Edebiyat tarihine armağan ettiği ölümsüz karakterler ve çarpıcı kurgularla dünya edebiyatının önde gelen isimlerinden, Nobel ve Pulitzer ödüllü yazar Toni Morrison ırk ve cinsiyet ayrımcılığını görünür kılan romanlarıyla okurların belleğinde eşsiz bir yer edinmiştir.
Kadın olmanın kuşatılmışlığını birlikte, yoksulluk ve yoksunluk içinde büyürken öğrenen iki kız arkadaş üzerinden suçu dahi paylaşmanın, aşkın ve ihanetin çarpıcı hikâyesi Morrison’un şiirsel dilinde hayat buluyor. Toplumsal normları kabullenişle, kendini bulma ve özgürleşme çabasının çelişkisi dönemin çetin atmosferinde gitgide çözümsüz bir hal alırken, farklı olana karşı duyulan korkunun birleştirici gücü Morrison’un usta kalemiyle gözler önüne seriliyor.
“Benim görmüş geçirmiş gülümü benden başka kimse
bilmiyordu… onca görkem bana kısmet oldu.
Böylesi bir görkem kimsenin yüreğinde olsun istemiyorlar.”
–Döğme Gül
BİRİNCİ BÖLÜM
Medallion City’ye yapılacak golf sahasına yer açmak için böğürtlenleri, it üzümlerini kökledikleri yerde eskiden bir mahalle vardı. Bir vadi kasabası olan Medallion’ın yukarısındaki tepelere kurulmuş, ta ırmağa kadar uzanan bir mahalle. Şimdi oraya banliyö deniyor, ama orada siyahlar yaşarken Taban denirdi. Meşelerin, kayın ve kestane ağaçlarının, akağaçların gölgelediği bir yol, mahalleyi vadiye bağlardı. Kayın ağaçları yok artık, armut ağaçları da yok, çocuklar armut ağaçlarının dallarına oturur, aşağıdaki yoldan geçenlere çiçek açmış dalların arasından bağırırlardı.
Medallion’dan golf sahasına giden yola düzensizce dağılmış renkleri soluk, sıvaları dökük yapıların yıkılması için cömertçe para ayrılmış durumda. Bilardo salonu diye bir şey bırakmayacaklar, bir zamanlar iskemlelerin bacakları arasındaki çubuklardan sarımsı kahverengi, uzun pabuçlu ayaklar sarkardı. Çelik bir balyoz İrene’in Güzellik Salonunu un ufak edecek, bir zamanlar kadınların gittiği, saç yıkama teknesine dayanmış başlarını İrene, Nu Nile ile köpürtürken uyukladıkları salon. Hâki tulumlu adamlar, Reba’nın Et Lokantasının tahtalarını sökecekler – başında şapkası olmadan malzemelerini anımsayamadığı için yemek pişirirken başından şapkasını eksik etmeyen Reba’nın lokantasını.
Taban denen mahalleden geriye hiçbir şey kalmayacak (aşağıdaki ırmağın üstündeki köprü gitti bile), ama belki de böylesi daha iyi, çünkü orası bir kasaba bile değildi: Alt tarafı bir mahalle, vadideki insanlar dingin havalarda bazen oradan gelen bir şarkı, bazen bir banço sesi duyar, vadide yaşayanlardan birinin kira ya da sigorta taksitleri toplamak gibi bir iş için tepelere yolu düşerse çiçekli entari giymiş siyahi bir kadının bir ağız mızıkasının neşeli müziğine uyarak biraz şişine şişine yürüdüğüne, biraz kıvırtıp biraz “çalkala”dığına tanık olabilirdi. Mızıkanın içine hava üfleyip sonra havayı içine çekerek mızıka çalan adamın tulumunun, ayakkabılarının üzerinde gezinen sarı tozlar, kadının çıplak ayaklarından kalkan tozlardır. Kadını izleyen siyahlar güler, dizlerini ovuştururlar, vadi adamının kahkahaları duyması kolaydır ama gözkapaklarının altında, başlara sarılmış bezlerin, yumuşak fötr şapkaların altında bir yerde gizlenen, avucun içinde, yıpranmış ceket yakalarının altında bir yerde, kas kirişinin kıvrımının bir yerinde gizli, yetişkin insan acısını gözden kaçırması da o kadar kolaydır. Bu kişinin Aziz Matthew Kilisesinde en gerilerde durması gerekecekti, tenorun sesinin kendisini ipekli bir kumaş gibi sarmasına ya da (sekiz yıldır çalışmamış olan) tahta kaşık ustalarının ellerine dokunmasına, tahtanın üzerinde dans etmiş olan parmakların kendi derisini okşamasına izin vermesi gerekecekti. Yoksa acıyı gözden kaçıracaktır, o gülüş acının bir parçası olsa bile.
Şimdi bulundukları bu yere nasıl geldiklerini bir gıdaklama sesi, , bir diz dövme hareketi, gözlerden yaşlar süzülürken gülmek bile açıklayabilir. Bir fıkra. Zenci fıkrası. Böyle başladı. Kasaba değil kuşkusuz, kasabada zencilerin yaşadığı, yukarıda, tepede olmasına karşı Taban dedikleri bölge. Tam bir zenci fıkrası. Fabrikadan çıktıktan sonra biraz rahatlayacak bir yer arayan beyazların anlattığı türden bir fıkra. Yağmur yağmadığı ya da haftalarca yağdığı zaman nasılsa biraz rahatlanacak bir yer arayan siyahilerin kendileriyle dalga geçmek için anlattığı cinsten bir fıkra. İyi yürekli beyaz bir çiftçi, birtakım zor işleri yaparsa kölesine özgürlüğüyle birlikte taban araziden biraz toprak vereceğini söylemiş. Köle de işi bitirdiği zaman çiftçiden pazarlığın ona düşen kısmını yerine getirmesini istemiş. Özgürlük kolaymış – çiftçinin buna bir diyeceği yokmuş. Ama toprak vermek o kadar kolay değilmiş. Bunun üzerine köleye vadideki topraklardan vermek zorunda olduğu için çok üzüldüğünü söylemiş.
Taban araziden bir parça veririm, diye düşünmüşmüş. Köle şaşırmış, vadi arazisi taban arazi değil mi zaten, demiş. Efendisi, “A, hayır! Şu tepeleri görüyor musun? Taban arazi orası, verimli topraklar,” demiş. “Ama orası yüksek tepe,” demiş köle. “Bize göre yüksek,” demiş efendisi, “ama Tanrı yukarıdan baktığı zaman orası taban arazi.
İşte bu yüzden oraya öyle diyoruz. Göğün tabanı – en iyi topraklar oradadır.” Bunun üzerine köle, aman bana oradan toprak ver, diye efendisini sıkıştırmış. Vadide toprak sahibi olmaktansa orada toprak sahibi olmak istiyormuş. Dediği gibi de olmuş. Zenci dağlık tepelik yerden payını almış, ekip biçmenin olağanüstü güç olduğu, toprakları aşağı kayan, kayarken tohumları da alıp götüren, rüzgârın bütün kış eksik olmadığı yerden yani. İşte Ohio’nun bu küçük ırmak kasabasında beyazlar bereketli vadi tabanında yaşarken siyahilerin neden yukarıdaki tepelere yerleştiklerini, aşağıdaki beyaz insanlara her gün gerçek anlamda yukarıdan bakmak gibi küçük bir avuntuyla yetindiklerini açıklıyor bu. Yine de tepedeki Taban çok hoştu. Kasaba büyüdükten, çiftlik arazileri köye, köy ise bir kasabaya dönüştükten,Medallion’ın sokakları bu gelişimler sonucunda tozlu ve sıcak hale geldikten sonra, Taban’daki kulübeleri gölgeleyen o kalın ağaçları görmek olağanüstü güzel bir şeydi. Bazen oraya giden avcılar beyaz adamın gerçekten de haklı olup olamayacağını için için merak ediyorlardı.
Belki orası göğün tabanıydı. Siyahlar bunu kabul etmezlerdi ama düşünecek zamanları yoktu. Onlar dünyevi şeylerle ve birbirleriyle fazla ilgiliydiler, hatta ta 1920’lerde bile Shadrack’in ne olduğunu, kasabalarında büyüyüp bir kadın olan küçük kız Sula’nın ne olduğunu, Taban denen bu yüksek yere çakılıp kalmış olan kendilerinin ne olduğunu merak ediyorlardı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Edebiyat Roman (Yabancı)
- Kitap AdıSula
- Sayfa Sayısı188
- YazarToni Morrison
- ISBN9789755709215
- Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
- YayıneviSel Yayınları / 2018
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Dünyanın Merkezine Tünel Kazmak ~ Kevin Wilson
Dünyanın Merkezine Tünel Kazmak
Kevin Wilson
“Merak ediyorum, acaba insanoğlunun takıntıları da, Japon balıkları gibi, koşullar ne kadarına izin verirse o kadar mı büyüyor?” Kevin Wilson’ın karakterleri gerçekle hayal, sıradanla...
- Lilith ~ Nikki Marmery
Lilith
Nikki Marmery
Havva’dan önce Lilith vardı. Lilith ve Âdem, Cennet Bahçesi’nde eşit ve mutludurlar. Ta ki Âdem, Lilith’in kendi iradesine boyun eğip onun altına yatması gerektiğine...
- Bir Katilin İtirafları ~ Joseph Roth
Bir Katilin İtirafları
Joseph Roth
1930’lu yıllar, Paris. Quatre Vents Sokağı’nda Rus mültecilerin uğrak yeri olan bir Rus restoranı: Tari-Bari. Ve müdavimler arasında dikkat çeken, “katil” lakaplı bir adam:...