Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Küçük Sırlar
Küçük Sırlar

Küçük Sırlar

Jennifer Hillier

Marin’in mükemmel bir yaşamı vardı. Üniversite aşkıyla evlenmişti, kendi lüks kuaför zincirini kurmuştu ve eşi Derek de kendi şirketini yönetiyordu. Herkes sevgi dolu aile…

Marin’in mükemmel bir yaşamı vardı. Üniversite aşkıyla evlenmişti, kendi lüks kuaför zincirini kurmuştu ve eşi Derek de kendi şirketini yönetiyordu. Herkes sevgi dolu aile hayatlarına gıptayla bakıyordu. Ta ki günün birinde oğulları Sebastian’ın kaçırılmasıyla o mutlu tablo paramparça olana kadar.

Oğlunun ortadan kaybolmasının üzerinden bir yıl geçmiş, Marin sanki kendisinin bir hayaletine dönüşmüştü. FBI soruşturması askıya alınmış, ilanlar eskide kalmış, o hariç herkes hayatına devam etmenin yolunu bulmuştu. Polisin bıraktığı yerden araştırmaya devam etmesi için tuttuğu özel dedektifin bulduklarına bakılırsa, genç bir kadınla aylardır yasak aşk yaşayan Derek her şeyi çoktan unutmuştu. Marin’i hayata döndüren de işte bu olmuştu. Oğlunu kaybetmişti; kocasını da kaybetmeye hiç niyeti yoktu. Kendisinin taban tabana zıddı olan Kenzie Li kanlı canlı bir düşmandı, bu da demekti ki Marin bu sorunu halledebilirdi.

Hem de kalıcı olarak.

Darren ve Mox’a
Bugünlere parçalana parçalana geldim
Yine olsa yine yaparım ve
Lori Cosetto’ya
Sen olmasan üstesinden gelemezdim
Sana sonsuza dek minnettar olacağım

BIRINCI BÖLÜM

Pike Place Çarşısı sıradan bir günde tam bir turist tuzağıydı. Buna bir de son dakika bayram alışverişi yapanlar ve aralık ayında neredeyse hiç görülmeyen ılıman, güneşli bir hafta sonu eklenince, o cumartesi akşamüzeri Seattle’ın en kalabalık yeri oluvermişti. Sebastian’ın montu Marin’in alışveriş poşetlerinden birine tıkıştırılmıştı ama oğlan yine de şıpır şıpır terliyordu. Ne zaman Marin’i gitmek istediği bir tarafa doğru çekiştirse minik eli onunkinin arasından kayıveriyordu. “Anne, lolipop istiyorum,” dedi ikinci kez. Yorulmuştu, huysuzlanmaya başlamıştı ve şu anda asıl ihtiyacı öğle uykusuna yatmaktı. Ama Marin’in alması gereken son bir hediye daha vardı. Marin sevdiklerine düşünceli, kişiye özel hediyeler almakla övünürdü. Ne var ki bu Noel alışverişi dört yaşındaki oğlunu fena sıkıyordu.

Sebastian’a göre Noel Baba ona hediyelerini getirecekti zaten; dolayısıyla şu anda onun ilgilendiği tek şey şekerdi. “Bash, lütfen, beş dakika daha,” dedi Marin burnundan soluyarak. “Sonra gidip şekerini alacağız. Ama şimdi uslu durman lazım. Anlaştık mı?” Makul bir pazarlıktı, keza Sebastian mızmızlanmayı kesti. Çarşıda şekerci dükkânı vardı. Orayı iyi biliyorlardı, kapısını az aşındırmamışlardı. Abartısız, elit bir mekândı ve dahası, içeride şekerlemenin her çeşidi bulunsa bile özellikle “çekirdekten–çikolataya el yapımı Fransız usulü yüksek kalite krem karamel topları”yla bilinirdi. Vitrini Tiffany mavisiydi ve camların üzerinde eski tip yaldızlı el yazısıyla fiyakalı ismi yazıyordu: La Douceur Parisienne. İçerideki en ucuz ürün dört dolardan başlıyordu, Sebastian’ın istediği gökkuşağı renklerindeki büyük lolipopsa beş dolardı. Evet, bir şeker beş dolardı. Marin bunun ne kadar saçma olduğunun farkındaydı elbette.

Ama Sebastian’ın suçu yoktu, daha önceki gelişlerinde onu çikolata almak için ki çikolataları hakikaten efsaneydi o dükkâna sokmamış olsaydı çocuğun o şekerlerden haberi bile olmayacaktı. Gerçi onu ara sıra şımartmaktan zarar gelmezdi, hem La Douceur Parisienne’deki her şey organik şeker kamışı ve yerel bal kullanılarak yapılırdı. Öte yandan Derek’in, karısının bu gerekçesini yuttuğu pek söylenemezdi. Ona göre Marin, minik oğullarını kendisi gibi züppe biri olarak yetiştirmesine kılıf uydurmaya çalışıyordu.

Ama Derek yanlarında değildi. Marin çabucak yorulan dört yaşındaki oğullarıyla beraber çarşı pazar dolaşırken, o Birinci Cadde’deki bir spor pubında bira içerek Huskies’in maçını izliyordu. Marin’in cebi titredi. Çarşı telefonun sesini duyamayacağı kadar gürültülüydü ama titrediğini hissedebiliyordu, oğlunun elini bırakıp telefonu cebinden çıkardı. Arayan Derek olabilirdi, belki de maç erken bitmişti. Ekrana baktı; hayır, kocası değildi.

Şu anda laklak yapacak hâli yoktu ama Sal arıyordu. Açmamazlık edemezdi. Oğluna, “Bash, yanımdan ayrılma,” deyip aramayı kabul etti. “Efendim?” Telefonu kulağıyla omzunun arasına sıkıştırırken bu gibi durumlar için AirPods’u olsa ne iyi olurdu diye düşündü ama sonra ortalıkta AirPodslarıyla yürüyen uyuz annelerden olmak istemediğini hatırladı. “Her şey yolunda mı? Annen nasıl?” Sebastian’ın elini yeniden tuttu ve en eski dostu stres yüklü sabahını anlatırken onu dinledi. Sal’in annesi kalça ameliyatı olmuştu. Derken biriMarin’e çarparak cüzdanını ve alışveriş çantasını düşürmesine sebep oldu. Ona çarpan kişi özür bile dilemeden yoluna devam edince Marin arkasından ters ters baktı. Turistler. “Anne, telefonu kapat artık.” Sebastian elini çekiştirdi, yine mızmızlanmaya başlamıştı. “Lolipop alacağız dedin.

Büyük olandan. Fırıl fırıl dönenden.” “Bash, ben sana ne dedim? Beklemek zorundasın. Önce yapacak başka işlerimiz var.” Telefonuna döndü. “Sal, kusura bakma ama ben seni sonra arasam olur mu? Çarşıdayız, burası çok gürültülü.” Telefonu cebine koyduktan sonra, yaptıkları pazarlığı Sebastian’a bir kez daha hatırlattı. Bu pazarlık olayı ikisi için de yeniydi, bundan birkaç ay önce Sebastian banyo yapmak istemediğinde başlamıştı. Marin, “Eğer şimdi banyonu yaparsan yatarken sana fazladan bir kitap daha okurum,” dediğinde Sebastian hemen yelkenleri suya indirmişti.

Dahası, bu pazarlık olayından ikisi de kârlı çıkmıştı. Artık banyolar çok daha rahat geçiyor ve sonrasında, Sebastian mis kokulu saçını yanağına dayamış hâlde yanında yatarken, Marin ona kendi çocukluğunun kitaplarını okuyordu. Meraklı George ve İyi Geceler Ay Dede muhakkak okunanlardandı.

Uyku öncesi ritüelleri Marin’in en sevdiğiydi, öyle ki oğlunun ona sarılıp uyumayı bırakacağı, kendi kitaplarını kendinin okumak isteyeceği günün gelmesinden ödü kopuyordu. Neyse ki Sebastian şimdilik sessizdi çünkü Marin ona bir kez daha mızırdanırsa şeker meker almayacağını söylemişti. Marin de Bash kadar yorgundu ve bunalmıştı, dahası acıkmıştı ve kafein eksikliği çekiyordu. Ama şeker ve de kahve beklemek zorundaydı. Derek’le şekerci dükkânının yanındaki, dünyanın ilk Starbucks’ında buluşacaklardı ama alışveriş bitmeden ikisine de ödül yoktu. Listesindeki son hediyenin sahibi, Marin’in şehir merkezindeki güzellik salonunun yöneticisi Sadie’ydi. Sadie altı aylık hamileydi ve işi bırakıp tam zamanlı anneliğe geçiş yapabileceğinin sinyallerini veriyordu. Marin, kadınların kendileri ve aileleri için en doğru olanı yapmayı seçmesine büyük saygı duysa da Sadie’yi kaybetmeyi istemiyordu.

Sadie, çarşının alt katlarındaki bir sahafta Beatrix Potter’ın Tavşan Benjamin Masalı adlı kitabının ilk baskısını gördüğünü söylemişti. Eğer hâlâ duruyorsa Sadie’ye onu alacaktı. On yıllık değerli bir çalışanıydı ve özel ilgiyi hak ediyordu. Hem belki böylelikle Sadie patronunu ve işini ne kadar sevdiğini hatırlar, doğum izninden sonra işe geri dönmeyi seçerdi Sebastian yine Marin’in elini çekiştirmeye başladı ama Marin onun elini sıkıca tutup oğlanı sahafa soktu, çok şükür Potter ilk baskısı hâlâ duruyordu. Kasada parasını öderken birkaç tane de Kaplumbağa Franklin kitabı alıverdi. Üst kata çıkarlarken telefonu bir kez daha titredi. Bu kez mesaj gelmişti. Maç bitti. Tanrı’ya şükür Derek’ti. Onun yardımı hiç fena olmazdı. Size doğru geliyorum. Neredesiniz? Sebastian’ın terli minik elinin kendi elinden kaydığını hissetti.

Ama sorun değildi, ne de olsa Derek’e cevap yazmak için iki eline ihtiyacı vardı. Hem oğlu hemen yanı başındaydı zaten, nihayet onun çevik adımlarına yetişmeye başlamıştı, kolunu bacağında hissederken şekerci dükkânına doğru hızlı adımlarla yukarı çıkıyorlardı. Söz sözdü, hem çikolata kaplı ahududulu trüfün ağzında eridiğini hayal etmek onu da sözünü tutmaya teşvik etmiyor değildi hani. Şu lüks şekerci dükkânına gidiyoruz, diye yazdı.

Sonra da Starbucks’a geçeceğiz. İstediğin bir şey var mı? Taco, diye yanıtladı kocası. Kurt gibi açım. Starbucks yerine yemek kamyonlarının orada buluşsak olmaz mı? Marin yüzünü buruşturdu. Yemek kamyonlarında satılan tacoları pek sevmezdi, daha doğrusu sokakta satılan yiyeceklerin hiçbirini sevmezdi. Orada en son taco yediğinde hasta olmuştu. No bueno, * diye yazdı. Fénix’e uğrayıp birkaç tane didilmiş domuz etli sandviç alalım, evde yeriz. Eti daha iyi.

Ben ŞİMDİ açım, diye yanıtladı Derek. Açlığımı bastıracak bir şeyler yemem lazım. Hem bebek, eğer uslu bir kız olursan bu gece sana daha kallavi bir et veririm ben. Marin gözlerini devirdi. Kocalarının artık onlarla flörtleşmediğini söyleyen arkadaşları vardı. Oysa onunki hiç durmuyordu. Peki. Ye bakalım o yağlı tacoyu ama bu sözünü hatırlatırım, koca adam. Harika çünkü zaten sıraya girmiştim. Mesajının sonunda bir de göz kırpan emoji vardı. Birazdan yanınıza gelirim. Bu arada Bash’a churro alacağım. Marin kızarmış tatlıyı veto edeceği sırada Sebastian’ı artık bacağında hissetmediğini fark etti. Başını telefonundan kaldırıp her dakika biraz daha ağırlaşan çantasını düzeltti.

Sonra yeniden aşağıya ve etrafına bakındı. “Bash? Sebastian?” Sebastian ortalıkta görünmüyordu. Marin refleks olarak durunca arkasından gelen adam ona çarptı. “Yolun ortasında pat diye durmazlar mı, uyuz oluyorum,” diye söylendi yanındakine, sonra oflaya puflaya Marin’in etrafından dolandı. Ama Marin’in umurunda değildi. Oğlunu göremiyordu ve paniklemeye başlamıştı. Boynunu uzatarak, çarşıda sürü hâlinde ilerliyormuş gibi görünen insan kalabalığına bakındı. Sebastian fazla uzaklaşmış olamazdı. Gözleri etrafta fellik fellik oğlunun, rengi ve yapısı itibarıyla kendininkine çok benzeyen koyu renkli saçlarını aradı.

Üzerinde kahverengi-beyaz ren geyiği kazağı vardı; güzellik salonunun eski müdavimlerinden biri örmüştü o kazağı, Sebastian da o kadar sevmişti ki o hafta hemen her gün giymek istemişti. Gözleri ve ağzı yerine geçen düğmelerin üzerindeki sahte kürkten yapılma kulaklarıyla çok şirin bir kazaktı. Marin, Sebastian’ı hiçbir yerde göremedi.

Ne ren geyiği vardı ne de Sebastian. Şimdi kalabalığı ittire ittire ilerliyor, bir o yöne bir bu yöne dönüyor, bu sırada da cüzdanının, montlarının ve de ağzına kadar dolu alışveriş çantasının ağırlığı altında büküldükçe bükülüyordu. Oğluna seslendi. “Sebastian! Sebastian!”

Artık çarşıdaki diğer müşteriler de durumu fark etmeye başlamışlardı ama çoğu yürürken arkasına dönüp ona kısa bir bakış atmaktan başka bir şey yapmıyordu. Çarşı o gün bir başka kalabalıktı, öyle bir uğultu vardı ki Marin kendi düşüncelerini bile duyamıyordu. Farkında olmadan balık tezgâhına doğru yöneldi, orada kan lekeleriyle kaplı tulumlar giyen üç iriyarı balıkçı, somon balıklarını futbol topu misali birbirlerine atmalarını izlemek için etraflarında toplanan kalabalığın keyifli bakışları altında birbirlerine takılıyorlardı. “Sebastian!” Marin iyiden iyiye paniklemişti artık.

Elindeki telefon titredi. Derek’ti; yemek kamyonunun önünde sipariş vermek üzereydi ve Marin bir şey istiyor mu diye son kez soruyordu. Mesaj aşırı derecede sinir bozucuydu. Marin lanet olasıca bir taco istemiyordu, oğlunu istiyordu. “Sebastian!” diye bağırdı avazı çıktığı kadar. Paniği maniği geçmiş, isteriye kapılmaya başlamıştı. Bu hâliyle deli gibi göründüğünden emindi çünkü insanlar şimdi onu endişeyle olduğu kadar korkuyla da izliyorlardı.

Gümüş rengi saçı özenle yapılmış yaşlıca bir kadın yanına yaklaştı. “Hanımefendi, yardımcı olabilir miyim? Çocuğunuzu mu kaybettiniz?” “Evet, dört yaşında, şu boylarda, kahverengi saçlı ve üzerinde ren geyikli kazak var, adı Sebastian.” Bunların hepsini bir çırpıda söyleyivermişti ama Marin’in şimdi sakin olması, durup soluklanması gerekiyordu, şu noktada isteriye kapılmanın faydası olmazdı. Hem panik yapmanın âlemi de yoktu. Güvenlik görevlileri olan lüks, turistik bir çarşıdaydılar, dahası Noel kapıdaydı, kimse kalkıp Noel öncesi çocuk kaçırmazdı. Sebastian yolunu şaşırmış olmalıydı, birazdan birisi onu bulup getirecek, Marin de o kişiye utana sıkıla teşekkür edip oğluna sımsıkı sarılacaktı.

Sonra eğilip ona her zaman onu görebileceği bir yerde durması gerektiğini çünkü annesi onu göremezse onun da annesini göremeyeceğini hatırlatan okkalı bir fırça çekecekti. O bunları söylerken Sebastian’ın minik, toparlak yüzü düşecekti çünkü sebebi ne olursa olsun, Marin üzüldü mü o da üzülürdü. Ardından oğlunun yüzünü gözünü öpücük yağmuruna tutacak ve ona halka açık yerlerde asla yanından ayrılmaması gerektiğini çünkü ancak o şekilde güvende olabileceğini açıklayacaktı. Daha sonra, Sebastian’ı yatağına yatırmış, evlerinin güvenliğinde olanları Derek’e anlatırken, oğullarının nereye kaybolduğunu bilmediği o ilk birkaç dakika ne kadar korktuğunu aklının nasıl başından gittiğini–söyleyecekti. Bunun üzerine kocası sonuçta oğlunun sağ salim evinde olduğunu hatırlatarak onu yatıştıracaktı.

Çünkü oğlu sağ salim evine dönecekti. Onu bulacaklardı. Elbette bulacaklardı. Telaş içinde Derek’i aradı. Kocası telefonu açar açmaz tüm sakinliğini yitirdi. “Sebastian yok.” Sesi normalden üç kat daha yüksek, yarım oktav daha tiz çıktı. “Çocuğu kaybettim.” Derek onun bütün ses tonlarını bildiğinden şaka yapmadığını hemen anladı. “Ne?” “Sebastian’ı bulamıyorum!” Derek, “Neredesin?” diye sorunca Marin etrafına bakındı ve fark etmeden bir kez daha yer değiştirdiğini, balık tezgâhından epey uzaklaştığını fark etti.

Şimdi ana girişin yakınında, o ikonik neon ışıklı Halk Çarşısı tabelasının altında duruyordu. “Domuzun yanındayım,” dedi Derek’in popüler heykeli kastettiğini anlayacağını bilerek. “Bir yere ayrılma, hemen geliyorum.” Az önce Marin’e yardım eden yaşlı kadının yanına farklı yaşlarda endişeli üç kadın ve bir adam içlerinden birinin kocasıydı daha eklendi, adamı güvenliğe haber vermeye yolladılar.

Birkaç dakika geçmemişti ki Derek göründü, çarşının ta öbür başından koşarak geldiği için nefes nefese kalmıştı. Karısına bakıp da yanında Sebastian’ı göremeyince yüzü buz kesti. O gelene kadar olayın çözülmüş olmasını umuyordu belli ki; ona düşen korkmuş, rahatlamış karısını ve korkmuş, ağlayan çocuğunu teselli etmek olacaktı çünkü teselli etmekte Derek’in üstüne yoktu. Ama ortada ne ağlayan bir çocuk ne de rahatlamış bir anne vardı, dolayısıyla Derek ne yapacağını bilemeyerek dondu kaldı. “Yuh artık, Marin,” deyiverdi birden. “Ne yaptın sen?” Muhtemelen bu kadar suçlayıcı konuşmak istememiş, yanlış kelime seçimi yapmıştı. Ama sesi öyle iğneleyiciydi ki Marin irkildi.

Bu sorunun asla aklından çıkmayacağını biliyordu. Ne yapmıştı? Oğullarını kaybetmişti, yaptığı buydu. Ama onu bulduktan sonra tüm suçu üzerine almaya ve herkesten binlerce kez özür dilemeye hazırdı çünkü onu bulacaklardı, bulmak zorundaydılar, hele bir bulsunlar, hele bir onu sağ salim kucağına alsın, o zaman kendini tam bir aptal gibi hissedecekti. Kendini aptal gibi hissedeceği ânı iple çekiyordu. “Yanı başımdaydı, sana mesaj yazmak için elini bıraktım, sonra bir baktım yok.” Marin büsbütün kendini kaybetmişti artık. İnsanlar da uzaktan izlemeyi bırakmış, yanına gelerek yardım tekliflerinde bulunuyor, annesinin yanından kaybolan ufaklığı tarif etmelerini istiyorlardı.

Derken koyu gri üniformalı iki güvenlik görevlisi yanlarında faydalı kocayla çıkageldi, faydalı koca onlara tilki kazaklı küçük bir oğlan çocuğu aradıklarını söyledi. “Tilki değil,” diye öfkeyle parladı Marin ama kimse önemsemedi. “Ren geyiği. Ren geyikli kazak, kahverengi ve beyaz renklerde, gözlerinin yerinde siyah düğmeler var…” “Oğlunuzun o kazakla fotoğrafı var mı?” diye sordu güvenlik görevlilerinden biri.

Marin adama avazı çıktığı kadar bağıracaktı neredeyse, ne saçma bir soruydu bu? Birincisi, bu çarşıda şu anda aynı örgü kazaktan giyen kaç tane dört yaşında çocuk olabilirdi? İkincisi, elbette fotoğrafı vardı, sonuçta o onun oğluydu, telefonu onun fotoğraflarıyla doluydu. Güvenlik görevlileri fotoğrafı alıp dağıttılar. Ama Sebastian’ı bulamadılar. On dakika sonra polisler geldi. Polisler de bulamadılar. İki saat sonra, Seattle Polis Teşkilatı’nın tüm güvenlik kamerası görüntülerini incelemesinin ardından Marin’le Derek, ren geyikli kazak giyen küçük bir çocuğun yüzünü gizleyen birinin elinden tutarak çarşıdan çıkmasını bir bilgisayar ekranından hayretler içinde seyrettiler.

Yeraltı otoparkına en yakın kapıdan çıkmışlardı ama bu, otoparka gittikleri anlamına gelmiyordu. Oğullarının boştaki elinde lolipop vardı; sarmal, çok renkli, annesinin fırsat bulsaydı ona alacağı lolipoptan. Lolipopu ona veren kişi siyah botlarından kalın kaşlarına, beyaz sakalına kadar tepeden tırnağa Noel Baba kıyafeti giyiyordu. Ama kameranın açısından dolayı yüzü görünmüyordu. Erkek mi kadın mı olduğu bile belli değildi.

Gördüklerine anlam veremeyen Marin videoyu bir kez daha, sonra bir kez daha oynatmalarını istedi; ekrana gözlerini kısarak baktı, sanki öyle yaparak videoda olandan daha fazlasını görebilecekmiş gibi. Video bozuktu, kesik kesikti; video kaydından ziyade bir dizi karıncalı fotoğrafın art arda gösterimine benziyordu. Marin görüntüyü ne kadar izlerse izlesin, Sebastian’ın kadrajdan çıktığı her sefer dehşet vericiydi. Bir ân ekrandaydı, ayağını eşikten atıyordu. Bir sonraki ân yoktu.

Orada. Yok. Sar başa. Orada. Yok. Arkasında Derek odanın içinde volta atıyor, güvenlik görevlileri ve polislerle hararetli hararetli bir şeyler konuşuyordu ama Marin, içten içe attığı çığlıkların gürültüsünden yalnızca birkaç kelimeyi duyabildi: kaçırılmış, çalınmış, AMBER* uyarısı, FBI. Bu olayın sahiden yaşandığını kabul edemiyordu. Sanki başka birinin başına gelmiş gibiydi.

Sanki gerçekte olmuyordu da bir film sahnesiydi. Noel Baba kostümlü biri oğlunu kaçırmıştı. Kasten. Bile isteye. Güvenlik kamerası görüntüleri siyah beyaz ve karıncalı olsa bile Sebastian’ın zorla götürülmediği açıktı. Korkmuş görünmüyordu. Neşesi yerindeydi çünkü bir elinde beş dolarlık bir lolipop vardı, öbür eliyle de Noel Baba’nın elini tutuyordu. LaDouceur Parisienne’de çalışan kadınlar bilgisayarlarını kontrol ederek o gün yedi lolipop sattıklarını onayladılar ama Noel Baba kıyafetli bir müşterinin geldiğini hatırlamıyorlardı, dahası küçük dükkânlarının içinde güvenlik kameraları yoktu.

Sebastian’la onu kaçıran kişinin girdiklerini düşündükleri yeraltı otoparkının karşısındaki sokakta bir tane CCTV kamerası vardı ama açısı dolayısıyla yalnızca otoparktan çıkan araçların yandan görüntüsünü yakalayabiliyordu; yani plakaları görünmüyordu. Sebastian kaçırıldıktan sonraki bir saat içinde otoparktan elli dört araç çıkmıştı ve polis hiçbirinin izini süremiyordu. Sebastian’la onu kaçıran kişinin çarşıdan çıktıklarını gösteren video kaydının üzerindeki saat, annesi onun yanında olmadığını fark ettikten topu topu dört dakika sonraydı. Daha pazarın güvenlik görevlilerine haber verilmemişti bile. Dört dakika. Bir çocuğu kaçırmak işte bu kadar basitti. Bir lolipop, bir Noel Baba kostümü, bir de iki yüz kırk saniye.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Ürperti ~ Jennifer HillierÜrperti

    Ürperti

    Jennifer Hillier

    Biri Onu İzliyordu Sheila caddeyi net görebilmek için çift camlı kapıya doğru büyük adımlarla ilerledi. Adam çoktan uzaklaşmaya başlamıştı. Yağmur onu net olarak görmesini...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Tepedeki Ev ~ Cesare PaveseTepedeki Ev

    Tepedeki Ev

    Cesare Pavese

    İtalyan edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Cesare Pavese romanlarında da, şiirlerinde de çağdaş dünya sorunlarına eğilmiş, genç bir yazardı. 1950’de, henüz kırk iki...

  2. Saplantı ~ Jennifer L. ArmentroutSaplantı

    Saplantı

    Jennifer L. Armentrout

    Luxenler ve Arumlar, Lux serisinden bağımsız da okunabilecek Saplantı’da çok daha baştan çıkarıcılar. Ukala, zorba ve tapılası bir adam. Korunmaya muhtaç, küfürbaz ve ateşli...

  3. İnci ~ John Steinbeckİnci

    İnci

    John Steinbeck

    Bir Meksika halk hikâyesinden esinlenmiş İnci, bir zamanlar İspanya Kralı’na büyük zenginlikler getiren bir koyda yaşayan fakir bir inci avcısının, Kino’nun ve ailesinin hikâyesini...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur