“Benim adım Ana. Günbatımını seviyorum. On beş yaşımdayım.”
Ana, ailesinin isteğiyle Juan Ruiz’le evlenip New York’a yerleşir. Bu evlilik aynı zamanda ailesinin Dominik Cumhuriyeti’nden kaçış biletidir. Böylece 1965’te, yeni yılın ilk gününde Ana, bildiği her şeyi geride bırakıp bir apartman dairesine sıkışıp kalan Ana Ruiz’e dönüşür. Mutsuz evliliği ve New York’ta bir göçmen olarak yaşamanın zorlukları hayatını bir kaosa çevirir. Ama Ana yaşadığı olumsuzluklara boyun eğmez ve kurban olmaktan çıkıp kendi hayatının savaşçısı olur.
Angie Cruz, 2020 Women’s Prize For Fiction(*)kısa listesine kalan romanı Dominikli‘de bir kadının yeniden doğuş hikâyesini anlatırken bizi hayatın her tonuyla yüzleştiriyor.
“Dünyayı ve içinde yaşadığımız zamanı aydınlatan önemli bir roman. Cruz unutulmaz karakterler yaratan harika bir romancı.”
Jennifer Clement, PEN International Başkanı
(*)Birleşik Krallık’ta verilen en prestijli edebiyat ödüllerinden biri olanWomen’s Prize For Fiction her yıl bir kadın yazarın yazdığı romana veriliyor.
*
Juan Ruiz ilk kez evlenme teklif ettiğinde henüz on bir yaşımda, tahta göğüslü çiroz bir şeydim. Lastik bağından taşan kabarık saçlarım ve yerleri süpüren elbisemle yarı uykulu gezinirdim. İki haftada bir, hafta sonları, vakit gece yarısını devirir devirmez, Juan’la üç kardeşi evlilik çağındaki kızlara serenat yapmak üzere La Capital’den gelir mahallede belirirdi. Buraya uğrayıp ben ve ablam Teresa’yla ilgilenen ilk adamlar onlar değildi.
Yıllar boyunca insanlar bana gayri ihtiyari gözlerini dikip bakardı. Ben diğer kızlardan farklıydım. Hiçbir cazibem yoktu. İnsanlar, yeşil gözlerim daha parlak ve daha değerliymiş gibi, tuhaf bir güzelliğim olduğunu söylerdi. Bu yüzden annem geleceğimi iyi planlamadığı takdirde, kahverengi gözlerini kent merkezindeki belediye binasının güvenlik görevlisi El Guardia’ya diken Teresa’dan bile daha kötü bir kaderim olur diye korkuyordu.
Tekrarı sonradan defalarca yaşanacak o ilk gece, Ruiz kardeşler üçlüsü otomobillerini toprak yola park edip sürü çobanları gibi babamın colmadosunun zilini çalmışlardı. Hava kapalıydı, mehtap da yoktu ve sokaklar alacakaranlıktı. O zamanlar elektrik bir kez kesildi mi on beş saate kadar gelmeyebilirdi. Zaman zaman tavuk hırsızlığı olurdu ve önceki yıl bizim ambar iki defa soyulmuştu. O yüzden, özellikle de Trujillo vurularak öldürüldükten sonra –Otuz bir yıl boyunca El Jefe’lik yaptıktan sonra ve kendi otomobili içinde!– her şeyi kilit altında tutardık. Bu cinayet, babamı epey keyiflendirmişti. Hayatı boyunca, Trujillo’nun “Öbür dünyada Tanrı, dünyada Trujillo” sloganı yazılı fotoğrafına bakmak zorunda kalmıştı. Kimse onun faniliğine gülmekten kendini alıkoyamamıştı. Tanrı bile ondan yaka silkmişti. Ama Trujillo’nun gidişi huzur da getirmemişti. Başkent kaosa sürüklendi. Muazzam bir karmaşa söz konusuydu. Kanun ya da düzenden söz etmek imkânsızdı. Tam bir çılgınlık hâkimdi. Büyük şehirden gelen ziyaretçiler göz altlarını işaretparmaklarıyla aşağı çekip bizi dikkatli olmamız için uyarırdı. Biz de gözümüzü dört açardık.
Babam elinde tüfeği, karanlığın içine doğru ateş etmeye hazır ilerlerken annem, Teresa ve ben evin yanında toplaşmıştık.
Erkek kardeşlerim Yohnny’yle Lenny ve kuzenlerim Juanita’yla Betty o sırada uykudaydı. Juan karanlığın içinden, “Biziz, biz” diye bağırdı. New York’a sık sık gidip ceplerini dolarlarla doldurup döndüklerinden Ruiz kardeşlerin kim olduğunu herkes bilirdi. Juan’ın arkasındaki iki kardeşi çalgılarını havada sallayıp gülüşmüşlerdi. Annem, “Gelin, bu tarafa doğru gelin” diye bağırdı. Çok geçmeden ön bahçemize oturup yerleştiler; New York’tan, politikadan, para ve tapulardan söz ettiler. Juan evlenme teklif ettiğinde sarhoştu. “Evlen benimle. Seni Amerika’ya götüreceğim” diye ağzında yuvarlayıvermişti. Sallana sallana yanıma gelip beni ahşap çite dayamıştı. Kokan nefesiyle, “Bana evet de” diye ısrar ederken teri yüzüme damlıyordu.
Babam politikayla hiç ilgilenmezdi ve takım elbiseli adamlara güvenmemek gerektiğini bilirdi. Tüfeğini almaya gitti; annemse çenesini boynuna gömüp tüm dişlerini gösterdiği o kendine has gülüşüyle aralarına girip sonra da cilveli bir şekilde uzaklara baktı. Elini Juan’ın omzuna koyup onu plastik bahçe sandalyesine yönlendirerek alkolden nasiplerini iyice almış kardeşlerinin yanına oturttu.
Juan oturduğunda göğsü şişkin göbeğinin üzerine katlanmıştı. Çenesi, dudaklarının kenarları, yanakları, gözleri; hepsi sarkıktı, şu ünlü üzgün palyaço gibiydi. Birbirine sıkı sıkı kenetlediğim dizlerimi, orada keşfedilesi bir sır saklıyormuşum gibi dikizliyordu. Üç kardeş birbirlerinden daha farklı olamazdı; anne babaları aynıydı ama yüzleri ve boyları bambaşkaydı. “Siz bir de César’ı görmelisiniz” demişti Hector. Juan’ın yanındalardı ve bir sahne grubunu andıran takımlar giymişlerdi. Gözleri kızarmıştı, bakışları donuktu. Hepsi de çalgılarına yaslanmıştı. Juan, babamın dik bakışları yüzünden bir köşeye sinen Teresa’ya, “Bu şarkı senin için” dedi. Ama babamın gözleri aslında bana dönüktü. On üç yaşındaki Teresa yirmi yaşında gibi görünüyordu; güneş doğmadan önce çok hareketli bir bebek olarak doğmuştu. Eteğini, beklenti içinde, iki yana sallıyordu. Bunlar El Guardia, onun son kurtuluş şansını mahvetmeden önce olmuştu. En büyükleri Ramón gitarın teline dokundu; Juan da yerlerini aldıklarından emin olmak istercesine kardeşlerine bir göz atıp gerçek bir şovmen edasıyla doğruldu, keskin bir dönüş yaptı ve işte oradaydık.
Bésame, bésame mucho…
Şarkıyı içimi dolduran alçak ve doyurucu bir sesle söyledi. Bir buzdağı eriyordu sanki. Sesi karanlık göğün altında ve gecenin sessizliğinde daha bir güçlüydü. Dinlemek için gözlerimi kapadım. Bu duyduğum da neydi? Çektiği acılar mı? Özlemler mi? Ya da tutkuları? Belki de hepsiydi.
Como si fuera esta noche la última vez
Bésame, bésame mucho,
Que tengo miedo a perderte, perderte después…
Bitirince, annemle Teresa alkışlamak için ayaklandılar. Dağınık bir alkışlamaydı. Teresa, Juan’ın şarkıyı bana söylediğinden habersiz, “Bir daha! Bir daha!” demişti.
O zaman anladım ki bir gün ayaklarımın altındaki toprak yarılacak ve Juan beni alıp götürecek. Gözyaşları belirdi. Nasıl, ne zaman bilmiyordum, ama yırtıcı bir dünya açmış ağzını beni bekliyordu. Babam bir çoban edasıyla, “Kızlar, yatağa” dedi. Tüfeğini kucağına boylu boyunca yerleştirdi, daha önce onu hiç görmediğim kadar sinirliydi. Kız kardeşlerinden ikisini ordudan adamlar almıştı; o zaman Trujillo henüz hayattaydı. Ramón doğrularak, “Yola koyulmalıyız” dedi; bir bayrak direği gibi uzun ve inceydi. Her zaman nazikti ve kendinden küçük kardeşlerinin kontrolsüz sarhoşlukları yüzünden hep mahcuptu.
Juan gitmeden önce yüzüme doğrudan bakmak için eğildi. Ben de onu korkutacak bir gücüm varmışçasına gözlerinin içine bakarak karşılık verdim. Biraz geri çekilir gibi yaptı, ardından aniden bana doğru ileriye atılıp yüksek ve ısrarlı bir sesle havladı. Havladı da havladı. Durmadan havladı. Ondan uzaklaşmak için geri sıçradım, su getirmek için kapının yanı başında tuttuğumuz plastik kovanın üzerine devrildim. Kahkahaya boğuldu. Koca bedeni gülerken sarsılıyordu. Benim dışımdaki herkes gülmüştü.
Annem onları uğurladı; arayı uzatmadan yine gelmelerini, kendilerini yabancı hissetmemelerini ve en iyi kızların beklemeye değer olduğunu söyledi. La Capital’e asla gitmediğimizi, öyle restoranlara pek takılmadığımızı çok iyi bildiği halde, “Belki bir gün bir şeyler yemeye şehirdeki restoranınıza geliriz” dedi.
Teresa’nın, annemin en sevdiği elbiseyi aşırıp giyerek gizlice El Guardia’yı görmeye gittiği gün, annem onu ümitsiz vaka ilan etti, benim Juan’la evlenmem en büyük önceliği haline geldi.
“Onu giderken gördün mü?”
“Hayır” dedim yalan söyleyerek.
Annemin beyaz elbisesi Teresa’nın tüm kıvrımlarına dar geliyordu, ki buna dizleri de dahildi. Öyle bir yürüyordu ki sanki topuklarına iliştirilmiş tekerlekler vardı, bedeni her bakımdan kadınsı ve olgundu. “Una mujerota”6 derdi Yohnny. Kalp şeklindeki dudakları, büyük dişleri yüzünden hep aralıktı, ki bu sizi öpmek istiyor izlenimi verirdi.
Annemin aklına, konu komşunun onun hakkında hafifmeşrep diye konuşacak olması ve erkeklerin ona istediklerini yaptırabileceği geldikçe yumruklarını sıkıp saçlarını yolardı. O kadar ki, ensesinde Teresa’nın bu yaramazlığına özgü kel bir bölge vardı. Ancak azarlama ya da dayağın hiçbir dozu Teresa’yı bu adamla birlikte olmaktan alıkoyamazdı.
İlk kaçışında, annem öyle bir bağırmıştı ki bulutlar bütün yükünü toprağa boşaltmış, ortalığı sel götürmüştü. Bütün sabah ben, Teresa, Lenny, Betty, Juanita ve Yohnny evden suları süpürmüş, dışarı kovalarca su atmıştık.
Teresa’nın bigudileri saçlarından birer birer söküşünü, sonra da parmaklarını siyah buklelerinden geçirişini izlemiştim. Teresa’nın o inatçı kalın saçlarını kabartması Juanita’nın tam bir saatine mal olmuştu. Ama buna değmişti. Teresa’nın saçını öyle bir forma sokmuştu ki saçlar kızın yüzünde –güzellik kraliçesi gibi– dans ediyordu.
“Annem seni öldürecek.” Bunu, bizimle aynı yatağı paylaşan ve uyurlarken kolları bacakları birbirlerine dolanmış Juanita’yla Betty’yi uyandırmamak için fısıldayarak söylemiştim. Kedi yavruları gibi mırlıyorlardı. Lenny’yle Yohnny’yi bizden ayıran bir çarşaf vardı. Çarşaf odanın bir duvarından diğerine uzanacak şekilde asılıydı. O kadar yıpranmıştı ki yatmaya gittiğimiz zaman, onun sarı-mavi çiçekli solgun deseni üzerinde birbirimizin siluetlerini ışıklar kapanana kadar görebilirdik. Teresa’nın şansına ikisi de ölü gibi uyurdu.
Uyu artık, düş görüyorsun, zenci kız.
Teresa bir fare gibi parmak ucunda süzüldü. Gece, kurbağaların o felaket çiftleşme sesleriyle dolup taşıyordu; penceremizin tam önünde cırlamalar, cıvıldaşmalar, vıraklamalar gırla gidiyordu.
Babam bunu aşk acıtır diye açıklardı. Sonradan canımızı fena yakacak ebeveynlerimizin endişesiyle,
“Ya annem geri dönmene izin vermezse? Ya sana bir şey olursa?” diye sordum. Yaşadığımız yer yüzünden karanlıktan başka bir şey söz konusu değildi. Bize bir buçuk kilometreden yakın bir başka hane yoktu. Elektriğin de sağı solu belli olmazdı. Bir kesilir bir gelirdi.
Teresa’nın gözleri parladı. “Gel bak, El Guardia yolda beni bekliyor.”
Parmak ucuyla pencereye gittim. Ayışığı palmiyelerin üstünde parlıyordu.
“Herkes uyanmadan dönmüş olurum. Beni merak etme sen, benim küçük kardeşim.”
“İyi de neden beklemiyor ve onunla daha uygun bir yolla birlikte olmayı denemiyorsun? Kendisini tanıtabilir ve evlenmek için anne babamızdan seni isteyebilir. Niyetinin ciddi olduğunu nereden biliyorsun?”
Teresa gülümsedi. “Her şeyden önce annem onu asla kabul etmez. Bir gün anlayacaksın. Aşka düştüğün zaman, herkes sana deli gözüyle bile baksa yine de sonuna kadar gideceksin. İşte bu yüzden buna ‘aşka düşmek’ diyorlar. Onu kontrol edemeyiz.”
“Ben hiç aşka düşmek istemiyorum” demiştim ama sonra gözlerimin içine yüzü kızarmadan bakamayan Gabriel gelmişti aklıma.
Teresa, “Aşk senin tercihine bağlı bir şey değildir” dedi ve sonra Lenny’yle Yohnny’nin gece boyunca yaydıkları o felaket oğlan kokularını yok etmek için tencerenin içinde yanan adaçayını
üfleyerek söndürdü.
Teresa odamızdan süzülerek çıktı. Dönüp bana bakarak göz kırptı, şu dünyada tattığı en lezzetli şey yaşamın ta kendisiymiş gibi dudaklarını yaladı. Annemi, Teresa kadar gençken hayal ettim, aynı hamurdan yoğrulmuşlardı, birbirlerine ne kadar da benziyorlardı. Herkesin Teresa’yı ilk gördüğünde söylediği şey, “Tıpkı annesi!” idi.
Herkesin bir varış hikâyesi vardır. Bu da Juan’ınki. New York City’ye ilk kez gittiğinde elinde sadece bir adres ve cebinde de yirmi dolar vardı. Otobüs onu Broadway’le kesişen 72. Cadde’de, banklarla kafası iyi keşlerle dolu bir adada bırakmıştı. Otomobiller korna çalıp, helikopterler tepesinden gelip geçtikçe kalbi yerinden çıkacak gibi oluyordu. Macerayı her zaman sevmişti ama bu şehir kendisini hızlı olması için öylesine itiyordu ki böyle bir yerde kontrolünü kazanmanın zaman alacağının farkındaydı. Söz konusu numaradaki binayı saptadı ve kırık dökük ön kapıyı bulmayı başardı. Taşıdığı valiziyle beş adet merdiven blokunu tırmandı. Koridorda ampul yoktu. Nemli halıların küflü kokusu çocukken ziyaret ettiği mağaralardakini anımsatmıştı. Ha, mağaraları severdi –kaygan kayalar, karanlık, şelalelerin çağlaması– hayvan gübrelerinin izinden gidip sonunda onlardan birine rastlamak ne güzel bir ödül oluyordu.
Derin bir nefes aldı. Bunu yapabilirdi. Sonunda kapıyı vurduğunda, sefil görünümlü yaşlı bir adam yanıt verdi.
“Siz, Frank?” diye sordu Juan.
Frank odaları kiralayan İtalyandı.
“Evet, evet.”
Böylece adam ona, içinde iki döşek bulunan küçük bir odadan oluşan ilk dairesine girmesi için işaret etmişti. Döşeklerden biri çıplak haldeydi ve üstünde titizce katlanmış bir çarşafla havlu yığını duruyordu. Komşu döşekte perdesi olmayan pencereden gelen cadde ışıklarını engellemek için yüzünü yastıkla kapatmış bir adam uyuyordu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDominikli
- Sayfa Sayısı328
- YazarAngie Cruz
- ISBN9789752211834
- Boyutlar, Kapak13,5 x 21,5 cm, Amerikan Kapak
- YayıneviBilgi Yayınevi / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Mart Şehitleri ~ Volker Kutscher
Mart Şehitleri
Volker Kutscher
Mart Şehitleri şüphe götürmeyen belgesel öğeler ile ince ince örülmüş bir kurmacayı, siyasi olayların karanlığı ile gündelik hayatın parıltılı anlarını aynı yörünge üzerinde hareket...
- Beyaz Diş ~ Jack London
Beyaz Diş
Jack London
Beyaz Diş vahşi bir hayvanın gözünden, hem doğal hayata hem de insanların acımasız dün yasına eleştirel bir bakış… Beyaz Diş Alaska’nın sert doğa koşullarında...
- Sönmüş Hayaller I- İki Şair ~ Honore de Balzac
Sönmüş Hayaller I- İki Şair
Honore de Balzac
Büyük Fransız romancısı Honoré de Balzac, üç ciltlik Sönmüş Hayaller’in bu ilk kitabında taşralı bir ailenin hayatını ve acılarını işliyor.