M. o akşamüstü, göğsündeki garip sızıyla geçmişi olmayan, anısız bir güne uyandı. Belleğiyle gözlerini açtığı anın arasına yerleşmiş, kendini bir varlık olarak kavramasına engel olan bir boşluğun kıyısındaydı. Nedenini bilmeden titriyordu: Saat altıydı; küçük bir bavul, uyanır uyanmaz yolculuğa çıkacakmış gibi ayaklarının dibinde duruyordu. M. bir sabah, neden yaptığını, nereye varacağını bilmeden garip bir yolculuğa çıkıyor.
Trenin ritmik ve yeknesak gürültüsü içinde M., bölüm bölüm geçmişe gidiyor. Yaşamadığımız, yaşayamadığımız ya da farkına varamadığımız hayatlarla tanışıyor, öğreniyor, anlamaya çalışıyor. Bazen bir neden aramak sevgiyi öldürür, bilmiyor… Hazzınipliklerini söküyor, şaşırıyor, irkiliyor, iştahla sorguluyor. Bozguncuları, gençleşen ölüleri, renkleri, melodileri, edebiyat öğretmenlerini, Lerzan’ı, belleğini arıyor. Bellek yoksa ne suç olur ne günah… Belleğin Kış Uykusu, Mehmet Eroğlu evreninin benzemez ve ayrıksı romanı. Hayatı, sanatı, edebiyatı ve ölümü tartışan fantastik bir yolculuk hikâyesi… “Keşke birlikte rüya görebilsek.”
Yitiriş
M. o akşamüstü, göğsündeki garip sızıyla geçmişi olmayan, anısız bir güne uyandı. Belleğiyle gözlerini açtığı anın arasına yerleşmiş, kendini bir varlık olarak kavramasına engel olan bir boşluğun kıyısındaydı. Nedenini bilmeden titriyordu: Saat altıydı; küçük bir bavul, uyanır uyanmaz yolculuğa çıkacakmış gibi ayaklarının dibinde duruyordu. Ancak dağınık olduğu hemen fark edilen odada, yayıntının toplanması, koltukların üstündeki küçük yastıkların düzeltilmesi, perdelerin kapatılması, okunmuş gazetelerin ortadan kaldırılması gibi her yolculuk öncesinde görülebilecek olağan hazırlıkların izi yoktu.
M. neden yatakta değil de oturma odasını andıran, ayrılık kokmayan bu odada, hem de rahatsız bir sandalyenin üstünde uyuyakaldığını da bilmiyordu. Kucağında açık bir kitap, kimin tarafından, ne zaman hazırlandığını hatırlamadığı bavulun üstünde bir uyarı işareti gibi duran sarı zarf ve divana atılmış gri takım elbise… Bu nesneler anlamlı bir bütünün parçaları mıydılar? Öyle idiyseler hangi zamana aittiler? Kendini zorlasa da aradığı cevapları bulamadı. Anıları yok olmuştu. Belleği onu hafifmeşrep bir sevgili gibi terk etmişe benziyordu. Gariplik, anılarını yitirmiş belleğiyle de sınırlı değildi; durumu daha da anlaşılmaz kılan şeyin boğazıyla göğüs kemiği arasında gidip gelen sızı olduğunu düşündü. Acı vermeyen, gırtlağına yaklaştıkça belirginleşen bu titreşim, geç kaldığını hatırlatan bir çalar saate benziyordu.
M. uyarıya kulak vererek koltuktan kalkınca kapının önünde uyuklayan köpek de çalan zili duymuş gibi başını kaldırdı. Küçük gözler ve bu gözleri daha da belirsizleştiren, şaşırtıcı büyüklükteki bir kafa… M. şaşkınlığına rağmen yönsüz bir sevinçle, tek başıma değilim diye düşündü. Ancak bu boş, koğuşu andıran odada kendisinden başka bir canlının varlığını fark etmesi, ne içinde bulunduğu garip durumu açıklamaya, ne de duyduğu o hüzünlü yalnızlığı seyreltmeye yetti. Köpek, etrafa neşe ve canlılık saçmak bir yana, soluk bile alamayacak kadar yaşlı ve yorgun görünüyordu. Peki, kime aitti, adı neydi? M. hâlâ kararsız gözlerle onu süzen hayvana bakarken birden korkuyla irkildi. Ya benimki? Evet, kendi adını da hatırlamıyordu.
Zihninde sadece bir harf titreşiyordu: M. gerçeği o zaman kavradı: Belleğiyle zamanın arasındaki bağ kopmuştu. Zamanın ıssızlığının ortasındaydı. Bir süre endişesinin yatışmasını bekleyerek kendini dinledi: İçinde sadece uyandığı günün Pazar olduğuna yönelik bir duygu vardı; tabii bu da yapacak hiçbir işinin olmamasından, yani belleğinin boşluğundan kaynaklanıyor olabilirdi. M. göğsündeki sızı tekrar yer değiştirinceye kadar etrafı süzdü, sonra aklına yapacak başka şey gelmediğinden, divanın üstündeki takım elbiseyi alarak giyindi. Ceket, üzerine göreydi ama pantolonun beli oldukça boldu. Ya zayıfladım ya da elbise başkasına ait…
Böyle düşünerek ceketin ceplerini yokladı. İkisi de boştu. Pantolonunda, jelatin kâğıdına sarılmış iki küçük şeker buldu. Bunları neden yanında taşıyordu? Bu soruya da verecek bir cevap bulamadı. Divanın yanındaki yastığın üstüne dikkatlice yerleştirilmiş deri kemeri pantolona geçirirken susadığını fark etti. Uzun zamandır uyuyor olmalıydı. Kemeri sıkıp, tedirgin adımlarla köpeğin yattığı kapıya doğru yürüdü. İri kafalı garip hayvan, yanından geçerken gözlerini hafifçe araladı ama kımıldamadı; boşuna telaşlanmıştı. M. odadan antreye çıkar çıkmaz boşluğa açılan üç kapı da kapalı olmasına rağmen –sanki bilinçaltından uzanan bir parmağın işaretiyle mutfağı kolayca buldu.
Tek penceresi olan ince uzun mekân, oldukça küçüktü; ilk gözüne çarpan, evyenin içindeki kirli tabaklar oldu. Tezgâhın üstünde, ortasında kireç izi bulunan iki bardakla boş bir şarap şişesi duruyordu. Uyumadan ya da sızmadan önce şarap mı içmişti? Bardakları kokladı. Sadece birisine şarap kokusu sinmişti. Merakla tezgâhın üstündeki dolapları açtı. İki paket makarna ve üç hazır çorba; buldukları bundan ibaretti; kapının yanındaki buzdolabıysa boştu. Evde pek yemek pişirilmiyor olmalıydı. Tezgâhın karşısındaki duvarda çerçevelenmiş meyve resimleri asılıydı; ortadaki muzun eğik durduğunu fark etti.
Ayağı çarpınca, bakışlarını yere çevirdi. Su kâsesi! Eğer köpek buradan su içiyorsa, kapı neden kapalıydı? M. musluktan su içtikten sonra ağır bir işe girişmek üzereymiş gibi derin bir soluk alıp, –ileriye ya da geriye– bir türlü zamana yayamadığı düşüncelerini zorlayarak olanları hatırlamaya çalıştı. Kimdi, burada ne arıyordu, neden geçmişi hatırlamıyordu, yolculuğa mı çıkıyordu? Ancak çabalarının bir yararı olmadı. Belleğini belleksizlikten ayıran o saydam eleğin gözeneklerinden aşağıya –kendisiyle ya da evle ilgili– hiçbir anı düşmedi. Geçmişe ulaşamamak, zamanın hallerine hükmedememek: Anısızlık bu olsa gerekti. Yine de tanıdık bir şeylere rastlama umuduyla evi baştan sona gezdi.
Pek de büyük sayılmayacak dairede, az önce uyandığı salon, bir yatak odası ve iki yanı zevksiz duvar kâğıtlarıyla kaplı koridorun sonunda eve sonradan eklenmiş duygusunu uyandıran– bir başka oda daha vardı. M.’yi şaşırtan, karanlık koridoru birdenbire sona erdiren bu odanın kilitli olmasından çok, kapının üstüne asılmış gökyüzü haritası oldu. Siyaha çalan mavi bir zeminin üstünde parıldayan ve kırmızı bir metalle çerçevelenmiş milyarlarca ışık! Büyülenmiş gibi bir süre yıldızları seyretti. Sonra kendisini de şaşırtan bir hareketle –neden böyle yaptığı konusunda bir fikri yoktu– kulağını kapıya dayayarak içerisini dinlemeye koyuldu.
Çok beklemedi, duymayı umduğu sesler odadan değil de arkasından yükselince kaygıyla geri döndü. Köpek! Yine yanılmıştı. Loş koridorda yalnızdı. Dışarıdan, galiba yan bahçeden, neşeli çocuk çığlıkları geliyordu. Modası geçmiş bir banyo ve tuvaletle tamamlanan daire, her açıdan eski ve bakımsızdı. Çoğu yıpranmış olan eşyaların üstünde biriken ve kaynağı belirsiz ışıkla gümüş kırıntıları gibi parıldayan tozlara bakılırsa, evde uzun süredir temizlik yapılmamış ya da içinde kimse yaşamamıştı. M. elini yüzüne götürdü. Sakalları uzamamıştı. Birden adından sonra en çok ona ait şeyi yüzünü merak etti.
Ama merakı sonuçsuz kaldı: Odalarda da, banyoda da ayna yoktu. M. sızı yer değiştirmese belki bir süre daha banyoda ayakta bekler, durumun garipliğini düşünürdü; ancak göğsündeki titreşim boğazına yükselince, biri çağırmış gibi hızlı adımlarla uyandığı –pek de salona benzemeyen– odaya geri döndü ve etrafı taramaya koyuldu. Sızı, bakışları koltuğa yöneldiğinde dinince, ilerleyip hâlâ bavulun üstünde duran sarı zarfı aldı. Renginden dolayı resmî bir kurumdan geldiğini düşündüğü zarfın üstündeki işlek elyazısı solmuş, silikleşmişti; bir türlü okuyamadı. Birkaç denemeden sonra yazıyı çözmekten vazgeçerek zarfı açtı. Zarfın içinde, sandığı gibi tebligat değil, ayın 14’ünde, saat 21’de kalkacak ekspres tren için alınmış bir bilet vardı. M. bir süre kuşkulu gözlerle bavulu süzdü. Uykuya dalmadan önce bir yere mi gitmeyi planlamıştı? Sonra, ikinci soruyla irkildi. Peki, bugün ayın kaçı? Aynı anda göğsündeki sızı sıçrayarak bir kez daha yer değiştirdi. Bu yeni bir uyarıydı.
Bellek
M. göğsündeki o esrarengiz çalar saatin yönlendirmesiyle evden çıkıp, iki tarafı kestane ağaçlarıyla kaplı sokakta yürümeye başladıktan epeyce sonra bavulu yanına almadığını fark etti. Bir an geri dönmeyi düşündüyse de bundan çabucak vazgeçti. Böyle davranmasının anlaşılır bir nedeni vardı: Kılavuzluğunu yapan sızı onu uyarmamıştı. Bu yüzden, adımlarını yavaşlatmadan yürümeye devam etti. Üzeri ince sayılırdı ama üşümüyordu.
Hangi mevsimdeydiler? Bilmiyordu. Hava ılıktı ancak çevrede baharın kendini ele veren belirtileri görünmüyordu. Sonbahardayız da diyemezdi: İri gövdeli atkestaneleri nemsiz yapraklarını dökmemişti. Bir ara düşünmesi, hatırlaması için gerekliymiş gibi durup, bir dakika kadar kımıldamadan bekledi. Trene binecekse önce garı bulması gerekiyordu. Ancak bunun için hangi yönü seçmesi gerektiği konusunda hiçbir fikri yoktu. Biraz düşündükten sonra gürültüye doğru ilerlemenin akıllıca olacağına karar vererek, yönünü değiştirmeden, tatlı bir eğimle alçalan sokakta tekrar yürümeye koyuldu.
Yol boyunca karşılaştığı tabelalar, küçük park, iki dallı, büyük, anıtsal çınar ağacı; hiçbiri tanıdık değildi. Beş dakika boyunca hemen hemen her köşesini merakla incelediği bu sokaktan daha önce geçtiğini hatırlatacak bir iz bulamadı. Caddeye varmadan az önce bir ipucu elde etmek amacıyla ışığı yanan dükkânlardan birisine girmiş ama içeride kimseyi görmeyince –yazarkasanın da açık olduğunu fark eder etmez– boş, sahipsiz bir dükkânda daha fazla beklemenin yanlış anlaşılacağı korkusuyla, alelacele dışarıya çıkmıştı. Yolun sonuna geldiğinde pes etmişti: Belleğini zorlamak yararsızdı; bu yüzden oyalanmadan, canlı bir trafiğin yaydığı gürültünün peşine düşerek caddeye ulaştı.
Cadde, sokağın aksine, oldukça geniş ve ışıklıydı. Sorduğu ilk adam yüzündeki alaycı ifadeyi saklamaya gerek görmeden eliyle caddenin öteki tarafındaki büyük binayı işaret etti. Çevresindekilerden çok farklı bir mimari tarzı olan gar, tam karşısındaydı. M. fosforlu bir boyayla işaretlenmiş yaya yolundan karşıya geçti. Yeşil ışığın yanmasını bekleyen arabaların plakalarındaki işaret ve harfleri daha önce hiç görmemişti. Önceki yüzyıldan kalmışa benzeyen, cephesi küçük heykelciklerle süslü, gösterişli taş yapının önüne vardığında belleğini canlandıracak bir iz keşfetmek umuduyla etrafı dikkatle süzdü.
Ama bu umut bir kez daha boş çıktı. Çevredeki her şey yeniydi. Yürüyüş boyunca arkasında evdeki koridorda olduğu gibi ayak sesleri duyduğunu düşünmüş, bunun dışında dikkatini çeken hiçbir şey olmamıştı. Tekrar yürümeye başlamadan önce ani bir hareketle geri döndü. Yanılmıştı: izlenmiyordu; geniş meydan, böyle bir olasılığı ortadan kaldıracak kadar tenhaydı. M. bunun üzerine üstündeki tonoza omuz vermiş bir kale girişini andıran yüksek kanatlı, ahşap kapıdan gara girdi. O sırada ayak seslerini tekrar duydu. Eğer peşinde biri varsa, bu gölgesi olmalıydı: M. yürüyünce yürüyor, durunca o da duruyordu.
Bir hayalet edinmiş olmalıydı. M. ilerlemeden önce merakla etrafı süzdü: Yüksek tavanlı binanın içi de dışarısı gibi tenhaydı. Biletini kontrol etmekte olan yaşlı bir adam; elinden tuttuğu ağlayan çocuğunu çekiştirerek sürükleyen genç bir anne; gazete büfesinde dergi seçen iki kadın ve gişelerin önündeki kuyrukta bekleyen birkaç kişi… M. etrafı gözden geçirdikten sonra peronlara açılan büyük, camlı kapıya doğru ilerledi. İlk üç peron boştu; dördüncüsünde, loş ışıkların altında tekerleklerinin yanından buhar fışkırtan bir tren, burnundan ateş saçan eski çağlara ait bir canavar gibi hareketsiz bekliyordu. Aradığı ekspres o olmalıydı. M. alt geçide inerek iki yanı gazete ve boş içecek kutularıyla kaplı tünelden dördüncü perona doğru yürüdü. Ayak sesleri yarı karanlık boşlukta yankılanıyor, arkasından gelen ışıkla uzayan gölgesi önünde bir mızrak gibi onunla birlikte ilerliyordu. Tren nereye gidiyor? Hiçbir fikri yoktu.
Peki, neden sorup öğrenmeden bir biletin peşine takılmıştı? Çünkü elimde bundan başka bir şey yok… Böyle düşünerek kendini rahatlatmaya çalıştı? Gardakilere hangi şehirde olduklarını sorabilirdim… Elini kuşkuyla göğsüne götürdü. Garip bir sızının tutsağı olmuştu. Belki uyandığı o eve geri dönmeli ve birilerinin gelip onu bulmasını beklemeliydi. Böyle düşünmesine rağmen yürümeye devam etti. Kırk metre kadar sonra perona çıkan basamakların başındaydı. Bu kez beklemeden merdivenlere yöneldi. Yukarı çıktığında zayıf, sert yüzlü bir kondüktörü, merdivenlerin peronla birleştiği düzlükte kımıldamadan dikilirken buldu. M. biletini onu kuşkuyla süzen lacivert üniformalı adama uzattı. Garipti, adam üstünde çelimsiz yapısıyla orantısız bir tedirginlik uyandırıyordu. “Dördüncü araba!”
M. bakışlarını hücum emri veren bir general edasıyla ilerideki vagonları işaret etmekte olan kondüktörünkilerden kaçırarak yürümeye koyuldu. Adamın itiraz etmediğine bakılırsa, bugün ayın on dördü olmalıydı. Omuzlarını dikleştirdi. Aptalca olsa da bu denli küçük, önemsiz keşif, umutsuz kazazedenin denizin ortasında bir adaya rastlaması gibi bir rahatlama yaratmıştı içinde. Yolu yarıladığında gözü peronun üstünü örten çelik sundurmadan aşağıya sarkan beyaz kadranlı, büyük saate takıldı. Sekiz elli beş; tren vaktinde kalkarsa çok zamanı kalmamıştı.
Birden adama şehrin adını sormayı unuttuğunu fark etti. Aklı hep sonradan başına geliyordu. Bir an geri dönmeyi düşündü, ancak kondüktörün asık suratını hatırlayınca adımlarını tekrar hızlandırdı. Bunu trendeki yolculardan birine de sorabilirdi. Katarın ortalarında yer alan dördüncü araba gri, kalın bir sisin içinde yolcularını bekliyordu. Sisle dış çizgilerini yitirmiş trenin görünüşü, çevreye hâkim olan atmosfer kadar kasvetliydi. Ancak bu izlenim, trene yaklaştıkça düşüncelerini ele geçiren şaşkınlığın ardında kalarak seyreldi.
Kalkışa birkaç dakika kalmasına rağmen ışıkları açık kompartımanların hepsi boştu. Hayalet tren! M. 1940’lı yıllarda çevrilmiş Amerikan filmlerinden aşırılmışa benzeyen, üstü kırmızı halıyla kaplı alçak tahta merdiveni kullanarak trene bindi. Sonunda gelmişti. Bir süre göğsündeki sızıyı bekledi. Koridor sessizdi ancak dışarıdaki ılık havanın aksine, dikkat çekecek kadar serindi. M. ürperen tüylerini sıvazladı, sonra elindeki bilete baktı: Üç taksim dört. Baştan sayarak, üçüncü kompartımana girdi ve camın kenarına oturdu. Derin bir soluk aldığında fark etti: Göğsündeki o hareketli sızıdan haber yoktu. Arkasına yaslanarak dışarıyı seyretmeye koyuldu. Vagonların altından yayılan buhar nasılsa çevreye dağılmadan, peronun ortasına bir tül perde gibi asılmıştı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Türkiye Edebiyatı
- Kitap AdıBelleğin Kış Uykusu
- Sayfa Sayısı282
- YazarMehmet Eroğlu
- ISBN9789750517273
- Boyutlar, Kapak13x19,5 cm, Karton Kapak
- Yayıneviİletişim Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Âşıklar Bayramı ~ Kemal Varol
Âşıklar Bayramı
Kemal Varol
“Babam, tamı tamamına yirmi beş yıl sonra, bir elinde yıllanmış üç telli bağlaması, diğer elinde ahşap bavulu, kapımın önünde diz çökmüş, gece vakti aniden...
- Bakışın Ritmi ~ Ahmet Tulgar
Bakışın Ritmi
Ahmet Tulgar
“Benim portre yazarlığıma her defasında bir açılıp kapanma, daralıp genişleme hareketinin ritmi eşlik eder. Bu ritmi arar, mütemadiyen hissetmeye çalışırım yazarken. Portresini çıkaracağım insana...
- Venüs ~ Şebnem İşigüzel
Venüs
Şebnem İşigüzel
“İçimizde toprağın altında saklanan tohumlar gibi hisler, marifetler mevcuttur. Atalarımızdan bize sirayet eden huylar, hastalıklar, renkler ve türlü türlü şeyler gibi. Bazı şeyler kanla...