeşil sahanın tozlu bir alana dönüşeceğini düşünmüştü…
“Asteğmen!”
Mehmet, uçağın tekerlekleri yerden kesildiğinden beri sığındığı uykusundan sıyrılmaya çalıştı. Yüzbaşı! Seslenen o muydu? Eğirdir’de geçirdiği bahar boyunca bilincini –duvara yayılan nem gibi– sonunda ele geçiren o kemirici savaş tedirginliğini yatıştıracak yerde hâlâ Aslı’yı düşündüğünü fark etmiş olmalıydı. Hafifçe gülümsedi. Umursamazlığının anlaşılır bir nedeni vardı: Hangi tarafta duracağına o değil, Aslı karar vermişti.
Ama bunu Yüzbaşı’ya söyleyemezdi. “Asteğmen!” Mehmet, çağrı tekrarlanınca gözlerini araladı. Birisi ona ilk kez bundan sonra adının bir parçası olacak o garip sözcükle hitap ediyor, ‘asteğmen’ diyordu. Doğruldu. Sesin sahibi koridorun öteki tarafında oturan kısa saçlı, neşeli bakışlı birisiydi. Burnunun iki yanından çenesine doğru kavislenerek inen derin çizgiler ağzını büyük bir parantezin içine almış gibiydi. Yüzünün, sesinden daha neşeli görünmesinin nedeni bu olmalıydı. Adam, sanki ezberletmek ister gibi üçüncü kez aynı sözcüğü tekrarladı: “Asteğmensin, değil mi?” Mehmet, “Evet,” deyip koltuğunu dikleştirdi. Şaşırmalı mı yoksa meraklanmalı mıydı, kararsızdı. Adam, “Yüzbaşı Altay,” diye devam etti.
Elini, yumruk yapıp zafer işareti gibi iki kez salladıktan sonra uzattı. “Artık ıskalamıyorum!” Mehmet düşünmeden, emir almış gibi adamın elini sıktı. Bir tane daha! Havada da bile yüzbaşılardan kaçış yoktu. Hiç olmazsa karşısındaki neşeliydi. Yine de sıkıntıyla iç geçirdi, sonra o yadırgatıcı sözcüğü buldu.
“Mehmet Esen komutanım.”“Biliyor musun? Taze asteğmeni görür görmez anlıyorum…” Sivil giyimli yüzbaşı koridora doğru eğilmiş, söyleyeceklerine kulak vereceğinden emin bir tavırla sözlerini sürdürüyordu: “Hepinizin suratında bıçak görmüş kurbanlık koyun bakışı var…” Adam, kahkaha atmaya daha ‘koyun’ derken başlamıştı. Kabalığı şaşılacak kadar içtendi. “Birliğine katılmaya mı gidiyorsun?”
Mehmet, “Evet, komutanım,” dedi sesini yükselterek.
“Siktir et komutanı asteğmen, ben havacıyım… Jandarma mısın?”
“Piyade komando…” Tam ‘komutanım’ diyecekken sözcüğü
yuttu. “Yüzbaşım.”
Adam suratını ekşitmişti. Ya piyadelerden hoşlanmıyordu ya
da her iddiayı seven gibi yanılmak neşesini kaçırmıştı.
“Hakkâri Dağ Komando Tugayı öyleyse?” Mehmet başını
salladı. “Nerelisin? İddiaya girerim İstanbullu değilsindir.”
Daldan dala sıçrıyor ve kendisinin icat ettiği bu garip oyunu
oynamaktan çok hoşnut görünüyordu.
“İzmirliyim yüzbaşım.”
“Neresinden?”
“Karşıyaka, yüzbaşım.”
“Bak sen! Ben de Foçalıyım. Hemşehri sayılırız.” Adam çevik
bir hareketle doğrulup pencere kenarındaki boş koltuğa geçti
ve kalktığı yere art arda üç kez vurdu. Neşesi gezgindi: Gözlerinden eline sıçramıştı. “Böyle gel bakalım hemşerim.”
Mehmet kısa süren kararsızlığının ardından doğrulup adamın boşalttığı koltuğa oturdu.
“Sağ olun yüzbaşım…”
“Şu yüzbaşım demeyi de kessen! Doğru dürüst konuşamaz
mısın sen? Söyle bakalım, hangi taburu çektin?”
“Şemdinli.”
“Demek 3. Tabur. Desene en kötüsünü bulmuşsun. Bana sorarsan en iyisi 4. Tabur’dur derim. Gerçi yazları Van’dan Hakkâri’ye inerler, personel arazide geçici üslerde kalır ama ne de olsa tabur merkezi kışın uçakla ulaşılan bir yerde. Eee, ne derler? Van, Doğu’nun Parisi’dir.” Yüzbaşı neşesini kahkahasıyla tazeleyerek konuşmasını istekle sürdürdü. “2. Tabur Hakkâri’de, 1. Tabur da Yüksekova’da; neresinden bakarsan bak, senin Şemdinli bunların yanında köy sayılır… Hem, Hakkâri’ye gidecek olsaydın seni helikopterle götürürdüm.” Mehmet ihtiyatlı bir sesle, “Bugün uçağı bekleyen konvoy varmış,” dedi.
Dışarıda, uçağın kanatlarının altında açık, berrak bir gökyüzü uzanıyor, uzakta, aşağılarda bir yerde kahverengi toprak bu görüntüye sürülmüş bir lekeyi andırıyordu. Uçak sol kanadının üstüne yatmıştı; dönüyor olmalıydı. Şemdinli öteki tarafta kalmıştı. Anlaşılan arada bir karşılaştığı talihi de Aslı gibi temelli terk etmeye karar vermişti onu. Yüzbaşı’nın sesi bir kez daha düşüncelerini böldü: “Konvoyla ha! Neresinden baksan tehdit altında altı, yedi saat yolculuk demek bu.
Biliyorsun, ateşkes sona erdi.”1 “Tehdit altında!” Asteğmen’den sonra iki yeni sözcük daha! Yeni yüzbaşı eskisini aratmıyor, askeri sözcük dağarcığını değil, kaygısını genişletiyordu. Demek aylardır devam ettiği söylenilen ateşkesin bittiği doğruydu. Mehmet oturuşunu dikleştirdi. Yüzbaşıysa elini yukarıya kaldırmıştı. Hostesi mi çağıracaktı? Başının üstündeki düğmeye basarken yeniden söylenmeye başlamıştı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıFay Kırığı - 3 Rojin
- Sayfa Sayısı494
- YazarMehmet Eroğlu
- ISBN9789750512483
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sarhoşların Perşembesi ~ Jaklin Çelik
Sarhoşların Perşembesi
Jaklin Çelik
Birbirlerinin dilini anlamıyorlardı ama yoksulluğun işaret dilini az çok biliyordu burada yaşayan herkes. Bu dili anlamak merhametin kapılarını sonsuza dek açmıyor olsa da muhtemel...
- 04:00 ~ Hikmet Hükümenoğlu
04:00
Hikmet Hükümenoğlu
“Yani sırf benim şeytanlarım değil, otobüste yanıma oturan adamın beynini kemiren dertler de bana bulaşıyor ya da marketteki kasiyer kız, çünkü gözlerindeki nefreti görüyorum,...
- Daha İyi misin? ~ Hande Ortaç
Daha İyi misin?
Hande Ortaç
Her biri kendine ait bir renkli kumaş parçasının üstünde duran kadınlar, saç örgülerini tutan oyaları çözdüler ve yavaş yavaş balıksırtı örgüleri açmaya başladılar. Örgüler...