Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Osmanlı’da Devletlerarası İlişkiler – 2
Osmanlı’da Devletlerarası İlişkiler – 2

Osmanlı’da Devletlerarası İlişkiler – 2

Kemal Beydilli

“Osmanlı’nın son yüzyılındaki yenileşme ve Batılaşma, zaruretin meziyet haline gelişinden başka bir şey değildir.” Prof. Dr. Kemal Beydilli Osmanlı Tarihi alanında yaptığı orijinal çalışmalarla…

“Osmanlı’nın son yüzyılındaki yenileşme ve Batılaşma,

zaruretin meziyet haline gelişinden başka bir şey değildir.”

Prof. Dr. Kemal Beydilli

Osmanlı Tarihi alanında yaptığı orijinal çalışmalarla hem yurt içinde hem de yurt dışında maruf, İslam Ansiklopedisi’nin birçok maddesini yazan Prof. Dr. Kemal Beydilli’nin kendi seçtiği makalelerinden oluşan Osmanlı’da Devletlerarası İlişkiler-2 kitabı, Osmanlı’nın son yüzyılında kendi kimliğini de değiştirmek zorunda kalan, İmparatorluk döneminin en önemli yeri olan tahtın ve bahtın merkezi İstanbulʼu ele alan bir çalışmayla başlar. Uzun yüzyıllar bir iç denizi gibi algılanan ve böyle olduğu yabancı devletlere de kabul ettirilen Karadenizʼin Rusya karşısında edindiği yeni hukuk, Osmanlı’nın akıbetini belirleyen bir gelişme oldu. Karadenizʼin kapalılığı ve bir Osmanlı iç denizi olarak algılanması bu uzun maceranın hacimli bir çalışmasıdır.

Büyük coğrafyası içinde Müslüman nüfus ile yarışan, hatta bölgelere göre onun fevkinde bir sayısallığı temsil eden Hristiyan nüfusun devlet içindeki konumu, şerʽȋ hukukun ve zimmȋ mevzuatın kısıtlamaları dâhilinde gördükleri muamele ve özellikle kiliseler siyaseti ile gözler önüne serilir. II. Mahmud devrindeki kilise siyaseti bu kitabın detaylı çalışmaları içinde ayrı bir yer işgal eder.

19. asrın başlarında yenilenme ve yeniden yapılanma çabaları bir dizi darbe ve karşı darbeyle sonuçlanır. III. Selimʼin tahttan indirilmesi, IV. Mustafaʼnın tahta oturması ve bunun üzerinden bir buçuk sene geçmeden bir başka darbeyle tahttan indirilmesi, Selimʼin öldürülmesi, II. Mahmudʼun hayatını zor kurtarmış olarak tahta oturması, nihayet mukabil bir yeniçeri ayaklanması neticesinde karşı darbeci Alemdar Mustafa Paşaʼnın da ortadan kaldırılması ve ertesi gün Mustafaʼnın katli, daha sonraki dönemlerde de örneklerini verecektir.

Birkaçının konusundan bahsettiğimiz birbirinden önemli sekiz makaleden oluşan ve serinin ikinci kitabı olan bu çalışma, Osmanlı’nın son dönemini anlamak için bir rehber niteliğinde…

İMPARATORLUĞUN SON YÜZYILINDA İSTANBUL

I. ASRÎLEŞEN İSTANBUL

“Doğa ve san‘at elbirliği ettiler ve kusursuz bir eser olmak üzere İstanbul’u yarattılar.”1 Tespiti, İstanbul ile ilgili tarih boyunca söylenen bu gibi binlerce övgüden muhakkak ki sadece biridir; ilginçliği belki de bunun XIX. yüzyılın başında çıkan “Konstantinopel ve St. Petersburg” ünvanlı bir dergide, bu iki payitahtın mukayesesinde dile getirilmiş olmasıdır. “Moskova-Üçüncü Roma” söylemi artık yerini Havarilerden Aziz Petrus/Peter adına kurulan ancak telmihen Büyük Petro’ya (ö. 1725) atıfta bulunan St. Petersburg’a bırakmıştır. Doğanın hünerindeki mükemmellik İstanbul için inkârı gayri kabil bir husus olmakla beraber aynı şeyi diğeri için söylemek zordur. Ancak “Avrupalılaşma” sahasında Büyük Petro’nun kurduğu şehrinin, Büyük Konstantin’inkine (ö. 337) üstün gelmiş olduğu da açık bir gerçektir ve yükselen Avrupa karşısında İstanbul’un değişime boyun eğmek ve asrîleşmek dışında pek başka bir seçeneği kalmamıştır. Hayatın maddî şartlarında görülen değişiklikler, şehrin insanlarının yaşam şekillerini, âdetlerini, gelenek ve göreneklerini, kılık ve kıyafetlerini, eşyalarıyla beraber evlerini, sofralarını ve mutfaklarını ve nihayet dünyaya bakışlarını etkilerken, şehrin fiziki çehresinde de önemli değişiklikler husule getirmiştir.

Değişim XVIII. yüzyılın sonları itibariyle gözle görülür bir hale geldi. Bu daha ziyade müteakip asrın başlarından itibaren daha da güçlenecek askerî vurgusu baskın olan fizikî değişmelerdi. Şehrin giderek büyük bir kışlaya dönüşmesi, müstesna coğrafî konumunu hayatî bir zafiyet haline sokmaya başlayan, Kuzey’deki o büyük gücün yükselişinin bir sonucuydu. Savaşlar, dolayısıyla bunların kötü neticeleri yalnızca Petro Rusyası için değil Osmanlılar için de reformların motoru oldu. Ocak 1792’de Rusya ile yapılan Yaş Antlaşması’ndan2 hemen sonra -ve haliyle öncelikli olarak askerî sahada- III. Selim tarafından başlatılan yenilenme ve yeniden yapılanma (Nizâm-ı Cedîd) İstanbul’u ister istemez bir karargâh havasına soktu. Şehrin orta yerinde eskiden beri mevcut olan yeniçeri kışlalarına ilaveten Hasköy’de, Taksim’de, Üsküdar’da, Levent’te olmak üzere şehrin -o dönemler sapa ve ücra olarak nitelenen- yakın çevresinde yükselen cesim kışlalar, tahıl ambarları, ıslah edilen tophanesi, mevcutlara (Bakırköy) ilaveten yenisi yapılan baruthanesi (Küçükçekmece, Azadlu köyü), Haliç’te yenilenen ve çağdaş gereçlerle donatılan tersanesi ve gemilerin bakımı için inşa edilen büyük kuru havuzu bunun göstergesi oldu.

Sivil mimaride hendesî bahçeleriyle Avrupa tarzında saray inşaatı, Padişah’ın kız kardeşlerinden Hatice, Beyhan ve Şah Sultanlar ve Kaptan-ı Derya Küçük Hüseyin Paşa (Paşa’nın Kasımpaşa’da, Tersane’de Kaptanpaşa Divânhânesi üzerindeki tepede yer alan eşi Esma Sultan ile oturduğu büyük sarayı) başta olmak üzere mevcutların yanında Haliç sahillerinde (Eyüp’te Beyhan Sultan, Defterdar İskelesi’nde Şah Sultan Sahilsarayları) veya Boğaz kıyılarında (Defterdarburnu’nda Hatice Sultan Sahilsarayı) yükselmeye başladı. Bunları, dönemi ölümsüzleştiren Pertusier’in veya Melling’in gravürlerinde temaşa etmek mümkündür. Haliç’teki Aynalıkavak gibi Kâğıthane’deki padişah sarayları dışında görkemli bir yapı olduğu yine dönemin gravürlerinde izlenen Beşiktaş ve Çırağan sahilsarayları tıpkı Boğaz’ın karşı kıyısında yer alan Beylerbeyi Sarayı gibi ahşap idi. Beşiktaş Sahilsarayı’nın geniş kabul salonuna az ve sade eşyalar serpiştirilmişti ve bunlar da 21 Ocak 1837’de burada Padişah’ın huzuruna çıkan Prusyalı genç Yüzbaşı Helmuth von Moltke’ye (ö. 1891) göre, Almanya’da hali vakti yerinde herhangi birinin sahip olabileceği şeylerdendi.3 Kezâ, Moltke’nin silah arkadaşı olan Yüzbaşı von Mülhbach da huzura kabul edilmek üzere Beylerbeyi Sarayı’na alındığında, burasının şaşırtıcı bir sadelik içinde olduğunu vurgulamaktan kendini alamaz.4 XVIII. asırdan beri Avrupa ile gelişen yakın temaslar, efrenç payitahtlarının muhteşem sarayları ve bahçeleri, buralarda (Paris, Viyana, Stockholm, St. Petersburg) huzura kabul edilen Osmanlı sefirlerinin dönüşlerinde bunları sözel ve görsel olarak gözler önüne sermeleri, Avrupa tarzında görkemli saray ihtiyacını bir itibar meselesi halinde gündeme getirdi. İstanbul’u süsleyen Dolmabahçe Sarayı’nın (itmamı 1856) ve yeniden inşa edilen Çırağan (itmamı 1871), karşı kıyıdaki Beylerbeyi (itmamı 1865) gibi diğerlerinin bunun bir sonucu olduğuna şüphe yoktur.

Mamafih Avrupa tarzında saray mimarisi ve bahçe tanzimi, hiç olmazsa Pera’da ve Boğaz’da özellikle Tarabya’da, Büyükdere’de yer alan sefaret binalarında veya Eflak prensi (1774-1782 arası) Aleksandru İpsilanti’nin Tarabya’daki yalısının emsalsiz güzellikteki bahçesinde5 gözlenebilmekteydi. Ancak İstanbul’un en büyük sorunu olan yolları, daha doğrusu olmayan yolları buralara ulaşmayı da zora koşabilmekteydi.6 Pera’daki Fransız Sarayı’ndan aşağıya Tophane sahiline inmek bu sebepten ötürü sıkıntılı ve hatta tehlikeliydi! Yol çok dik olduğundan atla inmek mümkün değildi, belki -o da bulunursa- eşekle inmek göze alınabilirdi; ama kayıp düşmemeye dikkat etmek şartıyla en iyisi yaya olarak inmekti.7 Bir defasında elçilik tercümanından biri atın kulakları üzerinden fırlayarak yere kapanmıştı.8 Avusturya sefaretinden Tophane’ye inen yokuştan arabayla yukarı tırmanmak da oldukça sıkıntılıydı, bazen araba yokuşu alt etmekten zorlanır, atları da sürükleyerek geriye doğru kayardı.9 Aynı şekilde Dolmabahçe Sarayı’nın tamamlanmasından sonraki ilk zamanlarda, -hatta aşağıda değinileceği üzere Abdülaziz döneminde de- deniz dışında pek mevcut olmayan veya yetersiz kalan karasal bağlantı sebebiyle sıkıntı çekilmekteydi. II. Mahmud devrinde burada yer alan ahşap sahilsarayda huzura çıkmak üzere gelen elçilerin -1833’te İngiliz Elçisi Lord Ponsonby örneğinde olduğu gibi-10 deniz yolunu kullanarak sarayın rıhtımından içeri alınmaları böyle bir sıkıntının göstergesiydi. Abdülmecid’in “rüyası” herhalde Avrupa tarzındaki yeni sarayına ulaşan yolların bir an önce açılmasıydı! Mevcut yolların ise utanç verici perişanlığıyla kışın çamur, yazın toz-toprak içinde olduğu bilinmektedir. Öyle ki Cuma selamlığı esnasında gidilecek cami güzergâhındaki yollara kum dökülmesi veya sakalar vasıtasıyla sulanması bu iki sakıncayı gidermek üzere bulunan bir çözüm olmuştur. Geceleri ise şehir ürkütücü bir zifirî karanlığın içinde kaybolmaktaydı. Asrın sonlarına kadar Beyoğlu ağırlıklı muayyen semtleri dışında, Mehmed Akif’in Seyfi Baba şiirinde parlak bir şekilde resmettiği çamurlu yollarında karanlığa eşlik eden sayısız köpeklerin kol gezdiği Müslüman İstanbul’un hâli, asrın ortalarından itibaren giderek daha fazla gündelik kullanıma giren fotoğraf makinesinin tespitlerinde de gözlenebilmektedir. 21 Ağustos 1912’de belediye başkanı (şehremini) olarak vazifeye başlayan Op. Dr. Cemil Topuzlu’nun (ö. 1958) hatıratında anlattıkları doğrultusunda İstanbul, her şeyin sonunda, “bütün sokakları kaldırımsız, aşırı derecelerde bakımsız, zavallı”11 bir payitaht görüntüsü vermekteydi.

Şehrin insanlardan sonra en önemli unsurları köpekleriydi ve bunlar da insanlarla aynı akıbeti paylaşırlar! Her mahallenin sınırlarını kıskançlıkla koruyan kendi köpek takımı, bazı seyyahların deyişiyle hatta devleti vardı.12 Bunlar sürü halinde dolaşırlar, yolları kaparlar, kovalanınca saldırgan olurlar ve de sabaha kadar havlarlar.13 Bu yüzden özellikle geceleri değneksiz çıkılmak tavsiye edilmez.14 Sayıları çoğalıp tecavüzleri artar ve halkı rahatsız edici boyutlara büründüklerinde ise tıpkı işsiz güçsüz, her türlü kanunsuz olayın gönüllü katılımcısı olan bekâr odaları sâkinlerinin sıkça başına geldiği gibi defedilmek üzere toplanırlar. Ayak takımı şehir dışına sürülür ve genelde geldikleri yerlere gönderilirlerken, köpekler çeşitli yollarla ortadan kaldırılırlar, eski tabirle ifnâ edilirlerdi. 1826 yeniçeri ocağının imhası (Vak‘a-yı Hayriyye)15 akabinde on binler halinde şehirden uzaklaştırılan bu sakıncalı insan kalabalığı asayiş bâbında izlenen kolay çözümlerin kurbanı olurken köpeklerin de ilk defa toplu sevki, bu hadise sonrası meydana gelmişti. Bunlar için seçilen mekân ise genelde İstanbul karşısındaki (Yassı ve Sivri olarak adlandırılan) Hayırsız adalardı.16 Buralarda âdeta birbirlerini yemek üzere ölüme terkedilen köpeklerin dramı, imparatorluğun son dönemlerinde özellikle 1910’da bu türdeki bir büyük uygulama neticesi olarak günlerce yerli ve yabancı basını işgal eden bir hadise oldu. Yine de geriye kalanların kısa zamanda çoğaldıkları anlaşılmaktadır. Şehremini olduktan sonra peyderpey bunların da imhasına girişen Cemil Topuzlu’nun verdiği sayı otuz bindir.17 Kuduz vakalarının görülmesi üzerine köpekler yanında bu itlaftan zaman zaman kediler de payını almıştır.

Şehirdeki devlet dairelerinin yer aldığı kamu binalarının temsil kabiliyetine sahip olduklarını ileri sürmek zordur. Avrupa merkezlerinde, mesela 1792 tarihli gözlemler olarak Viyana örneklemesine etraflı bir vurgu yapan Ebubekir Râtib Efendi’nin19 veya St. Petersburg’taki gösterişli kamu bina ve işletmelerine dikkati çeken Mustafa Râsih Paşa’nın sefaretnamelerinde yer verdikleri hususlar, Mahmud Raif Efendi’nin Londra şehrini anlatırken21 öne çıkardıkları âdeta İstanbul’da da olması gerekenlere işaret etmekteydi. Nizâm-ı Cedid döneminin önemli isimlerinden Mehmet Behiç Efendi 1805 tarihli risâlesinde, 22 Avrupa ülkelerinde olduğu gibi devlet kalemlerini bir araya toplayan görkemli kamu binalarının mevcut olmadığını vurgular. Önerileri arasında gösterişli bir matbaa binası ve yabancı dillerin öğretileceği bir okulunun açılması yanında mahkemeleri aynı binada toplayan çağdaş deyişle bir “Adliye Sarayı”nın da bulunması dikkat çeker. Yeniçeri ocağının ilgasından sonra Bayezid’deki Eski Saray’ın (şimdi İstanbul Üniversitesi Merkez Binası) yeni kurulan seraskerliğe ve yeniçeri ağasının Süleymaniye Camii arkasında yer alan yerinin (Ağakapısı) meşihat makamı olarak şeyhülislama tahsisi, önemli resmî binalarının yavaş yavaş ortaya çıkmasına öncülük etti. Eskiden beri gözlenen, şeyhülislamlar başta olmak üzere yüksek makam sahiplerinin genelde kendi hanelerinde, sadrazamların ise 18. yüzyıldan beri Paşakapısı denilen yerde icrâyı hükümet etmekte olmalarıydı.

Yapıldığı senelerde Beşiktaş Sarayı olarak anılan Dolmabahçe Sarayı, İstanbul’un havagazı ile aydınlatılan ilk binalarından biri oldu. Bunun için mahsusen yakınlarında bir gazhane kurulmuştu. Bu tenviratın Beyoğlu ve civarındaki semtlere de teşmili irade edildiğinde, başta haritaların hazırlanması olmak üzere teknik işler için, daha sonraları mühendishane nazırlığına yükselen Mühendis Ahmed Sırrî vazifelendirilmiş ve aydınlatılacak caddelerde gaz borularının döşenmesine başlanmıştı (1855).24 Abdülmecid devrinde (1839-1861) şehirde yeni semtler oluştu ve yeni iskân sahaları açıldı.

Bunlar bugünkü İstanbul’un Beyoğlu haricinde başlamak kaydıyla Nişantaşı, Teşvikiye, Pangaltı, Tatavla (Cumhuriyet döneminde Kurtuluş) ve Şişli olmak üzere en kalabalık ve değerli semtlerini oluşturmaktadır. İskâna açılmak üzere arazinin harita ve kadastro işlerini yine mühendis Ahmed Sırrî eliyle gerçekleştirildi (1848). Bu münasebetle Şişli Karakolu önünde Pangaltı’nın Mekteb-i Harbiyye tarafına, Hristiyan ve Müslüman mahallelerini tefrik etmek üzere Pangaltı’da Beşiktaş’tan gelen yolun kesiştiği noktaya ve Teşvikiye Camii civarındaki, bu gün artık mevcut olmayan II. Mahmud Namazgâhı yakınına Mısır’a gönderilmek üzere İstanbul’da imal edilen ehram şeklinde yontulmuş nişan taşları dikildi.25 Maçka’dan Şişli’ye kadar uzanan boş arazi 1856’da eski Sûr-ı Hümâyûnları hatırlatan büyük sünnet düğününün sonuncusuna sahne oldu. Toprağın tesviyesi ve hendekler üzerine köprüler kurulması, etrafın bahçelerle süslenmesi ve yollar yapılması, Pangaltı’da otağ-ı hümayun ve vükela çadırlarının kurulacağı, mızıka-ı hümâyûnun icrâ-yı ahenk edeceği mahallerin hazırlanması; cambazlar, fişekçiler, fenerciler için yerlerin belirlenmesi; taam çadırları kurulması, saka arabaları tahsisi, yolları tozatmasın diye sulayan eratın seferber edilmesi, hela çukurları ve bunlar için Boşnak lağımcılar tayini etraflı ve masraflı çalışmalara ihtiyaç göstermişti.26 Bu düğünde şehzadelerden Mehmed Reşad, Kemaleddin, Burhaneddin ve Nureddin ile beraber ayrıca 600 çocuk sünnet edilmiştir.

Şehrin gelişme istikameti giderek daha gözlenir bir şekilde Beyoğlu tarafına kaymaktaydı. III. Selim devrinde inşa edilen Taksim Kışlası dönemin gravürlerinde de gözlendiği üzere artık ücra bir konumda olmaktan çıkmış ve gelişen Beyoğlu’nun giderek merkezinde yer almaya başlamıştır. Kışlanın arkasında servi ormanı halinde geniş bir yer işgal ederek Ayas Paşa’dan sahile doğru sarkan Müslüman mezarlığı (Büyük Mezarlık / Grand Champs des Morts) uzanır. Bunun kuzey tarafında Macar vatanseveri Rakoçioğlu’nun27 da kabrinin bulunduğu Katolik mezarlığı, yan tarafında ise Ermeni mezarlığı yer alır. Tepebaşı’ndan Kasımpaşa’ya inerek Haliç kıyılarına kadar uzanan Küçük Mezarlık (Petit Champs des Morts) dâhil olmak üzere bu mezarlıkların hepsi asrileşen İstanbul’un ayakları altında kaybolup gitmiştir! Maçka Kışlası diye bilinen bina 1834’te Harb Okulu (Harbiye) adını alır. 1853’te açılan Mecidiye Kışlası az zaman sonra Taşkışla olarak isim yapar. Boğaz’ın, kadim İstanbul’u en görkemli haliyle temaşasına imkân verdiği bir mevkide inşa edilen (1843), 1856 Islahat Fermanı’ndan sonraki gelişmelere ve devrin hüküm süren israfâtına tepki olmak üzere kurulan ve bizzat Padişah’ın hayatına kastedildiği iddia edilen bir suikast tasavvuru içinde olduğu ileri sürülen Muhafaza-i Şeriat adlı gizli cemiyet üyelerinin yakalandıktan sonra yargılandıkları (1859) Kuleli Kışlası (bu sebepten ötürü Kuleli Vakası29), zikredilen diğerleriyle beraber yakın dönemlerde İstanbul’da meydana gelen pek çok siyasî ve askerî hadiselerin mekânları olarak tarihe geçtiler. 1849’da Gümüşsuyu Hastahanesi ve ertesi sene Gümüşsuyu Kışlası açılır. Aşağıdaki sahilde yer alan Dolmabahçe Sarayı ise bu gelişmenin itici gücü olur.

XIX. yüzyıl İstanbul’unda hayli karışık nüfus yapısı içinde gayrimüslim unsurlar, önceki dönemlere göre varlıklarını iyice hissettirecekleri yeni bir konum kazandılar. Musevi topluluğu da dâhil olmak üzere şehrin Müslümanlar dışında kalan nüfusu ekonomik ve kültürel olduğu kadar sayısal olarak da daha fazla önem arz etmeye başladı. Böyle olmakla beraber bunların Müslüman ahaliyle vatandaşlık ve siyasî hakları yönünde eşit olmama hali devam etmektedir. Cemaatlerin yoğunluk arz ettikleri kendilerine özgü semtleri ve mahalleleri vardı ve bir Müslüman’ın zaruret olmadıkça bunlarla aynı evi paylaşması câiz görülmezdi.Tahta çıkışının ilk aylarında sıkça tebdil dolaşan III. Selim’in gözüne çarpan Müslüman kılığına bürünmüş ve sarı çizme giymiş bir Rum delikanlısını anında idam ettirmesi (11 Ekim 1789) örneğinin de gösterdiği üzere, Müslüman olmayanlar için belirli bir kılık kıyafet içinde olmaları, evlerinin dış cephesinin -III. Selim ve II. Mahmud gibi oldukça geç dönem vesikalarında da dile getirildiği üzere- lacivert veya siyaha boyanması ve Müslüman evlerinden daha yüksek yapılmasına izin verilmemesi, kilise onarımlarındaki sıkıntı ve yenilerinin yapımındaki kesin engeller, bunların Müslüman mabetlerinin yakınında olmamaları ve çan çalma yasağı İstanbul’da hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Müslüman olmayan ahalinin İslam hukukunun öngördüğü yasaklamalardan çıkışı, başka bir deyişle zimmî hukukunun rafa kaldırılışı Kırım savaşı sonunda Batı’nın müdahalesiyle tahakkuk etti ve ancak 18 Şubat 1856 tarihli olarak ilan edilen Islahat Fermanı’yla gerçekleşti. Ancak şeriata yapılan bu ağır müdahalenin hazmı, Müslüman halkın bu müsavatı kabulü ve yeni durumun sineye çekilmesi pek kolay ve tepkisiz olmadı.

Şehrin 18. yüzyıl ikinci yarısında güçlenen Katolik misyoner faaliyetlerinden en fazla etkilenmiş olan cemaatlerin başında patrikhanesi Kumkapı’da olan Ermeni kilisesi gelmekteydi. Bu cemaat asrın ikinci yarısı içinde Katolik mezhebine geçen Ermeniler sebebiyle ağır bir iç çatışma yaşadı ve hükümetin müdahalesi kaçınılmaz oldu. Ortodoks Rum patrikhanesinin devlet yanındaki konumu ise özellikle 1821 Mora’daki ayaklanma sebebiyle ağır bir sarsıntı geçirdi ve nihayet hıyanet töhmeti altında lekelendi. Divan ve donanma tercümanları yanında bizzat Patrik (V. Gregor) ve İstanbul’da oturan Kayseri, İznik ve Tarabya metropolitlerin alenen idamı (22 Nisan 1821) bu gelişmenin ödenen ağır vebali oldu.32 Her iki cemaat için artık her şeyin eskisi gibi olamayacağı yeni bir dönem başladı. Katolik olanlarla kadim Ermeni kilisesine sadık kalan cemaat arasındaki sürtüşmeler İstanbul asayişini ciddi olarak etkileyen boyutlar arz etti; resmen tanınmayan Katolik cemaat takip edildi ve kendini gizlemek zorunda kaldı. Bu merkezî hükümetten ziyade patrikhanenin sıkı denetimi ve şikâyetinin bir sonucuydu. Kumkapı’daki Ermeni patrikhanesinin basılması (8 Ağustos 1820), Katoliklere karşı etkin bir tutum içinde olmadığı varsayılan Patrik’in (Bogos Efendi) şahsına yapılan tecavüzden yandaki Müslüman evine kaçarak kurtulması gibi olaylar, özellikle İstanbul’un ortasında kilise basılmış olmasını büyük bir kızgınlıkla karşılayan II. Mahmud’u hiddete sevk etti. Olayın elebaşları yakalandı ve idam edildiler. Hadiseler Katolik Ermeniler sebebiyle patlamış olduğundan Ermeni Patriği mezhep değiştirenlerin listesini hükümete vererek bunların İstanbul’dan sürülmesini istedi ve bu liste uyarınca binlerce Katolik Ermeni çeşitli yerlere tardedildiler, İstanbul’daki evleri ise müzayede yoluyla satışa …

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Araştırma/İnceleme Tarih
  • Kitap AdıOsmanlı'da Devletlerarası İlişkiler - 2
  • Sayfa Sayısı464
  • YazarKemal Beydilli
  • ISBN9786050847154
  • Boyutlar, Kapak15,5x23,5 cm, Ciltli
  • YayıneviTimaş Tarih / 2023

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Osmanlı Dünyasında Diplomasi Ve Siyaset ~ Kemal BeydilliOsmanlı Dünyasında Diplomasi Ve Siyaset

    Osmanlı Dünyasında Diplomasi Ve Siyaset

    Kemal Beydilli

    “Artık, devletin ayakta kalmasının tek yolu diplomasidir ve bunu idrak eden Tanzimat ricâlinin de ifadesiyle, devletin koruyucusu artık bizzat İstanbul’un kendisidir!” Prof. Dr. Kemal...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur