Sinema ve televizyon ekranlarının sevilen yüzü Bahadır Yenişehirlioğlu yeni romanı TAHTA AT’la bir aile öyküsü üzerinden insanın kendi içindeki iyi ve kötüyle ilişkisini etkileyici bir biçimde anlatıyor. İstanbul’un Boğaz’a nazır tepelerinden birinde görkemli bir villa; Haznedaroğlu Köşkü. Köklü bir ailenin birkaç nesildir yaşadığı göz kamaştırıcı hayat.
Paraya, güce, statüye, delicesine âşık olduğu bir eşe ve güzel bir evlada sahip bir adam, Ekrem Bey. Ekrem’in asil ve iyilik sever eşi, bir kadının belki de en çok istediği şey olan sevilme duygusunu sonuna kadar yaşayan Zerrin Hanım. Ekrem Bey ve Zerrin Hanım’ın gözlerinden sakındıkları, genç ve güzel kızları Elif.
Elif’in hayatında ilk kez aşkın en masum ve güzel halini yaşadığı, yetenekli ve yakışıklı basketbolcu Bora. Dışarıdan bakıldığında göz kamaştırıcı görünen hayatlar arkasında neler gizler? Gün gelir buz tutmuş bir dağda bir filiz çatlatır mı bütün dağı? Yalan nedir gerçekte? Peki ya kötülük? Kötünün karşısında kendini koruma refleksiyle bir an içi ağızdan çıkıveren bir söz büyüye büyüye nasıl bir kâbusa dönüşür? Kötülüğe tutsak kalmış birini oradan ne tutup çıkarabilir? Bu kez TAHTA AT ile bugüne kadar kaleme aldığı en hızlı kurguyla çıkıyor okurlarının karşısında. İnsanın kendi içindeki iyi kötü savaşını yer yer adeta bir Musa kıssası olarak anılacak bir romanla resmediyor. Karakterleri güçlü, kurgusu sağlam ve sürprizlerle dolu bir roman…
Kimi insan neşter gibi keser zamanı
ve kanar günahsız hayatlar
(Şubat, İstanbul)
Soğuk bir şubat ayında kızıl kehribar renkli akşamın buz yüreğinde olacaktı olanlar. Oltu taşı kadar siyah bir zamana tanıklık edecekti her an. Hayatın kontrolünü ele alamayacaktı çiçek dallı bahar. Kötüye dönüşen, buna teşvik eden, kara pelerinlere bürünmüş ruhlar, şiddet ve acılara zafer ganimeti diye bakacaktı.
Tekerlekli bir tabutun İstanbul’un yedi tepesinden birinden bayır aşağı salınıvermesi gibi akıyordu zaman olacaklara doğru. Zamanın akışında karanlık ruh istikrar kazandığında, kötülüğünü zafer olarak kabul ettiğinde ve zifire en yakın olduğu anda çatlar yerinden zaman ve mührünü vurur aydınlık.
Kim bilir. Hep mülteci gibi savunmasız ve garip kalacak değil ya. Aydınlık da cesur olmalı biraz. Yeryüzünde iyi ve kötünün savaşında şerefli iyi şerefsiz kötüye sabretmemeli asla. Aydınlığa gebe odalar, güneşe hasret yüzler bütün pencereleri ardına kadar açmalı. Güneşin iç ısıtan sıcaklığında ne var ne yoksa arınmalı.
Her şey ne denli aşikâr aslında. İnsanın kendi kaderini çizebilme, kendi menkıbesini gerçekleştirebilme azmi ve cesareti olmalı. Bu azim ve cesaretle destek olmalı iyiye, kötülüğün gölgesi düşse de üzerine. Başka türlü nasıl büyür iyi? Nasıl gelişir aydınlık? Ancak çoğu zaman sert esen rüzgârlar bile at koşturdukları yeryüzünde insanoğlunun kötülüğüne şaşıp kalır, siner olduğu yere. Ama soylu olmak istiyorsa insan yalanlara sığınmamalı, savaşmalı, direnmeli, bir korkak gibi gücün karşısında sinip sinsi planlar kurmamalı.
İstanbul’un Boğaz’a nazır tepelerinden birindeki bir köşkün, Haznedaroğlu köşkünün bahçe kapısı görevliler tarafından telaşla açıldı. Siyah bir cip ağır ağır açılan kapıdan girip bahçenin orta yerindeki haşmetli süs havuzunu dolandı ve köşkün önünde durdu. Şoförün yanında oturan genç bir adam, durmasını beklemeden hızla arabadan indi, arka kapıyı açıp beklemeye başladı. Ekrem Bey öfkeli bir şekilde merdivenlere yöneldi. Bu sırada köşkün kapısı çoktan açılmış, hizmetçi saygıyla kenara çekilmişti.
“Hoş geldiniz efendim.”
Ekrem Bey daha merdivenlerde çıkarmaya başladığı paltosunu hizmetçiye uzattı. Paltoyu saygıyla alan hizmetçi ardından
kendisine uzatılan kaşmir kaşkolü yere düşürmeden yakalamak
için Ekrem Bey’in peşinden koşturdu.
“Zerrin Hanım evde mi?”
“Odasında efendim.”
“Çalışma odasına geçiyorum, kimse rahatsız etmesin.”
Bu esnada cipi takip eden araç da park etmiş, içinden çıkan iki adam patronlarının ardından eve girmişlerdi. Hizmetçi elindeki paltoyla atkıyı vestiyere asıp adamların ardından köşkün kapısını kapattı. Tedirginlik içindeki adamlar holde beklemeye başladılar.
Holün ortasındaki çift taraflı merdiveni çıkmakta olan Ekrem Bey bir an durdu. Arkasına bakmadan, “Orada dikilip duracak mısınız!” diye bağırdı. Adamlar hemen patronlarını takip etmeye başladılar. Ekrem Bey önde adamlar arkada üst kattaki koridorun sonundaki çalışma odasına doğru sessizce yürüdüler. Ekrem Bey maun kaplı kapıyı açıp içeri girdi. Son derece şık döşenmiş oda boydan boya Boğaz’ı görüyordu. Deri koltuğun üzerinde asılı, şaha kalkmış yağlıboya at resmi neredeyse bütün duvarı kaplamıştı. Deri koltuğun önündeki orta sehpanın üstünde antika şamdanlar ve İran işi bir tavla duruyordu. Ekrem Bey pencerenin önündeki gül kaplama çalışma masasına geçti. Cebinden çıkardığı tabakadan bir dal sigara çekti.
Dupont marka çakmağın kapağını şık bir hareketle açtı. Açılan kapağın tınısı odanın sessizliğinde yankılandı. Çakmağın alevinin hareketlerini seyretti bir süre Ekrem Bey ama sigarasını yakmadı. Çakmağın kapağını kapattı. Maroken koltuğuna oturdu, ayaklarını masaya uzattı. Mağrur bir ifadeyle çenesini yukarı kaldırmış, bir kaşı havada babasının fotoğrafına takıldı gözü. “Herkes güç ister oğlum,” sözünü duyar gibi oldu kulaklarında.
Sonra adamlarına döndü: “Bunu halledememenizin bana nelere mal olacağının farkındasınız değil mi? Sonuçlarının nereye varacağını tahmin edebiliyor mu o kafalarınızın içindeki küçük beyinleriniz? Yarım bıraktığınızı, beceremediğinizi ne pahasına olursa olsun halledeceksiniz. Ayağımın altından kalkacak o adam.” Sesinde fırtına öncesi sessizlik vardı. Genelde patlamadan ve can yakmadan önceki hali hep böyle olurdu. Konuşmasının ardından sigarasını yaktı. Tabakayı ve çakmağı çalışma masanın üzerine bıraktı. Oturduğu koltuktan kalktı. Sigarasından çektiği derin nefesi Boğaz’a doğru üfledi. Bir süre dışarıyı izledikten sonra sert bir tonla emrini verdi.
“Bu gece ne pahasına olursa olsun o deyyus ortadan kalkacak.” Karşısında elleri önlerinde, başları eğik adamlar tek bir ağızdan, “Emriniz olur beyim,” diye karşılık verdiler. Ekrem Bey arkasına dönüp adamlarının yüzlerine baktı. İkisi de -tahmin ettikleri şeyin gerçekleşecek olmasından olsa gereksuçlu çocuklar gibi titriyorlardı. Ekrem Bey ağır ağır adamlara doğru yürümeye başladı. Neredeyse burun buruna değecek kadar gelip tam önlerinde durdu. Adamlardan diğerine nazaran daha genç olanı gözlerini sımsıkı kapatmıştı. Ekrem Bey genç olana aniden güçlü bir tokat attı.
Adam yere yuvarlandı ama hemen ardından toparlanıp tekrar hazır ola geçti. Ekrem Bey bağırıyordu: “Daha önce emrim olmamış mıydı ha?” Adamlar susuyorlardı. Tokatladığı adamın yanındakine döndü bu sefer. Adam ayaklarını yere sağlam basmış, bekliyordu. Fakat beklediği gibi olmadı. Ekrem Bey’in sesi biraz öncekinden farklıydı. Fısıldar gibi konuştu.
“Bu işi bitmiş kabul ediyorum. En ufak bir problem istemiyorum. Konu kapandı tamam mı,” diye adamın yanağına usul usul vurdu şefkatle. Adam bir an için kurtulduğunu sandı ve gevşedi. “Hiç merak etmeyin efendim. Bir daha tekrarlanmayacak. Emin olabilirsiniz,” dediği esnada Ekrem Bey’in bir öncekinden daha şiddetli tokadı yüzünde çaktı şimşek gibi. Adam sendeledi ama diğeri gibi düşmedi. Ekrem Bey gözlerini hiç kırpmadan adamın gözlerinin içine bakmaya devam ediyordu. Aslında adamın gözlerinin içinden başka şeylere bakıyordu. İçinden, ‘Nihayet karısı hamile kalmış. En çok istediğim şey doğurması, sağ salim doğurması. O zaman anlayacak ateşin ne demek olduğunu hain. Ama daha zamanı var,’ diye geçirdi. Ekrem Bey’in bakışları gittiği yerden geri döndü, şimdi karşısındaki adamın yüzünü görüyordu.
Adam bu bakışlardan tedirgin oldu. Adeta onu tahlil ediyor, iç dünyasını okuyor gibi bakıyordu patronu. Sonra birden işaret parmağı ve başparmağıyla adamın boğazını tuttu ve mengene gibi sıkmaya başladı. Adamın kulağına doğru eğildi, kısık ama kararlı bir sesle konuşuyordu: “Karını bundan böyle dövmeyeceksin. Karını dövdüğünde erkek mi oluyorsun deyyus? Her tokatta daha da zevkleniyor musun? Erkekliğin mi artıyor ha?” Ekrem Bey’in yüzünde garip, yaptığı işten zevk alan bir ifade vardı. Avına sokulmuş bir panter gibi gözleri parladı. Dişlerini sıkıyordu. Işıkları sönük bir odada yatağının içine oturmuş, elleriyle kulaklarını kapatır hissetti bir an kendini. Tahta atına sarılmak istedi ama korkudan yerinden kıpırdayamıyordu. Adamın çıkardığı boğuk ses üzerine kendine geldi. Adam nefes almakta zorlanıyordu.
Aklına dün gece gerçekten karısını dövdüğü sahne geldi. İyi de patronu bunu nereden biliyordu! Karısı şikâyet etmiş olamazdı, buna cesaret edemezdi. Peki o zaman? Bu düşünce, adamın betini benzini soldurdu. Ekrem Bey tekrar adama sokuldu, kulağına eğildi. “Seni aciz, hiçbir şeyin benden gizli kalmayacağını bilmiyor musun?” Adam gıkını bile çıkaramadı.
“Yakında. Az kaldı. Size bahsettiğim diğer işi halledeceksiniz. Haber vereceğim. Şayet bu işi de diğeri gibi elinize yüzünüze bulaştırırsanız yaşatmam sizi. Anlıyorsunuz değil mi? Her şeyden daha önemli, hem de her şeyden. Yaptığının karşılığını ödeyecek.” Ekrem Bey’in karısı Zerrin Hanım çalışma odasının kapısında içeride konuşulanları dinliyordu. Ekrem Bey bir süre sonra elini gevşetti. Adam bir yandan öksürüp diğer yandan korkarak, “Emredersiniz beyim,” demeye çalıştı. “Zamanı geldiğinde talimatları vereceğim. Şimdi çıkın, gözüm görmesin sizi daha fazla.” Zerrin Hanım adamlarla karşılaşmamak için usulca kapıdan uzaklaşıp kendi odasının kapısına geldiğinde çalışma odasından çıkan adamlar göründü.
Odasından çıkıyormuş hissini verip, “Ekrem Bey geldi mi?” diye sordu. Boğazının her iki yanı kızarmış adama acıyarak baktı. Hikmet, bakışlarını Zerrin Hanım’dan kaçırarak, “İçeride hanımım,” dedi ve hızla koridoru geçip yanındaki kendisinden daha yaşlı olan adamla hızla merdivenlerden inmeye başladı. Yanağında Ekrem’in attığı tokadın izi hâlâ duruyordu. Zerrin Hanım, Hikmet’e diğerlerinden daha başka bir ilgi gösterirdi. Yetimhanede büyümüş bu delikanlıya çok yardımda bulunmuştu. Onu kocasının yanında işe sokan da kendisiydi.
Ama o zamanlar kocasını bugünkü gibi tanımıyordu. Güçlü, uluslararası ticaret yapan önemli bir iş adamı, hepsi bu. Ama yetimhane anılarını dinlediği bu genci kendi elleriyle içine soktuğu bu cendereden kurtarması artık hiç mümkün değildi. Çalışma odasına yönelen Zerrin Hanım içeri girdi.
“Hoş geldin.” Ekrem Bey elindeki sigarayı kristal kül tablasına bastırdı ve karısına yönelip yanağına bir öpücük kondurdu. Zerrin Hanım geri çekildi. Göz göze geldiler. Bu geriye çekilmenin üzerinde durmayan Ekrem Bey, “Hayatım, kurt gibi açım, hadi yemeğe geçelim,” diyerek odadan çıktı. Zerrin Hanım kuşku dolu gözlerle bir süre kocasının ardından baktı. Kalbini göğsünün içinde tutmakta zorlanıyordu. Kristal bir fanusun içinde nefes almaya çalışan bir kelebek gibi çarptı kalbi. Bu kalp çarpıntısı bütün güzel hikâyelerden uzaklaşmasından, hiçbir dayanak noktasının kalmamasından, bütün anlamların çekilmesindendi. O zamanlar yazdığı aşka dair dizeleri hatırlamayalı ne çok zaman olmuştu. İçine sıkıştığı hayatın gerçekliğinde bütün imgeler yok olup gitmiş, kendini bir buyruğa adamış gibi hayatına yeni bir biçim vermişti. Gerçeğin ta kendisi gibi ortada duran anılarla o anda yaşanan gerçekliğin zıtlığı arasında kalan bir kadın çoğunlukla eğilir, bükülür, şekil değiştirir.
Bu katlanılmaz sıkışmışlık hissinden, cenderenin can yakan baskısından ancak bir ihanetle ödeşebilir kimi zaman. Kapıdan çıkmakta olan Ekrem Bey geri döndü: “Gelmiyor musun?” diye sordu. Adeta varlığı yoktu, yalnızca sahip oldukları vardı Ekrem Bey’in. Bu yüzden daimi bir emretme tonu yayılırdı sesinden. Yüzüne bütün zamanların dışına taşan varlığın dayanılmaz zaruretinden sahte bir gülücük konduran Zerrin Hanım, “Geliyorum,” diyerek kapıya yöneldi.“Hoş geldin.” Ekrem Bey elindeki sigarayı kristal kül tablasına bastırdı ve karısına yönelip yanağına bir öpücük kondurdu. Zerrin Hanım geri çekildi. Göz göze geldiler. Bu geriye çekilmenin üzerinde durmayan Ekrem Bey, “Hayatım, kurt gibi açım, hadi yemeğe geçelim,” diyerek odadan çıktı. Zerrin Hanım kuşku dolu gözlerle bir süre kocasının ardından baktı. Kalbini göğsünün içinde tutmakta zorlanıyordu.
Kristal bir fanusun içinde nefes almaya çalışan bir kelebek gibi çarptı kalbi. Bu kalp çarpıntısı bütün güzel hikâyelerden uzaklaşmasından, hiçbir dayanak noktasının kalmamasından, bütün anlamların çekilmesindendi. O zamanlar yazdığı aşka dair dizeleri hatırlamayalı ne çok zaman olmuştu. İçine sıkıştığı hayatın gerçekliğinde bütün imgeler yok olup gitmiş, kendini bir buyruğa adamış gibi hayatına yeni bir biçim vermişti.
Gerçeğin ta kendisi gibi ortada duran anılarla o anda yaşanan gerçekliğin zıtlığı arasında kalan bir kadın çoğunlukla eğilir, bükülür, şekil değiştirir. Bu katlanılmaz sıkışmışlık hissinden, cenderenin can yakan baskısından ancak bir ihanetle ödeşebilir kimi zaman. Kapıdan çıkmakta olan Ekrem Bey geri döndü: “Gelmiyor musun?” diye sordu. Adeta varlığı yoktu, yalnızca sahip oldukları vardı Ekrem Bey’in. Bu yüzden daimi bir emretme tonu yayılırdı sesinden. Yüzüne bütün zamanların dışına taşan varlığın dayanılmaz zaruretinden sahte bir gülücük konduran Zerrin Hanım, “Geliyorum,” diyerek kapıya yöneldi.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıTahta At
- Sayfa Sayısı336
- YazarBahadır Yenişehirlioğlu
- ISBN9786050826777
- Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
- YayıneviTimaş / 2021
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Aşk, Hürriyet, İstibdat ~ Akif Kurtuluş
Aşk, Hürriyet, İstibdat
Akif Kurtuluş
“Kendini özgür hisseden bir mahkûmdu aslında. Özgür hissetmekle özgür olmak farklıydı. Özgürlük ancak bunun için bir bedel ödersen, direnirsen geliyordu. Oysa kendisi Kara İzzet...
- Abbas Dayı Hadisesi ~ Serdar Uslu
Abbas Dayı Hadisesi
Serdar Uslu
Bir pastanede çalışan Servet, ve arkadaşları boş zamanlarında bir kulübede toplanıp birbirlerine korku hikâyeleri okumaya bayılırlar. Her şey yolunda giderken bir gün mahallede kimseyle...
- Üç Anadolu Efsanesi – Köroğlu, Karacaoğlan, Alageyik ~ Yaşar Kemal
Üç Anadolu Efsanesi – Köroğlu, Karacaoğlan, Alageyik
Yaşar Kemal
Halk söylencelerine, efsanelere duyduğu hayranlıkla Köroğlu, Karacaoğlan ve Alageyik efsanelerini kendine has tarzıyla kaleme alan Yaşar Kemal, anlatım gücünü besleyen bereketli topraklara olan vefa...