Elektriğin gittiği bir akşam, mum ışığında Sümeyra için yazıyordum… Yuvarlak tahta masanın üzerinde yanan sönük mum alevi, üzerindeki lambayla göz göze gelmişti. Onları gördüm. O ikisinin birbirlerine nasıl baktıklarını. Mum, pabucu dama atılmış, eski ilgiyi göremeyen evin büyük çocukları gibi nefretle bakıyordu tepesinde birden yanıveren beyaz florasana. Masum bir çocuk gibi ağlamak üzereydi sanki. Ağlasa alevleri sönecek, bir daha ihtiyaç olsa bile kullanılmak istenmeyecekti. İçine akıttı göz yaşlarını. Tam da işe yarayacakken, rutubetli kasvet çökmüş kilerden zar zor bulunmuştu oysaki. Biraz hava alma şansı yakalamışken bu kadar çabuk eski yerine gidecek olması çok üzücü olmalıydı. Bir an, eriyip tükenmeyi arzuladı. Tekrar atılmak istemiyordu o karanlık, kimsesiz komidinin en alt gözüne. Bulunamamayı, yerinin ezbere hatırlanamamasını kaldıramazdı kalbi. Üzerinde durduğu çay tabağına macun gibi akmayı istedi. Buna da gücü yetmiyordu. Kendi ısısı onu eritemezdi çünkü. Diri diri üzerine toprak atılarak öldürülen kor ateşler gibi üfleyerek söndürdüm hayalimi ve mumun alevini.
***
Onun hatıralarını uyandırmak istedim bir an, birini uyandırır gibi… Bıraktığı yerde duran anıları “Kalk kalk’’ diyerek sarsmaya başladım. Kalkmayınca su bile serptim hayalen onlara. Sonra bir ses duyar gibi oldum. Cümle büyüklüğünde bir kelime miydi duyduğum yoksa kelime küçüklüğünde bir cümle miydi çıkaramadım. Anlaşılmaz bir mırıltıydı galiba. “Yaklaş yaklaş” der gibi çağıran bir ses olduğunu anladım. İyice yaklaşarak kulak vermek istedim. Belli ki son birkaç söz vardı duyulması gereken: “O, ben değildim.” Tek bir vücuttan çıkmış, koro halinde söylenmiş, yıllar önce yaşadıklarımın derin izlerini taşıyan üç yüz bin sayfalık üç kelime. Ölmeden hemen önce cinayeti aydınlatacak son birkaç sözcük gibi… Paha biçilmez antik bir hazinenin saklı olduğu koca bir dağın çift kanatlı demir kapısını açan üç tırtıklı bir anahtar…
Zaman zaman uğradığım yaşanmışlıklar mezarlığıydı orası. Sık sık kabrini terk eden, bazen bir daha oraya gelmeyen zombi anılarla dolu bir mezarlık… Geri gelmeyeceğini bildiği o yaşanmışlıkların, anıların başında ağlayan kimseler olurdu orada. Yokluğuna alıştıklarını bekleyenler arasında, bahçesindeki ağaçtan elma çalmış masum çocukları kovalayan biri gibi aklını kaçırmış olanlar da vardı. Bendim belki de ağlamadan ayrılan, içinde hüzünden başka bir şeyin olmadığı kabristandan.
Yalnız yaşıyordum… Bitip tükenmekte olan hayatın “kendinle’’ geçirilmesi gereken bir varlık olduğuna duyduğum zoraki inançla ve biraz da eziyet edercesine. Kozası içinde sıkışan ipekböceği gibi kelebek oluncaya, o ruhu teslim edinceye dek, bu hayatın sadece posasını bırakıyordum geri kalan herkese, onun dışında her şeye.
Sakin ve huzurlu dairemden ayrılalı neredeyse üç ay olmuştu. Almanya’da, şehirden uzaktaki gizemli ormanda, iki katlı pek de görkemli olmayan etrafı göknarlarla çevrili bu evde yaşamaya başladığından beri endişeyle geçirmediğim bir gece olmadı. Sürekli düşündüğüm, aklımdan hiç çıkmayan, on iki yıl yaşadığım Türkiye; sevdiklerim, ağzını kocaman açıp lokma kapmak için birbirleriyle yarışan gözleri kapalı kuş yavruları gibi hatırlanmayı bekliyorlardı.
Bu sessiz evimde oturmuş gün batımı seremonisini izlediğim sırada Türkiye’de geçirdiğim çocukluk yılları geçti gözümün önünden. Parkta oyuncaklarla oynadığımız günler. Toprağı eşip çukur açıyor, baraja benzettiğimiz çukuru suyla dolduruyorduk. Suyun, çevresindeki ufak taneleri bir mıknatıs gibi yavaş yavaş içine çekişini hayranlıkla seyrediyorduk. Onu başkalaştırıyordu tıpkı ölü bir bedeni toprağın değiştirdiği gibi. Ortaya çıkan çamuru kepçe ve greyderlerle kamyonların damperine yükleyip kimi zaman savaş topunu çağrıştıran demir tahterevallinin üzerine boca ediyor, kimi zaman da kazdığımız bir çukurun içine dolduruyorduk.
İstanbul’un eski dar sokaklarında sıra sıra dizilmiş mütevazi evleri birbirinden ayıran bir buçuk metrelik briket duvarların üzerine kırık cam parçaları koyarlardı. Muzaffer amca da onu yapanlardan biriydi. Çocukların futbol topları bahçesindeki domatese, çileğe, naneye zarar veremeden patlasın diye betonla sabitlemişti jilet keskinliğindeki camları. Oynarken kaç defa top feda ettiğimiz geldi gözümün önüne. Göğün renkten renge dönmeye başladığı, güneşin daha oturmaya hevesli misafirler gibi toparlanıp gitmeye isteksiz olduğu bir yaz akşamında, kır saçlı, kırçıllı çıkık kaşları olan seksenli yaşlarındaki Muzaffer amca, evinde onu ziyarete gelen evli kızı tarafından ölü bulunmuştu. O akşam Muzaffer amcaların bitişik komşusunun düğünü vardı. Yüksek sesle mezdeke dinleyen misafirler sözde her birinin ayrı ayrı en mutlu günleriymiş gibi raks ediyorlardı. İki daire de birinci kattaydı. Verandaları birbirine komşu ama bağımsız bahçeye açılıyordu.
Muzaffer amcanın kızının feryatları düğünden gelen boğucu gürültüler arasında kayboluyordu. Cenaze evine gelen adamcağızın yakınlarından birisi düğün evindekilerden müziğin sesini biraz kısmalarını rica etmişti. Ne var ki teypten gelen ses hiç azalmadı. Kadınlar mezdeke eşliğinde oynadıkları güneşliği kapalı odanın kapısını da açmışlardı ve artık ses katlanarak artmıştı. Ölü evindeki acının her geçen saniye arttığı gibi. Öfkesinden ve üzüntüsünden adeta deliren insanlar kendilerine hâkim olmaya çalışıyorlardı. Cenaze evindeki kalabalık arttıkça düğün evine gelenlerin sayısı da artıyordu. Bir yanda okunan Kur’an bir yanda Arapça şarkılar. Arapça iki tarafta da farklı şekillerde huzur ve mutluluk getirme aracı olarak kullanılıyordu. Kur’an, yatıştırıcı bir telkin olup sessizleştirirken, Arap şarkıları düğün evindekileri coşturuyordu. Arabalar caddelere sığmaz hale gelmişti. İki düşman duygu –ölüm ve kalım– çarpışmak için güçlerini topluyor, taraftar sayılarını artırıyor gibiydiler. Bir yanda ölümü yadırgayan, ağızlarındaki tadın kaçmaması uğruna gerçeği görmezden gelen güruh, öbür yanda ise saf gerçekle yüzleşen ve ne yapacağını bilmeyen, ölüme karşı yenilmiş, teslim olmuş bir kalabalık. İki cenah da birbirlerinin gerçeğini görmezden gelmek ve kendi gerçekliğini amansızca yaşamak için çabalıyor ve bunu hiçbir taviz vermeden başarmakta inat ediyordu. Savaş, Harry Potter ve Wolde Mort’un asalarını birbirlerine doğrulttukları iki düşman enerjinin savaştığı meşhur sahneye benzeyen, en ufak desteğin bile dengeyi birinin lehine bozabileceği kritik bir sürece doğru evriliyordu.
O yıllarda en samimi iki arkadaşımdan biri Selimdi. Ailesi, iki katlı, dış kısmı kum rengi kesme taşlardan yapılmış güzel bir evde oturuyordu. İkinci katın iç açıcı, yayvan balkonu üzerinde üç büyük kalasla köşelerinden tutturulmuş ahşap tavanıyla bungalov evleri andırıyordu. Alt katta iki oda, mutfak, banyo tuvalet. Üst kat hayvanların evi denilebilirdi. Ördekler, tavuklar, hepsi, kendilerine tel kafeslerle ayrılan bölmelerde itina ile besleniyorlardı. Davetsiz gelen güvercinler de buna dahildi. Selim’in babası Saffet Bey tıknaz, geniş alınlı, dar omuzluydu. Belirgin siyah düz faulleri kulaklarının altına kadar uzanırdı. Otobüs şoförüydü ve uzun yola gittiğinden pek evde görünmezdi. Annesi Emine teyze, ev hanımıydı. Aynı mahallede nefes alıp verdiğim farkında olmadan aynı bakkaldan ekmek aldığımız Sümeyra ile henüz tanışmamıştım.
Diri diri, üzerine toprak atılarak
“
öldürülen kor ateşler gibi üfleyerek
söndürdüm hayalimi ve mumun
alevini.
Ona, hastalığının şiddetlendiği günlerde yazmaya başladığım ancak bir türlü bitirip veremediğim birkaç satır geldi aklıma. Elektriğin gittiği bir akşam, mum ışığında Sümeyra için yazıyordum…
Yuvarlak tahta masanın üzerinde yanan sönük mum alevi, üzerindeki lambayla göz göze gelmişti. Onları gördüm. O ikisinin birbirlerine nasıl baktıklarını. Mum, pabucu dama atılmış, eski ilgiyi göremeyen evin büyük çocukları gibi nefretle bakıyordu tepesinde birden yanıveren beyaz floresana. Masum bir çocuk gibi ağlamak üzereydi sanki. Ağlasa alevleri sönecek, bir daha ihtiyaç olsa bile kullanılmak istenmeyecekti. İçine akıttı göz yaşlarını. Tam da işe yarayacakken rutubetli kasvet çökmüş kilerden zar zor bulunmuştu oysaki. Biraz hava alma şansı yakalamışken bu kadar çabuk eski yerine gidecek olması çok üzücü olmalıydı. Bir an, eriyip tükenmeyi arzuladı. Tekrar atılmak istemiyordu o karanlık kimsesiz komidinin en alt gözüne. Bulunamamayı, yerinin ezbere hatırlanamamasını kaldıramazdı kalbi. Üzerinde durduğu çay tabağına macun gibi akmayı istedi. Buna da gücü yetmiyordu. Kendi ısısı onu eritemezdi çünkü. Diri diri üzerine toprak atılarak öldürülen kor ateşler gibi üfleyerek söndürdüm hayalimi ve mumun alevini. Kararan fitilinin üzerindeki son ışık halesi de yok olurken, duman tıpkı bir ruh gibi yükselerek floresanın etrafını sarıyor, bir şeyler homurdanarak onun ışığını bir anlık da olsa kapatıyordu sanki.
Sümeyra ile Türkiye’de, aynı şehirde, üstelik iki sokak uzağımızda birbirimizin varlığından bile habersiz yaşamıştık. Ondan habersiz oyunlar oynamış, ondan habersiz gülmüştüm. Almanya’da yaşayan gurbetçi bir ailenin kızıydı artık o. Ailesi ile Almanya’ya geldikten iki yıl sonra bir Türk kafesinde tanışmış ve kısa süre sonra nişanlanmıştık. Birlikte Avrupa’nın çeşitli şehirlerini muazzam bir coşkuyla gezerdik.
Fransa’nın üç yüz metre yüksekliğindeki Eyfel’ine, girişinde adam başı beşer Euro vererek yine tırmanacak mıydık… Belki de son kez Amsterdam’a yolumuz düşecek ve Madam Tussauds müzesini gezdikten sonra balkonuna çıkıp, her yolun ona çıktığı Dam meydanını seyre dalacak, aşağıda türlü türlü ünlü sinema ve çizgi film kahramanlarının kostümlerini giymiş insanların, önlerinde duran kutuya ancak para atılırsa ilginç kıyafetleriyle resim çektirmek için izin verdiklerine şahit olacaktık. Amsterdam’ın dar ama ruhu ferahlatan sokaklarında hediyelik eşya satan küçümen bir mağazaya girip, üzerinde Amsterdam yazan kupa bardaklardan alacaktık yeniden. Sonra şehrin meydanına dönüp az önce yukardan baktığımız kahramanlardan, Sümeyra’nın en çok sevdiği Freddy ile resim çektirecektik. Parmak kısımları bıçaklarla kaplı bir eldiven, çehresinde The Walking Dead dizisinden fırlamış ölüm bakışı ve o bakışı tamamlayan Freddy maskesi. Kostümüyle, gerçeğini aratmayacak ölçüde ürkütücü, uykuya dalınca gelen ölümün Azrail’iydi o.
Beynim geviş getiren bir hayvan gibi geçmiş ve gelecek arasında kalan hatıraları birbirleriyle çarpıştırıyor, sindirim enzimi salgılayarak onları öğütmeye çalışıyordu. Zihnim yaşananları sanki bana az sonra tamamen imha edeceği bir dosya olarak sunuyor, onu son kez izlemem için fırsat tanıyordu. Sümeyra ile ilgili hatırladığım ne varsa bir anda hepsi yok olacak düşüncesi beni esir almıştı. Hastalık aniden girmişti hayatımıza.
Derslerden vakit buldukça farklı ülkeleri bir turist gibi gezmekten büyük zevk alıyorduk. Yeni yerleri gurme ciddiyetinde tadıyor, çok seversek aynı noktaya tekrar tekrar gidiyorduk. Burası bazen bir restoran, müze ya da şehrin eşsiz meydanı olabiliyordu. Başarılı iki öğrenciydik. Hafta…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıBir Hayalin Ardında
- Sayfa Sayısı128
- YazarMuhammed Tarık Koç
- ISBN9786258222708
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
- YayıneviHayy Kitap / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sevil de Sevme ~ Aslı Tohumcu
Sevil de Sevme
Aslı Tohumcu
“Yalnız olduğunuzu söylemiştiniz kız kardeş Ella?” Uzak bir yol kenarı. Gece grisi. Yeknesaklığın aşındırdığı şehirden kaçan iki yolcu… Bütün cümleleri isyana çıkan âşık bir...
- Sen de Oku – Bilge Köpek Mutfakta ~ Meg Rosoff
Sen de Oku – Bilge Köpek Mutfakta
Meg Rosoff
Zencefilli bisküvi aşkına! Hayal ederek yarışma kazanılır mı? Pişi ailesinin değmeyin keyfine! Her akşam mutfaklarından harika kokular yükseliyor. Sabah kahvaltısında pankek, akşam yemeğinde vejetaryen lazanya...
- 4 Hane 1 Teslim ~ Eyüp Aygün Tayşir
4 Hane 1 Teslim
Eyüp Aygün Tayşir
Sabri gitgide korkusunu yenip dedesinin kara ve kırışık suratına yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı… Yaklaştıkça görünen arttı. Kurumuş çatlamış toprakları gördü Sabri dedesinin yüzünde. O topraklarda...