Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Sakin Adamın On Günü
Sakin Adamın On Günü

Sakin Adamın On Günü

Mehmet Eroğlu

“Gelecekten daha büyük, daha tehlikeli serüven var mı? Çaresizim: Şimdilik hayata itaat edeceğim. Sonrası? Kim bilir belki kendimi ikna edecek şöyle varlıksal, yazara yakışan…

“Gelecekten daha büyük, daha tehlikeli serüven var mı? Çaresizim: Şimdilik hayata itaat edeceğim. Sonrası? Kim bilir belki kendimi ikna edecek şöyle varlıksal, yazara yakışan bir neden bulurum. O sırada aklıma geliyor. Eğer insan kendi ahlâkını yaratabiliyorsa, neden nedenini de yaratamasın?” Onu tanıyorsunuz; adı Sadık Demir. Yağışlı bir kış sabahında yüreğinde onu donduran bir acı var. Ağlayamıyor.

İçi sanki buzla kaplı… Sadık, onu ele geçirip suçluluk duygusu yükleyen bir sükûnetin içinde, intikamının peşine düşecek. Mehmet Eroğlu’nun kült karakteri özel dedektif Sadık, “sakin adam” rolüyle atıldığı bu on günlük serüvende birbirinden değişik karakterlerle karşılaşıyor: Bir kumarbaz, bir ressam, ünlü ve başarılı bir iş insanı, savaş sanatları uzmanı bir kadın… Bu karakterleri birbirine bağlayan üç yıl önceki bir ölüm.

İlk bakışta nedeni basit görünen cinayetler, aslında üç yıl önceki bu ölümün tetiklediği olaylarda gizlidir… Sakin Adamın On Günü, şanssız rastlantıların, yanlış zamanda yanlış yerde olmanın trajik sonuçlar doğurabileceğinin de hikâyesi… Mehmet Eroğlu ilmiği yavaş yavaş sıkıyor ve biz okurların elinden sayfa çevirmekten başka bir şey gelmiyor. İntikam bir çeşit nefsi müdafaa mıdır? İşte soru bu.

Birinci Gün
(Şaşkınlık ve Sükûnet)

Şaşkın ama sakinim. Belki sağ elimde hissettiğim yumuşak serinlik, belki de yarım saat önce kulaklarıma inen sağırlık sakinleştiriyor beni. Kirpiklerim kapalı. Gözlerimin önünde bir loşluk var ve ben vakitsiz şafağı andıran o loşluğun içinde tek başımayım; kimsesiz ve bağlantısız. Loşlukta şaşkınlığım artıyor. Bu gölgeli duygunun bir adı var mı? Şu sükûnetten kurtulsam, yapmam gerekeni yapıp, onu düşünsem… Onunla birlikteyken mutlu muydum? Bu ilk düşünce… Cevap: Bilmiyorum; bildiğim, onunla mutsuz değildim. Aslında önemli olan da bu değil mi? Sanıldığının aksine, insan çok sevdiği ile çoğu zaman mutsuz olur… Hem, mutluluk, tene mi, ruha mı hitap eder? Bu belki duruma uygun bir soru değil ama şimdi, o sağır loşluğun içindeyken zihnimde onunla ilgili uçuşan düşünceler bunlar… Yakışıksız olsa da cevabı kolay bir soru bu. Onunla birlikteyken hiç ikilem yaşamadım. Sevgisi cömertti. Hem teni hem ruhu doyurucuydu. Sol eli, sağ elimi hafifçe sıkıyor. Şefkat vaat eden, yatıştırıcı, bir basınç… Mutluluk düşüncelerini bir yana bırakıyorum. Hissediyorum: Bu dost basıncın ardından, sakin olmam ne kadar garipse, en az onun kadar garip bir soru gelecek: “İyi misin?”

Sorunun, iyi olup olmadığımı merak eden bir soru olmadığını bilerek, susuyorum. Her gün, onlarca kez kullanılan bu iki sözcük sadece canlı olup olmadığımı anlamak için bir yoklama; sığ sularda iskandil göndermek ya da askerdeki, kuşkulu noktalara keşif atışı yapmak gibi. Bu yüzden cevap vermiyorum, başımı da sallamıyorum, serin, yumuşak eli hafifçe sıkmakla yetiniyorum. Belki artık gözlerimi açmam gerek. Ama açarsam iki şeyi kaybedeceğim: Sükûnetimi ve adını koyamadığım o duyguyu barındıran loşluğu… “Zeynel arkada.” Biz arka koltukta olduğumuza göre, Zeynel başka arabada olmalı. Hafifçe gülüyorum; ona fark ettirmeden. Zeynel’i ilk kez tek başına, Hüso’suz düşünüyorum. Bu düşünce de şaşırtıcı. Hüso ve Zeynel aynı sıradaki iki diş gibi, hep yan yanaydılar. “Çok üzgün…” Daha fazla geciktiremem, gözlerimi artık açmam gerek. Sükûneti yitirme korkusuyla loşluğun içinde aylaklık etmem yakışık almaz. Üzerimize çöken uğursuz üzüntüye, yas korosuna katılmam gerek. Loşluğa elveda! Kirpiklerimi aralıyorum.

Sağ tarafa, Gülşah’a dönüyorum ve döner dönmez pişman oluyorum: Çok güzel… Yüreğimizde bu kadar üzüntü varken güzelliğini fark etmem, ölçüp biçmem, değerlendirmem utanç verici. Ama elimde değil: Güzellik anlayışını sadece sanatta değil de hayatın içinde, kadınlarda algılamak suç sayılır mı? Gözlerimi kaçırıp, görmediğim Zeynel’in üzüntüsünü başımla onaylayarak, daha fazla utanmamak için öne, arabayı kullanan şoförle yanında oturan, başı çıplak adama bakıyorum. Gülşah’ın hukuk başmüşaviri dediği adam olmalı.

Garip! Bu havada bile terlemeyi başarmış; ensesindeki ter damlalarını seçebiliyorum. Bu gidişle birazdan pardösüsünün yakası sırılsıklam olacak. “Nasılsın?” Bu kez insaflı, iskandil sorusunu tekrarlamadı: “İyi misin?” diye sormadı. Sorsaydı utancım artacaktı. Utancın o kadarına, sığınabileceğin bir loşluk olmadan dayanmak zor olurdu. Sağ eli tekrar sıkıyorum. Bu kadarıyla yetinmeli.

“Susmamı istiyorsan susarım…” Evet, susmasını isterim ama bizim için bu kadar şey yapmışken bunu utanmadan nasıl söylerim? “Nasıl haberin oldu?” Gülşah bana dönüyor. Eli hâlâ elimi sıkı sıkı, sanki bırakırsa kaçacakmışım gibi hiç gevşetmeden tutuyor. Nereye kaçabilirim? Arabadayız. Sonra fark ediyorum. Beni kirpiklerimin ardındaki o loşluktan uzak tutmaya çalışıyor. “Arabanın ruhsatından; hastaneye kayıtlıymış…

Sana tahsis edildiğini fark edince personelden haber verdiler.” Evet, böyle bir günde bu kadar güzel görünmesi insafsızlık. Pınar haklıymış, Buket’in yokluğu onu ışıldatıyor. “Durumu öğrenir öğrenmez seni aradım.” Sanki zor bir şeyi anlıyormuş gibi, “Anladım,” diyorum. “Deniz Göksay’la birlikteydim.” Gülşah, hafifçe tebessüm ediyor. “Şu ünlü editörün.” Kinayeli imasına aldırmıyorum. “Ne zaman basılıyor?” Konuyu değiştirecek. Bilmiyorum. “Bilmiyorum,” diyorum. “Piyasada kâğıt sıkıntısı varmış… Döviz fiyatları arttı diye.” Gülşah başını sallayıp, altı aydır, her ay, “Gelecek ay baskıya giriyor,” diyerek beni atlatan Deniz Göksay’ı onaylıyor: “Biz de ithal malzemeler konusunda sıkıntıdayız…

Bazı hayati ilaçlar ithal edilemiyor… Ameliyat malzemelerinde…” Gülşah devam etmeden susuyor. Ben de ona katılıyorum. Üzülmemiz gerekirken, konuşmanın ülkenin ekonomik sorunlarına kaymasının saçmalığını kavrayıp susuyoruz. Yanakları bile kızardı. Ben zaten utanıyordum, benimki sadece biraz arttı. Ama utanç, onun için yeni. Öndeki terli avukat hafifçe geriye dönüyor. Yüzü lekeli ve şişman bir adama yakışmayacak kadar küçük. Sanki zayıf birinden çalmış.

“Gelmek üzereyiz efendim.”
“Teşekkürler Emin Bey.”
Gülşah, artık bir haberleşme aracına dönüşen elimi sıkıp, bana doğru eğiliyor.
“Zor ama yapmamız gerekiyormuş…” Dudaklarını neredeyse kulağıma değdirecek kadar yaklaştırıp yapmamız gerekeni fısıldıyor: “İndikten sonra el ele yürüyeceğiz. Biz unutsak da herkesin gözünde karı kocayız.”

El ele! Ben yadırgayacağım, Zeynel de şaşırır herhalde. Belki de şaşırmaz, sahte evliliğimizi, boşanma arifesinde bile sergilememiz gerektiğini anlar. Araba birkaç dakika sonra duruyor. Gülşah, kapıyı açmak için koşan şoförü beklemeden arabadan iniyor, sonra bana bakıyor. Bu hadi demek. Sıra bende. İniyorum, iner inmez de etrafta kimse olmasa da anneminkiymiş gibi Gülşah’ın eline uzanıyorum. İki adım sonra Zeynel’i görüyoruz. Demek arkamızda değilmiş. Göz göze geliyoruz. Hayır, el ele tutuşmamıza şaşırmadı. Üzüntüsü daha baskın. Bense hâlâ utanıyorum; herhalde üzüntümü on saniye sonra gireceğimiz kapının ötesine saklıyorum.

Üçümüz de öfkeli yağmurun altında bir süre bekliyoruz. Yapayalnızız, sadece damlalar ve sessiz yasımız… Şemsiyesini açmış Emin Bey yanımıza geliyor. Kaçışan tahtakurularını andıran, en az yirmi ter damlası yüzünde koşuşturuyor. Leke sandığım termiş. Bazıları şimdiden küçük dereler oluşturmuş. Sanki ağustostayız. Bu adamın herhalde tepesinde, kendine ait, gizli bir güneşi var.

“Bu taraftan.”

Bu, bir morga ikinci girişim. Açılışı Eskişehir’de yapmıştım. Üç, hayır dört yıl önce… Her neyse, istatistiği bırakıp, Zeynel yanımıza gelinceye kadar beklemek için Gülşah’ı durduruyorum. Bu morg mu yoksa Eskişehir’deki mi daha modern? Eskişehir’deki. Çünkü yeni açılan bir üniversitenin içinde…

Ama girişten sonra ikisi de benzerleşiyor: Hâkim renk beyaz. Biz öndeki ölü teşrifatçısını, terli avukat da bizi izliyor. Garip olan onu da izleyen bir başkasının varlığı. Avukat geriye baktığımı fark edince… Hayır böyle adlandırmak ayıp, ona Emin Bey demeliyim. “Teşhisten sonra emniyet müdürlüğüne gitmemiz gerekecek,” diye açıklıyor.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Kendi Hayatında Ölme Vakti ~ Mehmet EroğluKendi Hayatında Ölme Vakti

    Kendi Hayatında Ölme Vakti

    Mehmet Eroğlu

    “Düşünce, aydınlatıcı kahkahamla sona erdi: İnsan kolaycı bir varlıktı, kendisinin mimarı olmayı öğrenmeye çalışmak yerine, sorunlarına başkasının hayatında cevap arıyordu. İnsanın kendi hayatında yaşaması...

  2. Ruhun Parmak İzi Varlıklar 1 ~ Mehmet EroğluRuhun Parmak İzi Varlıklar 1

    Ruhun Parmak İzi Varlıklar 1

    Mehmet Eroğlu

    Bilimci BAel, yirmi bin yıllık Varlık Uygarlığı’nın sonunu getirecek gizemli hastalığın sırrını çözmek için İŞtar-HEpat sisteminin, uygarlıklarının doğduğu ancak daha sonra terk edilen uzak...

  3. Fay Kırığı – 3 Rojin ~ Mehmet EroğluFay Kırığı – 3 Rojin

    Fay Kırığı – 3 Rojin

    Mehmet Eroğlu

    Mehmet eğer buradan kurtulabilirse bu savaşı unutabilecek miydi? Ruhunu zalim bir efendinin buyruğuna vermek, kölesi olmak: Savaşmak buydu. Ama savaşı unutmak! Bundan emin değildi....

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Ellerinle Bana Baharlar Getir ~ Hilal YiğitEllerinle Bana Baharlar Getir

    Ellerinle Bana Baharlar Getir

    Hilal Yiğit

    Büyük zaferler cesur mücadelelerin ardında gizlidir. Zorluklarla dolu bir dünyada hayata gözlerini açan Yılmaz Yiğit, askerlik mesleğine gönül verdi. Vatanını savunurken iki kolunu, bir...

  2. Dönüş ~ Ayşe KulinDönüş

    Dönüş

    Ayşe Kulin

    “Kayboldum! Zeytin ağaçlarının arasında kıvrılarak akarken karşıma aniden üçe ayrılan bir çatal çıktı. Toprak yollar doğuya, batıya ve güneye doğru uzanıyordu. Civarda ne bir...

  3. Kitab- ül Hiyel ~ İhsan Oktay AnarKitab- ül Hiyel

    Kitab- ül Hiyel

    İhsan Oktay Anar

    Kuledibi'ndeki Tanburlu kıraathanenin, çoğunlukla ariflerden. güngörmüşlerden, sohbet ve kelâm ehillerinden olan ahalisi, asırların tüketemediği bu yorgun dünyanın binbir halini yadedip onda baki kalan hoş ve nahoş sedalardan dem vururken, laf dönüp dolaşıp çoğu kez bir zamanların Yafes Çelebi'sine gelirdi.

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur