Gerçekler saklı kalmayacak.
Owen Foster hayal edebileceği her şeye sahipti. Fakat annesi okula gelip de bombayı patlatınca, doğru sandığı her şey temelinden sarsıldı: Louisiana’daki küçük kasabalarının en büyük işvereni olan babası, aile şirketlerini zimmetine milyonlar geçirmek ve çalışanlarının emeklilik hesaplarını boşaltmak için kullandıktan sonra sırra kadem basıp bu pisliği temizlemeyi ona ve annesine bırakmıştı.
Lisedeki son yılını bitirmek için kasabalarına döndüğünde, zar zor hatırladığı insanların ona diş bilediğini fark etti. Nereye giderse gitsin peşini bırakmayan fısıltılar ve bakışlar yetmezmiş gibi, her gün yeni bir tehdit mesajıyla uğraşıyorlardı. Tabii bir de babasından gelen ve henüz kimseye söylemediği not vardı.
Owen’ın yegâne sığınağı, bir şeyler saklıyormuş gibi dursa da ona her zaman yardım eden Gus’ın meyve bahçesiydi. Yıllar önce Vaiz Ormanı’nda yaşananlar tekerrür etmenin eşiğindeyken, yeni bir gelecek yazabilmek adına geçmişleriyle yüzleşmeleri gerekecekti.
1
Alnıma yapıştırılmış bir post-it notuyla uyandım. Onu alnımdan söküp üstündeki kelimelere odaklanacak kadar ayılmam birkaç saniye sürdü. İ
ŞTE ŞİMDİ GÜNÜNÜ GÖRdÜn!
Yataktan çıkarken bacaklarım battaniyeye dolandı ve kendimi yerde buldum. Yüzüstü hem de. Ne yapmıştı acaba? Jack Cooper’la sonu gelmeyen şaka savaşlarımızda en son ben Jack’in Güzel Sanatlar Değerlendirmesi dersi için çektiği fotoğrafı, geçen ayın Playboy dergisindeki bir fotoğrafla değiştirmiştim. Bunun sonucunda Bay Wheeler ona beş hafta sonu yurttan çıkmama cezası vermişti ve ben de o günden beri tetikteydim. Odanın Jack’e ait olan tarafı boştu. Perdeler kapalıydı, yatağı toplanmıştı ve lakros malzemeleriyle birlikte MacBook’u da ortada yoktu.
Ne yapmıştı ki? Odanın diğer tarafına geçtim ve kapının tam ağzında durmadan onu açabilmek için duvara dayalı sandalyenin üstüne çıkıp öne doğru eğildim. Yurt binası kampüsteki en yeni binaydı ama yine de pek çok açıdan eski sayılırdı. Odanın ağır ahşap kapısı her saldırı karşısında sağlam kalabilirmiş gibi duruyordu ama antika kilidinin açılması için metal bir elbise askısı yeterdi. Diğer oğlanların bize yapacakları şeylerden endişe duymadan uyuyabilmek için her gece bu sandalyeyi kapı kolunun altına sıkıştırıyorduk ama bu beni bir buçuk metre kadar uzağımda uyuyan Jack’ten korumazdı. Kapıyı itip açtım ama üstüme hiçbir şey dökülmedi… Ne bir damla su ne de başka bir şey. Hayatta duşa gitmeyecektim çünkü Jack benden tam da bunu beklerdi. Okul formamı üstüme geçirdim, sırt çantama bir şey koymadığından emin olmak için onu hızlıca taradım ve çıkmadan cep telefonumu alıp ana binaya doğru yola koyuldum. Uyuyakalmıştım bu yüzden de kahvaltı edecek vaktim yoktu. Ama sorun değildi. Belki de Jack beni orada yakalamayı planlıyordu.
Tam Hunter Salonu’na giderken arkadaşlarımı buldum ama Jack onlarla birlikte değildi. “N’aber, O?” diye sordu Ray, bir kruvasanı bitirirken. Ray lakros sahasında üstün yetenek sergileyen iri cüsseli bir çocuktu ama aynı zamanda burada, Sutton’s’ta fırında bir şeyler pişirmeyi havalı hâle getirmişti ve çoğu sabah onun yaptıkları önce biterdi.
En çok da kahvaltılık hamur işlerine olan tutkusuyla bilinirdi. Daha doğrusu bu ve bir de sürekli kesim tarzı değişen siyah saçlarıyla. Şu anda Southern Mississippi’ye karşı oynanacak bir sonraki futbol maçında Tulane Green Wave takımını desteklemek için saçları dalgalıydı. Hatta buklelerinin uçlarını yeşile boyamıştı.* “Yüzünde ne var?” diye sordu Ray. Ellerim yanaklarıma gitti. Aynaya bakmamıştım – Jack yüzüme bir şey mi çizmişti acaba? Bir penis veya bir çift meme? Yana döndüm ve okulumuzun kazandığı tüm spor ve akademik ödüllerinin bulunduğu vitrinin cam yüzeyinde yansımamı gördüm.
Sadece bir diş macunu lekesiydi. Derim soyulma noktasına gelene kadar yanağımı ovaladım. “Jack’i gördünüz mü?” diye sordum. Etraflarına bakınırken mırıldanmaya başladılar, onun grupla birlikte olmadığına şaşırmışlardı. “Az önce buradaydı,” diye ekledi Sai. Hadi be. Bu kötü olacaktı. İlk ders ana binanın ikinci katındaki trigonometri dersiydi. Jack’le ortak sadece birkaç dersim vardı ve bu onlardan biri değildi, dolayısıyla onun ortaya çıkmasını beklemek ve yapacağı şakanın çok da utanç verici bir şey olmaması için dua etmek zorundaydım. Ders başladıktan sadece birkaç dakika sonra müdürün sınıfa gelip koridora çıkmam için bana işaret ettiğini görünce ilk düşündüğüm şey…
“İşte bu,” oldu. “Owen Foster, biraz konuşalım lütfen.” Derin bir nefes alıp kendimi en kötüsüne hazırladım. Müdür elini kaldırıp beni durdurduğunda sınıfın ortasına gelmiştim. “Eşyalarını almak isteyebilirsin.” Sınıfa geri dönmeyeceksem durum kötü demekti. Jack’i öldürecektim. Sırama geri dönerken arkadaşlarımın yanından geçtim ve onların sessiz iğnelemelerini duymazdan gelmeye çalıştım. “Porno mu, ot mu?” diye sordu Ray. Sai arkasına yaslandı.
“Ya da belki de geçen gece odana bir kız aldığını öğrenmişlerdir… Neydi adı?” Arkam öğretmene ve müdüre dönükken onlara hareket çektim ve “Jack’e onun canına okuyacağımı söyleyin,” dedim. Kalın halıların arasından zar zor görünen, cilalanmış koyu ahşap zemine bastığımızda ayakkabılarımızın çıkardığı hafif yankıları saymazsak ana koridordan Dr. Winston’ın ofisine doğru yaptığımız yürüyüş sessiz sayılırdı. Sınıfların olduğu bu bina, liseden çok bir evin içini andırıyordu, beni ortaokulun başında buraya veren anne babam da zaten buna tav olmuştu.
Dr. Winston’ı ofisine doğru takip ederken Jack’in ödeşmek için yapmış olabileceği her şeyi aklımdan geçirdim. Her ne kadar pek çok şeye kendimi hazırlamış olsam da annemi görmek bunlardan biri değildi. Babamı görmek için hızla odayı taradım ama odada sadece annem vardı. Anne babamın aranmasını gerektirecek kadar kötü bir şey yaptıysa Jack bitmiş demekti. Dr. Winston masasının önündeki boş sandalyelerden birine, annemin yanına oturmamı işaret etti ama hareket edemiyordum. Anneme bakınca buz kestim. İkimizin de kolay zaptedilemeyen, kıvırcık, kahverengi saçları vardı; normalde onunkiler arkaya taranıp bir şekle sokulmuş olurdu ama bugün onun saçları da benimkiler kadar dağınık duruyordu.
Her ne kadar ikimiz de daima yanık tenli bir görünüme sahip olsak da bu kez onun cildi solgundu ve gözlerinin altında daha önce görmediğim koyu halkalar belirmişti. Ve minyon bir yapıya sahip olmasına rağmen şimdi daha da kilo vermiş görünüyordu. Onu en son sadece birkaç hafta önce görmüştüm ama çökmüş bir hâli vardı. Bu Jack’in yaptığı bir şeyle ilgili değildi. “Sorun ne?” diye sordum, odanın girişine kök salmış bir şekilde. Babama mı bir şey olmuştu? Annem bu yüzden mi salı sabahı perişan bir hâlde tek başına buradaydı? Dr. Winston beni boş sandalyeye yönlendirerek elini omzuma koydu.
Omzumu silkip elini çektim. “Hadi söyleyin. Kötü bir şey olduğunu anlayabiliyorum. Ne oldu?” Annem sanki bu konuşmaya fiziksel olarak hazırlanması gerekiyormuş gibi oturduğu yerde dikleşip omuzlarını geriye atarak cesaretini topladı. “Owen, otur lütfen.” Annemin baklayı ağzından çıkarmasını bekleyerek sandalyeye çöktüm. “Sorun ne?” diye sordum kelimelerin üstüne basa basa. “Babanla ilgili,” diye söze girişti annem ama lafını kestim.
“Öldü mü? Hasta mı?” Bundan nefret ediyordum. Annemden etrafa yayılan üzüntüden nefret ediyordum. Dr. Winston’ın gözlerime bakmamasından nefret ediyordum. “Söyleyin işte. Buna dayanamıyorum.” “Baban ölü veya hasta değil,” diye cevap verdi Dr. Winston. “Ama durum ciddi.” Annem derin bir nefes aldı ve ardından her saniyesinde oyalanarak yavaşça nefesini bıraktı. “Baban… korkunç bir şey yaptı. Yaptığı şeyden birkaç hafta önce haberim oldu ama durumun ne kadar kötü olduğunu yeni keşfettim. Sonra da gitti. Bizi yaptığıyla baş etmemiz için yüzüstü bıraktı.” Aklıma düşünceler üşüştü. “Ne yaptı peki?” Annem altdudağını ısırdı, artık bana cevap vermiyor, bana bakmıyordu. Saniyeler geçmesine rağmen yine de bir cevap vermedi. “Ne yaptı?” diye sordum tekrar. “Karmaşık. Çok karmaşık.
Nereden başlayacağımı bile bilmiyorum…” Annem yardım etmesi için yalvaran gözlerle Dr. Winston’a baktı. Annem hep kaya gibi sert bir kadındı, bu yüzden söyleyeceği şey her neyse bunu bir türlü söyleyememesi beni korkutmuştu. “Owen, belki bunu açıklama konusunda annene ben yardımcı olabilirim,” dedi Dr. Winston, kollarını göğsünde kavuşturup masasının ucuna otururken. Anneme baktı ve alçak bir sesle sordu, “Yapabilir miyim?” Annem kafasını salladı ve ardından da ona duygusuz bir ifadeyle baktı.
Evet. Kesinlikle durum kötüydü. Ama Dr. Winston bana ne olduğunu söylemek yerine bir soru sordu. “Babanın şirketiyle ilgili ne biliyorsun?” Sinir olmuş bir hâlde arkama yaslandım. Bu aptalca bir soruydu. “Benzin ve doğalgaz kanalı için kuyu kazıyorlar.” “İşleri son on yıl boyunca iyiydi,” diye ekledi Dr. Winston.
Ses tonunda kulağa iyi gelmeyen bir şey vardı. Konuşmanın nereye gittiği konusunda hiçbir fikrim olmasa da savunmaya geçmem gerektiğini hissetmiştim. “Evet, öyle de denebilir,” diye cevapladım. Babamın şirketi Louisiana Frac son yıllarda iyi gidiyordu. Yeni bir doğalgaz şisti keşfedilmişti ve bu keşif her şeyi değiştirmişti. Kasabamızı, orada yaşayan insanları değiştirmişti. Babamın şirketini değiştirmişti. “Şirketin çalışanlarına nakit para karşılığında hisse senedi opsiyonları sunuldu çünkü babanın daha fazla ekipman satın alabilmek ve daha çok kişiyi işe almak için nakit paraya ihtiyacı vardı, bunu biliyorsun değil mi?” Dr. Winston masasının çevresinde dolanıp sandalyesine oturdu ve ellerini önde kavuşturdu. Konuşmanın nereye gittiğini anlamaya çalışarak kafa sallıyordum ama sanki aklım durmuş gibiydi, gelecek bir sonraki kelimeyi bile tahmin edemiyordum.
Louisiana Frac küçük bir işletme olmaktan çıkıp kasabamızdaki en büyük işverenlerden birine dönüşmüştü. Büyük babam için yıllarca çalışmış erkekler ve kadınlar artık şirketin küçük bir kısmına sahiplerdi. Bunu herkes bilirdi. Kasabamızı hayata döndüren şey buydu. Anlaşılan annem bana hiç bakmayacaktı. Konuşmaya katılmayacaktı. Ve olan biteni Dr. Winston’ın açıklaması ister istemez sinirimi bozuyordu.
“Bunların hepsini biliyorum. Sadece bana babamın ne yaptığını söyleyin,” dedim. Dr. Winston’ın elleri kucağına düştü ve oturduğu yerde biraz daha dikleşti. “Babanın kasabamızı nasıl da mahvettiğini anlayabilmen için her şeyi bir çerçeveye koymaya çalışıyorum. Louisiana Frac’te çalışan ve…
Louisiana Frac’te hisse sahibi olan iki yüzün üstünde insan var.” Kasabamızı mahvetmek mi? Sandalyemden kalktım, Dr. Winston’ın masasının önünde dar bir çember çizerken sadede gelmesi için ona sessizce yalvarıyordum.
Dr. Winston eliyle ağzını ovuşturdu. “Ama baban, bu şirketin büyümesine katkı sağlamak için dişini tırnağına takıp didinen ve büyük yatırım yapan çalışanları kandırdı.” Kafamı iki yana salladım. “Her ne kadar şirket her zamankinden daha çok para kazansa da baban bu parayı iyi yönetemedi. Hem de hiç. Aslına bakarsan sadece bu da değil.
Ortada zimmete para geçirme, borç saklama, tedarikçilere ödeme yapmama ve çevresel şikâyetler de var.” Dr. Winston’ın masasının önünde durup, “Babamın bunu yaptığına inanmıyorum,” dedim. Dr. Winston kafasını yana eğdi. “Ama onun bunu yaptığına inanan birkaç devlet kurumu var. Baban bütün paralarla –banka hesaplarındaki paralar, çalışanların emeklilik paraları– birlikte, tek bir kuruş bırakmadan ortadan kayboldu. Babanın milyon dolarları cebine indirdiği tahmin ediliyor. Çalışanlar sadece emeklilik paralarını ve işlerini kaybetmekle kalmadılar, aynı zamanda ellerinde tamamen değersiz olan bir şirketin hisseleriyle kaldılar. Şu an itibarıyla Louisiana Frac kapanmış bulunuyor.” Devamını bekledim.
Tüm bunları anlamlı kılacak kısmı. “Bana milyon dolarların gittiğini, kimsenin paranın nerede olduğunu bilmediğini ve babamın yanlış bir şey yaptığını düşündüğünüzü söylüyorsunuz.” Dr. Winston sandalyesinde öne doğru eğildi ve bana aptal… ya da sağırmışım gibi baktı. “Anlattıklarımı dinlemiyor muydun?” “Paraların nerede olduğunu bilen biri var,” dedi annem alçak bir sesle, sonunda konuşmaya katılarak. “Baban. Ama o da gitti.” “Ortada bir yanlışlık olmalı.” Annemin gözleri benimkilerle buluştu. “Ortada bir yanlışlık yok. İnan bana, Owen, durum kötü.
Kötüden de beter.” Hayır. Bu doğru değildi. Yanlış anlamışlardı. “Belki başka biri yaptı bunu. Belki de babama tuzak kuruldu,” dedim. “Yetkililer işin içinde bir başkasının daha olduğuna inanıyorlar. Kimse bunu birinin yardımı olmadan yaptığını düşünmüyor ama ona kimin yardım ettiğini bilmiyorlar,” dedi Dr. Winston ve ardından anneme bir bakış attı. Ve annem bu yorum karşısında irkildi. Artık hiçbir şey duyamıyordum.
Bunları daha fazla dinleyemezdim. Oradan çıkmam gerekiyordu. “Tamam. Tamam. Artık derse gidiyorum.” Annem elini uzatıp beni durdurdu. Her zamanki kendine güvenli hâlinin küçük bir belirtisi yerine gelmişti. Odaya girdiğimden beri görmediğim bir şeydi. “Anladığını sanmıyorum. Artık burada kalamazsın.” Kafamı sallayıp, “Tabii ki kalabilirim. Ben yanlış bir şey yapmadım. Babam ne yaptıysa… bu onun suçu. Benim değil,” dedim. Eğer burada kalamazsam eve dönmem gerekecekti.
Hayır… eve değil. Lake Cane’e geri gitmek zorundaydım. Ama artık orası benim evim değildi. Evim, bu okuldu. Sutton’s on bir yaşımdan beri benim yuvam olmuştu. Buradan ayrılamazdım. Annem ayağa kalkıp bana doğru gelmeye başladı ama o adım attıkça ben ondan uzaklaştım. Yüzüne bakamıyordum. “Eve gelmek zorundasın. Okul ücreti için paramız yok. Hiçbir şey için paramız yok. Her şeyimize el konuldu.” “Hayır. Bu doğru değil. Ortada bir yanlışlık olmalı.” Bir adım geri gittim ve beklenmedik bir şekilde kahkaha attım. “Bunu Jack mi yaptı? Vay be. Hakkını vermem lazım.
Bu yaptığımız bütün şakaların ötesinde. Tüm bunlar bir şaka olmalı.” Annem kafasını yavaşça salladı. “Ortada bir şaka falan yok. Jack’in bununla hiçbir ilgisi yok. Bu gerçek. Babanın yaptığı şeyler gerçek.” O an yalan söylemeyi bırakması için anneme bağırmak istedim sadece. Babam bunu yapmazdı. Dr. Winston’a dönüp, “Burada kalmama izin vermek zorundasınız. Yıllar içinde, burada kalmaya devam etmeme izin vermenize yetecek kadar para vermişizdir mutlaka size,” dedim.
Dr. Winston sanki benim için üzülüyormuş gibi boktan bir ifade takındı. “Bu o kadar basit değil, Owen.” “Burada kalamazsın,” diye araya girdi annem. “Baban seni bu okula göndermek için başka insanların paralarını kullandı. Ve tabii tüm tatiller, evimiz, arabalarımız ve mücevherler için de. Sahip olduğumuz her şey aslında bir başkasından çalınmış. Burada kalamazsın. Buna izin vermeyeceğim.” Kapı tıklandı ve hemen sonra da açıldı. Yaşlıca bir adam içeri kafasını uzattı ve “Her şey yüklendi, yani hazır olduğunuzda gidebiliriz,” dedi.
Adam kapıyı kapatmadan önce annem kafasını sallayıp ona teşekkür etti. “O kimdi?” diye sordum. “Ve ‘Her şey yüklendi,’ derken neyi kastediyor?” “Dr. Winston? Bize bir dakika izin verebilir misiniz lütfen?” diye sordu annem. Dr. Winston başını sallayıp odasında bizi yalnız bıraktı. Annem az önce kalktığım sandalyeye çöktü. “O adam Dedektif Hill’di. Babanın davasıyla o ilgileniyor. Durumun ne kadar kötü olduğunu anladığını sanmıyorum. Baban ortadan kayboldu ama yerel emniyet teşkilatı, FBI, Çevre Koruma Teşkilatı ve Milli Gelirler İdaresi de dahil olmak üzere onu arayan pek çok kurum var.
Üstelik bu insanlar gözlerini bana da çevirmiş durumdalar, orada onunla birlikte çalıştığım için onun ne işler çevirdiğinden haberdar olup olmadığımı merak ediyorlar. Benim de bu işin içinde olduğumu veya onun nerede olduğunu bildiğimi düşünüyorlar…” Annemin söylediklerini sindirmeye çalışarak duvara yaslandım.
“Dedektif Hill, geri döneceğimden emin olmak için burada. Ve tabii babanın burada bizimle buluşmayı planlamadığından emin olmak için de,” diyerek sözlerini sakince bitirip ayağa kalktı ve artık çok ciddi görünüyordu. “Odanı çoktan topladılar ve görünüşe bakılırsa her şey arabaya yüklenmiş. Babanın yaptıkları bugün kamuoyuna duyurulacak. Arkadaşlarının önünde küçük düşmemen için bu yaşanmadan önce okuldan ayrılmanın senin için en iyisi olacağını düşündüm.” “Burada olmamam bunun benim için küçük düşürücü olmayacağı anlamına gelmez.” Annem elini omzuma koydu.
“Bu ikimiz için de korkunç olacak ama yanlış bir şey yapmadığımızı unutmamamız gerek.” “Bütün bunlara inanamıyorum. Neden bunu yaptı ki?” diye sordum. “Keşke bilseydim. Onu görsem ilk olarak bunu sorardım diye düşünüyorum ama korkarım ki bunun yerine muhtemelen önce ona sağlam bir yumruk atardım.” Annem sessizce güldü ama bana hiç gerçekçi gelmedi. Hiçbir şey gerçek gibi değildi zaten. “Nerede olduğunu biliyor musun? Onunla konuştun mu?” Annem kafasını iki yana sallayıp, “Hayır,” dedi. “Ne zaman ortadan kayboldu?” Hâlâ babamın kendi isteğiyle gittiğine inanmıyordum. Bunun bir açıklaması olmalıydı. Bunları mantıklı kılacak bir şey olmalıydı. “Birkaç hafta önce,” diye fısıldadı annem.
Sandalyemi öyle bir ittim ki neredeyse yere devriliyordu. “Ve sen bana bunu şimdi mi söylüyorsun? Bunu daha önce bilmem gerektiğini düşünmedin mi?” “Ne yapacağımı bilemedim!” diye bağırdı annem. “Hâlâ da bilmiyorum. Bunca zaman babanını ortaya çıkıp tüm bunlara bir açıklama getirmesini bekledim. Onun ne kadar korkak ve sahtekâr bir adam olduğunu öğrenmene hiç gerek kalmamasını umdum!”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Korku - Gerilim Roman (Yabancı)
- Kitap AdıYalancı Orman
- Sayfa Sayısı344
- Yazar Ashley Elston
- ISBN9786257973441
- Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2020
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- gioconda ~ Nikos A. Kokantzis
gioconda
Nikos A. Kokantzis
aşkın gerçek anlamını tekrar sorgulayacağınız satırlar… işgal yılları sırasında birbirlerine âşık olan iki genç, binlerce insan açlıktan ölürken ve masumlar işkence görüp vatanseverler idam...
- Gösteri Peygamberi ~ Chuck Palahniuk
Gösteri Peygamberi
Chuck Palahniuk
Yalnızlık, yabancılaşma, şiddet, pornografi, tüketim ve şöhret açlığı… Televizyon kanallarından boca edilen sayısız yalanla kirlenmiş, hiçbir şeyin dolduramadığı bir boşluk… Gösteri Peygamberi, yeni bir...
- Cangüncem ~ Küçük İskender
Cangüncem
Küçük İskender
“Cangüncem, küçük İskender’in 17 Şubat 1975’te yazmaya başladığını belirttiği, 1984 Şubat ayından 1993 sonuna kadar yirmi defterde doğaçlama tuttuğu aforizmalar, şiirseller, değinmeler ve bazıları...