J.M.G. Le Clézio, son romanı Açlığın Şarkısı’nın Fransa’da yayımlanmasından birkaç gün sonra 2008 Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı.
Yazar kendi annesinden yola çıkarak, Ethel’in ve Mauritius Adası’ndan Paris’e gelen soylu ailesinin tablosunu sunuyor okuruna. 1930’ların Paris’i… Sömürgelerin, sömürgeciliğin şaşaalı günlerinin özlemi içindeki soylular ve burjuvalar. İkinci Dünya Savaşı’nın ve nazizmin ayak sesleri tüm Avrupa’da işitilirken yaşanan vurdumduymazlık, aymazlık, hatta Hitler hayranlığı. Ve bu yıllarda çocukluktan genç kızlığa adım adım ilerleyen Ethel’in, bütün bu şaşaa içerisinde, Nazi rejimini, anti-semitizmi, açlığı, yoksulluğu ve sefaleti tanıması.
Bir dil virtüozu, bir müzisyen olan J.M.G. Le Clézio’nun romanı, büyüklerin dünyasının bütün yanılgı, hata ve aymazlıkları karşısında duyulan bir öfkenin, tatlı bir melankoli içinde ortaya çıkan anısıdır. Ethel’in kişiliğinde, savaşın sunağında kurban edilmiş, bütün umutları ellerinden zorla sökülüp alınmış bir gençliğin maddi ve manevi açlığına duyulan öfkenin şarkısıdır…
Açlık nedir bilirim, onu hissettim. Çocuğum, savaş bitmiş, yollarda Amerikan kamyonlarının peşi sıra koşanlarla birlikteyim, askerlerin havaya fırlattığı paket paket çiklet ve çikolataları, ekmekleri yakalamak için ellerimi uzatıyorum. Çocukken canım o kadar yağ çekiyor ki sardalye kutularının yağını içiyorum, büyükannemin güçlenmem için verdiği morina yağının kaşığını büyük bir zevkle yalıyorum. Tuza o kadar ihtiyacım var ki mutfakta kavanozun içindeki esmer tuz kristallerini avuç avuç yiyorum
Çocukluğumda beyaz ekmeği ilk kez tattım. Fırıncının somunu esmerden çok kurşuni, bozuk un ve talaş döküntüsünden yapılan ve üç yaşımdayken beni az daha öldürecek olan o ekmek değil bu. Has undan, hafif, kokulu, içi üstüne yazı yazdığım kâğıt kadar beyaz, kalıpta pişirilmiş dört köşe bir ekmek. Bunları yazarken bile sanki zaman hiç geçmemiş ve dosdoğru ilk çocukluğuma geri dönmüşüm gibi ağzım sulanıyor. Ağzıma attığım bu yumuşacık, puf puf ekmek dilimini daha yutmadan yenisini istiyorum, daha, daha ve büyükannem ekmeği dolaba kaldırıp kilitlemeyecek olsa hasta olana kadar hepsini aynı anda yer bitirirdim. O gün bugündür kuşkusuz hiçbir şey beni böyle tatmin ermemiş, açlığımı bu kadar gideren, beni bu kadar doyuran hiçbir şey yememişimdir.
Amerikan domuz ezmesi yiyorum. Anahtarla açılan madeni kutuları biriktiriyor, daha sonra Özene bezene griye boyadığım savaş gemileri yapıyorum. İçindeki saçak saçak jelatinli, hafiften sabunumsu kokulu pembe ezme, içimi mutlulukla dolduruyor. O taze et kokusu, ezmenin dilimin üstünde bıraktığı, gırtlağımı yumuşacık saran zar gibi incecik yağ tabakası. Başkaları için, açlığı tanımamış olanlar için bu ezme sonraları dehşetle, yoksul gıdasıyla eşanlama gelecektir. Yirmi beş yıl sonra Meksika’da, Belize’de, Chetumal’daki, Felipe Carrillo Puerto’daki, Orange Walk’taki dükkânlarda yeniden karşıma çıktı. Oralarda buna carne del diablo diyorlar, yani şeytan eti. Ezmeyi bir salata yaprağı üstünde dilimlenmiş olarak gösteren bir resimle süslü o mavi kutudaki aynı Amerikan domuz ezmesi.
Bir de Carnation süttozu. Kızılhaç merkezlerinde dağıtılan, kırmızı karanfille süslü silindir biçimi büyük kutular elbette Onlar uzun bir zaman, benim için tatlının ta kendisiydi, tatlının ve zenginliğin. O beyaz tozdan kaşık kaşık alıp boğulana kadar yalıyorum. O an için de mutluluktan bahsedebilirim Daha sonra hiçbir krema, hiçbir pasta, hiçbir (atlı beni bu kadar mutlu etmeyecektir. Sıcacık, yoğun, hatif tuzlu, dişlerimin arasında ve diş etlerimde gıcırdıyor, koyu bir sıvı halinde boğazıma akıyor.
Bu açlık benim içimde. Onu unutamam. Saçtığı çiğ ışık çocukluğumu unutmama engel oluyor. O olmasaydı, her şeyin yokluğunun çekildiği o zamanlan, o çok uzun yılları kuşkusuz aklımda tutamazdım. Hiçbir şey hatırlamak zorunda olmamak mutluluk demektir. Ben mutsuz muydum? Bilmiyorum. Sadece bir gün uyandığımı, doyuma ulaşmış duyuların hayranlıkla karışık şaşkınlığını sonunda tanıdığımı hatırlıyorum. O yumuşacık, mis kokulu bembeyaz ekmek, boğazımdan kayan o balık yağı, o kaba tuz kristalleri, ağzımın içinde, dilimin üstünde bir topak oluşturan o kaşık kaşık süttozu, sanki yaşamaya başlamış gibiyim. Kurşuni yıllardan çıkıp ışığa giriyorum. Özgü
Buradaki hikâyede konu edilecek olansa başka türlü bir açlık.
Ethel. Ethel parkın girişinde. Vakit akşam. İnci rengi yumuşak bir ışık. Belki de Seine üzerinde bir fırtına kükremekte, Ethel, Mösyö Soliman’ın elini sıkı sıkı tutuyor. Henüz on yaşında, hâlâ küçücük, başı büyük dayısının beline ancak geliyor. Karşılarında Vincennes korusundaki ağaçların ortasına inşa edilmiş bir şehir var sanki, kuleleri, minareleri, kubbeleri görünüyor. Etraftaki bulvarlarda kalabalık telaşlı. Birden patlayan bir sağanak ve sıcak yağmurla birlikte şehrin üzerinden bir buhar tabakası yükseliyor, Bir anda yüzlerce siyah şemsiye açıldı. Yaşlı beyefendi kendininkini unutmuş. İri damlalar düşmeye başlayınca tereddüt ediyor ama Ethel onu elinden çekiyor ve birlikte bulvarı geçip giriş kapısının sundurmasına doğru koşuyorlar, fayton ve arabaların önüne. Ethel büyük dayısını sol elinden tutup çekerken, büyük dayı da sağ eliyle siyah şapkasını sivri kafasının üstünde dengede tutmaya çatışıyor. Koşarken kırlaşmış favorileri ahenkle uçuşuyor ve bu da Ethel’i güldürüyor, onun güldüğünü görünce o da gülüyor, o kadar ki durup bir kestane ağacının altına sığınıyorlar.
Burası harika bir yer. Ethel böyle bir şeyi ne gördü, ne de hayal etti. Picpus kapısından gelip girişten geçtiler, önünde kalabalığın yığıldığı müze binasının etrafını dolaştılar. Mösyö Soliman ilgili değil. “Müzeleri her zaman görürsün”, diyor. Mösyö Soliman’ın aklında bir fikir var, Ethel’in gelmesini bunun için istedi. Ethel öğrenmeye çalıştı, günlerdir ona sorular sorup duruyor. Çok kumazmış, dayısı böyle diyor. İnsanın ağzından laf almasını biliyormuş. “Mademki bu bir sürpriz, sana söylersem sürprizliği mi kalır?” Ethel üsteledikçe üsteliyor. “Hiç olmazsa tahmin edeyim.” Dayı akşam yemeğinin ardından koltuğunda oturmuş purosunu içiyor. Ethel üzerine gelen puro dumanını üflüyor. “Yenir mi? İçilir mi? Güzel bir elbise mi?” Ama Mösyö Soliman nuh diyor peygamber demiyor. Her akşamki gibi purosunu tüttürüp konyağını içiyor, “Yarın öğrenirsin.” Artık Ethel’i uyku tutmuyor. Bütün gece şiddetle gıcırdayan o küçük demir karyolasında dönüp duruyor. Ancak sabaha karşı uykuya dalabiliyor ve saat onda annesi gelip halalarda öğlen yemeği için onu kaldırmak istediğinde zor uyanıyor. Mösyö Soliman daha gelmemiş. Oysa Montparnasse Bulvarı Cotentin Caddesi’nden çok da uzak değil. Çeyrek saatlik bir yürüme mesafesi; Mösyö Soliman da iyi yürür. Siyah şapkasını başına geçirip, hiç yere değdirmediği gümüş saplı bastonuyla dimdik yürür. Ethel, caddenin gürültüsüne rağmen, onun gelişini, demir ökçeli çizmelerinin kaldmimardaki ritmik gürültüsünü ta uzaktan duyduğunu, onun at gibi bir ses çıkardığını söylüyor. Ethel, Mösyö Soliman’ı ata benzetmekten hoşlanıyor, dayı da bu benzetmeden rahatsız değil ve zaman zaman, seksen yaşına rağmen onu omuzlarına oturttuğu gibi parkta gezmeye götürüyor, çok uzun boylu olduğu için de Ethel ağaçların alt dallarına eliyle dokunabiliyor.
Yağmur dindi, el ele tutuşarak göle kadar yürüyorlar. Göl kurşuni gök altında çok büyük, kavisli, bataklığa benziyor. Mösyö Soliman eskiden Fransız Kongosu’nda askeri hekimken Afrika’da gördüğü göllerden ve durgun akarsu birikintilerinden sık sık bahseder. Ethel onu konuşturmaya bayılır. Mösyö Soliman hikâyelerini bir tek Ethel’e anlatır. Ethel’in dünyaya dair bildiği ne varsa, hep onun anlatıklarındandır. Ethel gölün üzerinde ördekler ve canı sıkılmışa benzeyen sarımsı bir kuğu görüyor. Üzerine bir Yunan tapınağı inşa edilmiş bir adanın önünden geçiyorlar. Kalabalık tahta köprüden geçmek için itişip kakışmakta ve Mösyö Soliman soruyor, ama bunu kendi içini rahatlatmak için yaptığı besbelli: “İstiyor musun?..” Çok kalabalık, Ethel büyük dayısını elinden tutup çekiyor. “Hayır, hayır, hemen Hindistan’a gidelim biz!” Karşıdan gelen kalabalığı yara yara gölün etrafını dolaşıyorlar. İnsanlar bu modası hayli geçmiş şapkalı ve kapüşonlu pardösülü uzun boylu adamla, ayaklarında potinleri, büzgülü elbisesiyle pazarlıklarını giymiş sansın küçük kızın karşısında iki yana çekiliyor. Ethel, Mösyö Solimanla beraber olmaktan gurur duyuyor. Kendini sanki bir devle, dünyanın altı üstüne gelse, gene de kendilerine bir yol açmasını bilen bir adamla berabermiş gibi hissediyor.
Kalabalık şimdi başka bit yöne doğru, gölün sonuna doğru gidiyor, Ethel ağaçların üzerinde çimento renginde acayip kuleler görüyor. Tabeladaki ismi güçlükle okuyor:
“Ang,..kor…”
“Vat!” diye tamamlıyor Mösyö Soliman, “Angkor Vat. Bu Kamboçya’daki bir tapınağın adı. Görülen o ki çok güzel yapmışlar, ama ben sana daha önce başka bir şey göstermek istiyorum.” Dayının aklında bir şey var. Hem zaten, Mösyö Soliman kalabalığın gittiği yönde gitmek istemez. Kolektif hareketlerden uzak durur. Ethel büyük dayısı hakkında, “O çok farklı biri” dendiğini çok sık duymuştur. Annesi, kuşkusuz kendi dayısı olduğu için, hemen onu savunur: “Çok naziktir.”
Dayı annesini çok katı yetiştirmiş. Babası ölünce, bakımını o üstlenmiş. Ama annesi onu çok sık göremiyormuş, adam hep uzaklardaymış, dünyanın öbür ucunda. Annesi onu sever. Bu yaşlı koca adamın Ethel’e olan düşkünlüğü onu daha da duygulandırıyor olabilir. Yalnız ve taş gibi duygusuz bir hayatın sonunda dayısının kalbinin nihayet açıldığını görmüş gibi oluyor.
Yan tarafta kıyıdan uzaklaşan bir yol. Gezeni az. Bir tabelada, ESKİ SÖMÜRGELER, yazıyor. Altında da isimler sıralanmış, Ethel yavaş yavaş okuyor:
REUNION
GUADELOUPE
MARTINIQUE
SOMALİ
YENİ KALEDOMYA
GUYANE
FRANSIZ HİNDİSTANI
Mösyö Soliman’m gitmek istediği yer burası.
Burası gölden biraz içerdeki bir açıklıkta. Saz damlı kulübeler, palmiye gövdelerini taklit eden direklerle sert malzemeden yapılmış daha başka kulübeler. Sanki bir köy gibi. Tam ortada, sandalyelerin sıralandığı, çakıltaşlarıyla kaplı meydan gibi bir yer. Birkaç ziyaretçi oturmuş, şemsiyelerini hâlâ açık tutan uzun elbiseli kadınlar, ama şimdi sıra güneşte, şemsiyeler de gölge yapmaya yarıyor. Beyefendiler yağmur damlalarını emsin diye sandalyelerin üstüne mendillerini yaymışlar.
“Ne kadar güzel!” Ethel, Martinique pavyonunun karşısında bağırmaktan kendini alamıyor. Pavyon binasının (gene kulübe tarzında) cephe alınlığında her türlü egzotik meyve ve çiçek türleri kabartma halinde temsil edilmiş, ananaslar, papayalar, muzlar, çingülü demetleri ve cennet kuşları.
“Evet, çok güzel… gezmek ister misin?”
Ama bu soruyu da tıpkı az önceki gibi o tereddütlü sesle soruyor, üstelik Ethel’in elinden tutmuş yerinden kıpırdamıyor. Ethel anladı: ‘istersen daha sonra” diyor. “Zaten içerde pek bir şey de yok.” Ethel kapı aralığından başına kırmızı bir turban dolamış, hiç gülümsemeden dışarı bakan Antil Adalarından bir kadın görüyor. İçinden, onu görmekten, kıyafetine dokunmaktan, onunla konuşmaktan hoşlanacağını geçiriyor, kadının yüzünde öyle hüzünlü bir ifade var ki! Ama büyük dayısına hiçbir şey demiyor. Dayı onu meydanın öteki ucundaki Fransız Hindistanı pavyununa doğru sürüklüyor.
Pavyon pek büyük değil. Ziyaretçi çekmiyor. Kalabalık hiç durmadan geçiyor, tek bir hareket halinde akıyor, siyah takım elbiseler, siyah şapkalar ve kadın elbiselerinden yayılan hafif hışırtılar, tüylü, meyveli, tül peçeli şapkalar. Ayakları geri geri giden çocuklar ters yönden gelerek kalabalığı yara yara ilerleyen Ethel’le Mösyö Soliman’a yandan kaçamak bakışlar atıyorlar. Onlar anıtlara, kayalıklara, tapınaklara, ağaçların üstünde yüzer gibi duran ve enginarlara benzeyen o büyük kulelere doğru gidiyorlar.
Ethel orada ne olduğunu sormamıştı bile. Mösyö Soliman homurdanarak bir açıklama yapmak zorunda kaldı: “Angkor Vat tapınağının bir kopyası, istersen, bir gün seni hakikisini görmeye götürürüm.” Mösyö Soliman kopyalardan hoşlanmaz, o sadece gerçeğe ilgi duyar, hepsi bu.
Evin önünde durdu. Kanlı canlı yüzünden tam bir hoşnutluk ifadesi okunuyor. Tek kelime etmeden Ethel’in elini sıkı sıkı tutuyor ve birlikte perona çıkan ahşap basamakları tırmanmaya başlıyorlar. Açık renk ahşaptan, etrafı sütunlu bir verandayla çevrili çok basit bir ev. Pencereler yüksek, koyu renk ahşap kafesler muşarabiye biçiminde. Parlak kiremitlerle kaplı ve hemen hemen düz olan damın üstünde mazgallı kule gibi bir şey yükseliyor. İçeri girdiklerinde kimseler yok. Evin orta yerinde kuleden ışık alan bir iç avlu mor renkli tuhaf bir aydınlık içinde yüzüyor. İç avlunun bir ucunda, göğü yansıtan yuvarlak bir havuz. Suyu o kadar durgun ki, Ethel bir an için onun bir ayna olduğunu sandı. Durdu, kalbi çarpıyor. Mösyö Soliman da iç avlunun üstündeki kubbeye bakmak için başını hafifçe geriye atmış bir halde duruyordu. Eşkenar sekizgen biçiminde sıralanmış ahşap nişler içindeki elektrikli çubuklardan duman gibi hafif ve gerçekdışı bir renk yayılıyor, ortanca rengi, denizin üstündeki gurup vakti rengi.
Bir şey titredi. Biraz sihirli, tam olarak bitmemiş bir şey. Orada kimsenin olmadığı kesin. Sanki cangılın ortasında terk edilen tapınak asıl burada. Ethel neredeyse ağaçların arasında uğultular, tiz ve boğuk çığlıklar, otların üzerinde vahşi hayvanların ipek gibi sessiz adımlarını duyduğuna inanacak, içi ürperiyor ve büyük dayısına iyice sokuluyor.
Mösyö Soliman hareketsiz, İç avlunun ortasında, ışık kubbesinin altında kıpırdamadan duruyor, elektrik ışığı yüzünü mora boyamış, favorileri iki mavi alev. Ethel şimdi anladı; onu ürperten, büyük dayısının heyecanı. Böyle kocaman güçlü kuvvetli bir adamın hiç kıpırdamadan durmasının nedeni bu evde bir sır olması, harika, tehlikeli ve kırılgan bir su*, yoksa en küçük bîr harekette her şey durabilir.
Şimdi de oradaki her şey ona aitmiş gibi konuşuyor.
“Şuraya yazı masamı yerleştireceğim, oraya da iki kitaplığımı… Buraya küçük klavsenimi, en arkaya da siyah ahşaptan Afrika heykellerimi, aydınlatmayla kendi evlerinde gibi olacaklar, sonunda büyük Berberi halımı da serebileceğim. ..”…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıAçlığın Şarkısı
- Sayfa Sayısı192
- YazarJ.M.G. Le Clezio
- ISBN6054069927
- Boyutlar, Kapak 13,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviTurkuvaz / 2009
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dışa Yolculuk ~ Virginia Woolf
Dışa Yolculuk
Virginia Woolf
Virginia Woolf’un ilk romanı olan Dışa Yolculuk, yolculuk “tema”sını keskin bir zekâ ve güçlü bir sanatçı duyarlılığıyla işliyor. Babasının gemisiyle Güney Amerika yolculuğuna çıkan...
- Pandora’nın Kutusu ~ Osamu Dazai
Pandora’nın Kutusu
Osamu Dazai
“Benim yaşıyor olmam insanlara rahatsızlık veriyor. Ben lüzumsuz bir adamım.” Yirminci yüzyıl Japon edebiyatının önde gelen yazarlarından, sıradışı hayatıyla da meşhur Osamu Dazai Pandora’nın Kutusu’nu...
- Cesaretin Var mı? ~ Vicky Dreiling
Cesaretin Var mı?
Vicky Dreiling
Shelbourne Dükü Tristan’ı bekleyen zorlu bir görev vardır. Ömrünün geri kalanında tahammül edebileceği bir eş bulmak. Aşık olmayı ise ne istemekte ne de gerekli...