Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Gönülçelenler
Gönülçelenler

Gönülçelenler

Ali Novak

Herkes onlara hayrandı Bir kişi hariç Stella, hasta yatağındaki kardeşi Cara için her şeyi yapardı. Onun en sevdiği müzik grubu Gönülçelenler’in albümünü imzalatabilmek için…

Herkes onlara hayrandı

Bir kişi hariç

Stella, hasta yatağındaki kardeşi Cara için her şeyi yapardı. Onun en sevdiği müzik grubu Gönülçelenler’in albümünü imzalatabilmek için saatlerce sıra beklemek de buna dahildi. Kafein yüklenip bu zorlu göreve hazırlanmaya çalıştığı sırada, bir daha kim bilir nerede karşılaşacağı çok tatlı bir çocukla tanışması kaderin cilvesiydi sanki.

Ancak Stella’nın hayatı klişe bir aşk şarkısına dönmek üzereydi çünkü kahvecideki çocuk Gönülçelenler’in solisti Oliver Perry’den başkası değildi. Bir sinir patlaması sırasında gruba hakaretler yağdıracağını, hayatının fırsatının ayağına geldiğini ya da havada aşk kokusu olduğunu ise kesinlikle tahmin edemezdi.

1. BÖLÜM

Cara, People’ın son sayısına İncil’miş gibi sımsıkı yapışmıştı. “Eğer bana dergi getirmiyor olsaydın,” dedi, “burada tıkılı kalmaktan çıldırırdım.” “Kalan son nüsha için çocuklu bir kadınla kavga etmek zorunda kaldım,” dedim. Ve ciddiydim. Okunacak yeni bir şeyler hem yatan hastalar hem de yanlarında kalan aileleri için çok kıymetliydi.

Cara beni duymadı. Günlük ünlü dedikoduları dozunu alma hevesiyle çoktan derginin yırtarcasına açtığı sayfalarına dalmıştı. Onun yanında Drew odadaki tek koltuğa kamp kurmuş, telefonuna bakıyordu. Yüzünün asıklığına bakılırsa ya dün geceki beyzbol maçıyla ilgili bir şeyler okuyordu ya da gidip gelen WiFi’ın ne kadar sinir bozucu olduğunu keşfediyordu.

Hastanedeki sıradan bir günün aksine, bugün ziyaret saatlerinde gerçekten meşgul olacak bir şeylerim vardı. Cara’nın yatağına bir sandalye yanaştırdıktan sonra, yeni Canon’umla çektiğim fotoğraflar arasında gezinmeye başladım. Ailem makineyi erken bir doğum günü hediyesi olarak almıştı ve ben de bu sabah Minneapolis Heykel Bahçesi’nde test etmiştim. “Tanrım, şu adam daha mükemmel olabilir mi?” Başımı kaldırıp baktım. Cara, derginin, en sevdiği müzik grubu Gönülçelenler’den bir adamla röportaj yapılmış olan sayfasını açmıştı. Manşette, “Kötü Çocuk Gönülleri Çelmeye Devam Ediyor” yazıyordu. Hemen altında tırnak içinde bir alıntı vardı: “Bir kız arkadaş aramıyorum.

Bekâr olmak çok eğlenceli.” Ona baktığımda Cara’nın yüzünde acaba sayfayı mı yalayacak diye düşünmeme neden olan bir ifade vardı – gözler arzulu, dudaklar yarı aralık. Bir süre yalayacak mı diye bekledim ama o yalnızca iç çekti. En sevdiği ünlüye övgüler yağdırması için ona ufacık bir neden vermemi ima eden türden bir iç çekiş. “Owen bilmemne mi?” dedim kibarlık etmek için ama dikkatimi çoktan fotoğraf makineme vermiştim bile. “Oliver Perry,” dedi hatamı düzelterek. Bana gözlerini devirdiğini anlamak için ona bakmama gerek yoktu.

Gruptan hoşlanmadığımı birkaç kez dile getirmiş olsam da, her seferinde bütün evi onların müziğiyle doldurmuştu. Gönülçelenler’i üyelerin isimlerini öğrenecek kadar bile umursamıyordum; popülerlikleri yükselişe geçtiği hızla düşecek şu oğlan gruplarından biriydi işte. “Yemin ederim bir ergenin bedenine sıkışmış kırk dört yaşında biri falansın sen.” “Neden?” diye sordum. “Bir oğlan grubunun üyelerinin adını bilmiyorum diye mi?” Kollarını kavuşturup bana baktı. Belli ki çizgiyi aşmıştım. “Onlar oğlan grubu değil. Punk.” Gönülçelenler’i sevmememin iki nedeni vardı. Birincisi ve en önemlisi, müziklerinin berbat olduğunu düşünmemdi ki bu aslında yeterli bir açıklama olmalıydı.

Ama bir nedenim daha vardı: Olmadıkları bir şey olmak için o kadar uğraşıyorlardı ki aslında bir oğlan grubundan fazlası olmadıkları hâlde rockçıların etrafında dolaşıp duruyorlardı. Elbette enstrüman çalıyorlardı ama istedikleri kadar vintage grupların tişörtleriyle yırtık kotlar giysinler, sulandırılmış sözleri ve su götürmez bir şekilde pop kategorisine giren akılda kalıcı ritimlerini maskeleyemezlerdi. Hayranlarının dünyaya durmadan Gönülçelenler’in “gerçek” bir grup olduğunu hatırlatıp durmak zorunda kalması da tam tersini kanıtlıyordu. Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Misfits ve Ramones’dan ilham aldıklarını açıklamaları onları punk yapmaz.”

Cara başını hafifçe yana eğdi, kaşları iyice çatılmıştı. “Kimden?” “Gördün mü?” Uzanıp dergiyi elime aldım. “Gerçek punk’ın ne olduğunu bile bilmiyorsun. Ve bu,” dedim sayfayı işaret ederek, “punk değil.” “Senin o tuhaf yeraltı zımbırtılarını dinlemiyor olmam müzik konusunda seni benden daha kültürlü yapmaz,” diye yanıtladı. “Cara,” dedim, burun kemerimi sıkarak. “Demek istediğim o değil.” “Her neyse, Stella.” Cara, dergiyi yeniden kucağına yerleştirdi. Bakışlarını benden uzağa çevirerek omuzlarını indirdi. “Dürüst olmak gerekirse, onları sevmemen umurumda değil.

Moralim bozuk çünkü konserlerine gitmek istiyordum.” Gönülçelenler, geçen ay Minneapolis’te bir konser vermişti ve Cara çok gitmek istese de bilet almamaya karar vermişti. Aylardır bunun için para biriktirdiği düşünülürse zor bir karardı ama bence doğru olandı. Çünkü iş o noktaya geldiğinde, gitmeyi ne kadar istediğinin bir önemi yoktu. Bedeni, gidemeyeceğine dair tüm işaretleri veriyordu –mide bulantısı, kusma ve bitkinlik bunlardan yalnızca birkaçıydı– ve o da bunun farkındaydı.

Cara’nın kanserinin bize öğrettiği en önemli derslerden biri, umutlu olunacak zamanlar ve gerçekçi olunacak zamanlar bulunduğuydu. Cara’nın ilk kemoterapi seansının üzerinden iki hafta geçmişti. Tedavi döngüler hâlinde işliyordu – vücuduna sayısız ilacın pompalandığı üç haftanın ardından bir dinlenme dönemi ve sonra tüm sürecin yeniden başlaması. Sonra, düzenli kemoterapi bedenindeki tüm kötü hücreleri yok edince, Cara kötü hücrelerin ölü kalacağından emin olmak için yapılacak tek seferlik yüksek doz bir kemo ile bitkin düşecekti.

Bilim konusunda hiçbir zaman iyi olmamıştım ama Cara’nın hastane ziyaretleri bana çok şey öğretmişti. Genellikle kemo dozları, tehditkâr yan etkileri nedeniyle küçük dozlara bölünürdü. Daha yüksek bir doz, kanseri yok edebilir ama aynı zamanda kemik iliğini de yok eder ki bunun yaşamsal öneme sahip olduğunu öğrenmiştim. Ama bazen, düzenli kemo yeterli değildir.

Cara için öyle oldu. Hastalığın iki kez nüksetmesinin ardından doktorları daha ciddi bir tedavi zamanının geldiğini düşündüler; böylece yüksek doz kemoterapi aldığında kök hücre ototransplantasyonuna ihtiyacı olacaktı. Ototransplantasyon da Cara’nın kendi kök hücrelerinin tedaviden önce kemik iliğinden alınmasını içeriyordu. Hücreler dondurulup kemo sırasında saklanmıştı ve kan nakliyle tekrar yerine konulacaktı. O olmadan iyileşmesi mümkün değildi. Kendime engel olamayarak hafifçe iç çektim ve sözlerimi dikkatle seçtim. “Eminim ileride başka konserleri de olur,” dedim ve zayıf bir tebessümle baktım.

“İstersen belki ben bile seninle birine gelirim.” Cara bu sözlerime kıkırdadı. “Drew’un bir ponpon kız ekibine katılması daha olası.” İsminin geçtiğini duyunca erkek kardeşimiz başını kaldırdı ve Cara’ya bir kaşını kaldırarak baktıktan sonra tekrar telefonuna döndü. “Sadece bir öneriydi,” diye ekledim ama bunu komik bulmasına sevinmiştim. “Sen, bir Gönülçelenler konserinde?” dedi, benden ziyade kendine söyler gibi. “Tabii, evet.” İkimiz de sessiz kaldık. Etrafımızı yoğun bir sessizlik sardı.

Öyle ki bu sessizliğin ağırlığını göğsümün üzerinde hissedebiliyordum ve ikimizin de keyifsiz şeyler düşündüğünü biliyordum. Hastanede geçirilen uzun günler böyle etkiler yapardı ve bir süre sonra kötü düşünceler, iyilerinden daha kolay gelirdi insanın aklına. Kapının hafifçe çalınmasıyla şimdiki zamana döndüm. Cara’nın en sevdiği hemşire, Jillian içeri girdi. Onu görünce saate baktım ve zamanın ne kadar hızlı ilerlediğine şaşırdım. “Stella, Drew,” dedi ikimizi de selamlayarak. “Nasılsınız?” “Her zamanki gibi,” dedi Drew ayağa kalkıp vücudunu esnetirken. “Sen?” “Gayet iyiyim, teşekkürler. Cara’yı kontrol etmeye geldim.”

Sonra Cara’ya döndü, “Bir şeye ihtiyacın var mı, canım?” Ama Cara başını iki yana salladı. “Bizi kovuyor musun?” diye sordum. Birazdan ziyaret saati sona erecekti ki bu da Cara’nın penisilin ve telaffuz bile edemediğim uzun bir listeyi dolduran diğer gece ilaçlarının zamanının geldiği anlamına geliyordu. “Hayır,” dedi Jillian. “Hâlâ zamanınız var ama kapanmadan önce kafeteryaya bir kaçamak yapmak istersiniz sanırım.” Yemek düşüncesi midemin guruldamasına neden oldu. Heykel bahçesinden doğruca hastaneye gelmiştim, yani kahvaltıdan beri pek bir şey yememiştim. “Fena fikir değil.” Fotoğraf makinemin kayışını boynuma geçirip ayağa kalktım. “Yaırn görüşürüz, punk.” Öne eğilip onu öpmek istedim ama yapamadım. Cara’da Non-Hodgkin lenfoma vardı. Vücudun bağışıklık sisteminin bir parçasını oluşturan lenfositlerden beyaz kan hücrelerinden kaynaklanan bir kanserdi.

Normalde Non-Hodgkin olan kişiler ayakta tedavi edilirdi. Günlük olarak hastaneye gelir, tedavi alıp eve dönerlerdi ve Cara da hastalığının ilk iki döneminde ayakta tedavi görmüştü. Annem onu her gün hastaneye getirirdi ve damar yoluyla ilaçları verilirdi. Normalde bir saat civarı sürerdi ve bazen Drew’la ben de peşlerine takılır, bekleme odasında ödevlerimizi yapardık. Fakat son zamanlarda Cara’nın apandisinde bazı komplikasyonlar oluşmuştu ve yok edilmesi gerekiyordu.

Beyaz kan hücreleri çok düşük seviyede olduğundan doktorları enfeksiyon riskinden endişe ettiler ve şimdi de Cara’nın birkaç haftalığına hastanede kalması gerekiyordu. Onu ziyaret ettiğimizde ağzımıza maske takmak zorundaydık ve Cara’ya dokunamıyorduk çünkü onu hasta etme riskimiz vardı. Evden uzak olmanın onun için zor olduğunu biliyordum ve onu sarılarak teselli edememek üzücüydü. “Beni nerede bulacağınızı biliyorsunuz,” deyip gözlerini devirdi.

“Benim yerime de dinlen, olur mu?” dedi Drew çıkarken. Ardından bana döndü. “Hazır mısın? Acıktım.”
“Evet,” diye yanıtladım. “Ben de.” Son bir kez hızlıca vedalaştık ve sonra dışarı çıkıp kafeteryaya doğru ilerlemeye başladık.
“Sence bugün o karamelli pudinglerden var mıdır?” diye sordu Drew, tanıdık hastane koridorlarında ilerlerken.
“Ah, o şeylere bayılıyorum,” dedim. “Ama emin değilim. Bir
süredir hiç görmedim.”
“Boktan.”
“Aynen,” dedim geçirdiğimiz günü düşünerek. “Gerçekten de
boktan.”

Drew ve ben her gün, Cara’yla geçirdiğimiz süre boyunca gerçekleşen pozitif bir olaydan bahsederdik. Hastanelerle ilgili gerçek şu ki, buralar korku yuvasıdır. Eğer iyi şeyleri kendinize sürekli hatırlatmazsanız kötü düşünceler zihninize sızar ve kontrolü ele geçirir. Çünkü ailenizden biri kansere yakalanırsa hepiniz kanser olursunuz. Aynı türden olmayabilir ama içinizdeki her şeyi tüketene kadar sizi yiyip bitirecektir. Bu gelenek Cara’ya ilk teşhis konulduğunda, yani biz lise birinci sınıftayken başladı. Kız kardeşimin hasta olduğunu ve onu kaybedebileceğimi, doktorlar ona teşhis koyana ve onu hastaneye kaldırıp kanserin yerini, büyüklüğünü ve evresini belirlemeye çalışana dek tam olarak anlamamıştım.

Annem Drew’u ve beni, kız kardeşimizi görmemiz için hastaneye getirmişti ve her yerde hastalığın verdiği çöküşü farklı aşamalarda yaşayan, bazıları diğerlerinden çok daha ileri düzeyde olan çocuklar vardı. Bu, korkuyu ilk hissettiğim ândı. Korku, tırnaklarını göğsüme geçirdiği gibi beni yerden kaldırıp, “O çocukları görüyor musun? Onlar gerçekten ölüyorlar,” dedi. Bu, beni endişelendirdi; eğer kardeşim buradaysa, o da bu çocuklardan biri miydi? “Pozitif düşüncen ne?” diye sordum Drew’a, hastane otoparkının uzak bir yerinde duran eski Honda Civic’inin yanına vardı ğımızda. Drew anahtarlarını kurcalıyordu ve kapımın hâlâ kilitli olduğunu bilmeme rağmen kulpunu hızla çektim. “Karamelli puding kâsesi,” dedi. Doğru anahtarı bulduğunda kilitler bir klik sesiyle açıldı. “O boktan şey çok lezzetliydi.” “Puding kâsesi mi?” diye tekrar ettim arabaya binerken. “Pozitif düşüncen bu mu?” “Ya bu ya da Wi-Fi bağlantısının bugün yardımsever modunda olması.”

Emniyet kemerimi dolandığı yerden kurtarıp ileri çekebilmek için bir süre savaş verdim ama Drew o kadar tuhaf davranıyordu ki tekrar yerine uçmasına izin verdim. “Ciddi misin?” diye sordum gözlerimi ona dikerek. “Çünkü açıkçası şu an ayırt edemiyorum.” “Bu ne demek oluyor?” dedi. “Puding kâseleri şakaya gelmez.” Yavaşça ve kasıtlı bir şekilde gözlerimi kapayıp açtım. Bugüne kadar pozitif düşüncelerimiz hep anlamlı, bize güç veren cinsten olmuştu. Eğer günün tek kurtarıcısı pudingse başımız dertte demekti. Drew gülmeye başladı ve ben omzuna hafif bir yumruk attım. “Hiç komik değil,” diye söylendim.

“Sadece dalga geçiyordum, Stella. Rahatla.” “Üzgünüm,” dedim emniyet kemerime ikinci kez uzanırken. “Bugün Cara’yı ağlatmama çok az kalmıştı.” “Neden üzgün olduğunu biliyorsun, değil mi?” diye sordu Drew. “Onların konserlerinden birine asla gidemeyeceğini düşünüyor.” “Neden her zaman bu kadar karamsar olmak zorunda?” Cara’nın her zaman keyifli olmasını beklemiyordum. Aslında Tanrı’ya, evrene veya ona bu boktan kaderi uygun gören her neyse ona kızmaya hakkı vardı.

Ama ölümü kaçınılmazmış gibi konuşmasından nefret ediyordum: Buradan asla çıkamayacağım, asla üniversiteye gidemeyeceğim, Gönülçelenler’in sahneye çıktığını asla göremeyeceğim. Sanki hayatım üzerinde hiçbir kontrolüm yokmuş, her şey kaderin ellerine kalmış gibi hissettiriyordu.

“Hayır, öyle değil,” dedi Drew. “Görünüşe göre Gönülçelenler’in ayrıldığı hakkında söylentiler geziniyor. Üyeler arasında bir çeşit kopuş yaşanmış.” “Ah! Pekâlâ, sürpriz olmadı bu,” dedim ama içten içe söylentilerin doğru olmamasını umuyordum. Grubu çok sevmediğim düşünülünce bu biraz şaşırtıcı olabilirdi fakat Cara’nın ve kaçınılmazlarının hatalı olduğunu kanıtlamak istiyordum. Gönülçelenler’in sahneye çıktığını görecekti çünkü o iyileşecekti. Drew park noktasından son sürat ayrılmadan önce elini koltuğumun başlığına yerleştirerek arkamızda birilerinin olup olmadığını görmek için boynunu uzattı.

Ziyaret saatleri resmî olarak bitmişti ve hastane personelinin bir kısmı evlerine döndüğü için park alanı çoğunlukla boştu. Çıkışa geldiğimizde Drew arabayı sol şeride sürdü ve sinyali yaktı. Bir dakika kadar orada durup trafikte bir boşluk oluşmasını beklerken ikimiz de konuşmadık. Drew’un soruma yanıt vermediğini hatırlayınca sessizliği ilk bozan ben oldum. “Peki o zaman ne?” diye sordum.

“Ne, ne?” “Senin pozitif düşüncen?” “Ah, doğru,” dedi ve yaklaşan başka araba olmadığından emin olmak için yolu kontrol ederken başını sağa ve sola döndürdü. Gelen araba yoktu, o yüzden ayağını gaz pedalına hızla bastırıp yola fırladı. “Cara’nın doğum günü için aklıma bir fikir geldi.” “Gerçekten mi?” diye sordum.

Bütün dikkatimi Drew’a verdim. “Nedir? Söyle bana.” Gelecek cuma sadece 4 Temmuz değil, aynı zamanda Cara’nın on sekizinci yaş günüydü. Aynı zamanda benim ve Drew’un da doğum günüydü; biz üçüzdük. Her yıl kimin en güzel hediyeyi alacağını görmek için yarışırdık ve Cara normalde bizi yenerdi. Bu yıl Drew ve ben bir ekip oluşturup Cara’yı alt etmeye karar vermiştik ama şu âna kadar aklımıza kazanmamızı sağlayacak hiçbir şey gelmemişti. “Pekâlâ, o fotoğrafçının sanat galerisiyle ilgili nasıl durma dan konuştuğunu biliyorsun,” dedi Drew, bana bakış atarak. “Şikago’da açılan hani?” “Bianca Bridge’den mi bahsediyorsun?” Koltuğun ucuna kaydım. Cara’nın doğum günü hediyesinin benim en sevdiğim fotoğrafçıyla ne alakası olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu ama Drew ne planlıyorduysa, içimde iyi olacağına dair bir his vardı.

Bianca, benim ilham kaynağım ve hayatta olmak istediğim her şeydi. Modern dünyanın en ünlü fotoğrafçılarından biri olarak toplumun her kesiminden insanı içine alan şaşırtıcı sokak fotoğrafçılığıyla tanınırdı. Duvarıma ona ait bir sözü boyamıştım ve en iyi fotoğraflarım o sözün etrafına iliştirilmişti: “Dünya, her yeni günle beraber etrafımızdaki her şeyi değiştirerek hızla dönüyor. Fotoğraflar, bizi bir ânın içinde sonsuza dek, muhteşem bir ebediyette saklayabilen bir hediyedir.” Biri bana fotoğrafçılığı neden bu kadar sevdiğimi ne zaman sorsa, sanki kendi kişisel mantrammış gibi Bianca’nın o sözüyle cevap verirdim. Tek bir tuşa basarak zamana meydan okuma fikri beni büyülüyordu.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Watson Ailesi ~ Jane AustenWatson Ailesi

    Watson Ailesi

    Jane Austen

    Jane Austen’ın 1803’te yazmaya başlayıp tamamlayamadığı romanı Watson Ailesi yazarın daha sonra kaleme aldığı diğer eserlerine bir girizgâh niteliği taşıyor. Kıvrak zekâsının ürünü müthiş ironisiyle, İngiliz...

  2. Güç Mitleri ~ Terry EagletonGüç Mitleri

    Güç Mitleri

    Terry Eagleton

    Tarihsel olanın, iktisadi değişimlerin, toplumsal dokudaki dönüşümlerin, kültürdeki farklılaşmaların izlerini edebiyatta, daha geniş olarak düşünüldüğünde sanatta sürmek mümkün müdür, yoksa edebiyat ya da sanat...

  3. Günaha Son Çağrı ~ Nikos KazancakisGünaha Son Çağrı

    Günaha Son Çağrı

    Nikos Kazancakis

    “Günaha Son Çağrı’yı yazdığım gündüz ve geceler boyunca, İsa’yla birlikte Golgota Tepesi’ne çıkarken duyduğum dehşeti, hayatını ve ölürken çektiği acıları yaşarken duyduğum yoğunluğu, anlayışı...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur