Kadim bir sır. Beklenmedik bir ittifak.
Gauri’nin hayatı tehlikedeydi. Bharata’nın Cevheri ve savaşçı prensesiyken artık bir hiçti. Zindanda ölümle yüzleşmeyi beklediği sırada kaderi hiç ummadığı biriyle kesişti – düşman krallığın kurnaz prensi Vikram’la.
Kukla bir kraldan fazlası olmak isteyen Vikram, Gauri’nin yeteneklerine karşılık ona özgür bir gelecek vadediyordu. Farklılıklarıyla birbirlerini tamamlayıp takım olmayı becerebilirlerse Dilekler Turnuvası’nda galip gelebilir ve en derin arzularına kavuşabilirlerdi.
Zekâlarını ve güçlerinin sınırlarını zorlayan sınavlar, daha tanıştıkları anda başlamıştı. Büyülü şehrin canavarlarıysa daha önce karşılaştıkları hiçbir şeye benzemiyordu: zehirli cariyeler, hikâye kuşları, korkular ziyafeti… Fakat çok geçmeden Gauri ve Vikram, en çok arzuladıkları şeyin en tehlikelisi olduğunu keşfedeceklerdi.
DAVETİYE
Vikram hoşnutsuzlukla, bu hissi değiştirip onu köreltmeyi bilecek kadar fazla zaman geçirmişti. Bu gece ise yılların birikimini kullanmadı. Onun yerine hoşnutsuzluğun asitli, ısırgan dişlerinin kalbini kemirmesine izin verdi. Ashramı oluşturan tahta kulübe ağına doğru yürürken, havada kahkahaların yankısı asılı kalmıştı. Herkesin bildiği bir espriye yabancı olan Vikram karanlıkta dikildi. Sekiz yaşından beri her senenin bir kısmını ashramda diğer soyluların yanında eğitim alarak geçirmişti. Diğer herkes, krallıklarına dönüp derslerini hayata geçirmek zorunda kaldıkları yılın bu dönemine içerlerdi.
Ama Vikram içerlemezdi. Ujijain’e her döndüğünde eğitiminin bir formalite olduğunu hatırlardı. Bir temeli olmadığını. O bunu tercih ediyordu. Beklentilerin olmaması, sınırlandırma korkusu olmadan öğrenebilmek ve onları dile getirmeye korkmadan görüşler edinebilmek anlamına geliyordu. Onun düşünceleri, sessizliğin verimli topraklarını tercih ediyordu. Sessizlik açıkgözlülüğü artırırdı; bu da Vikram’ın, babasının imparatorluğunun ona verdiği unvanı gönülsüzce de olsa kabul etmesine sebep olmuştu: Tilki Prens.
Ama açıkgöz olsa da olmasa da, ashrama girdiği anda başka bir prensin hükmetmek için evine çağrılışının kutlamalarını görmezden gelemeyecekti. Yakında Ujijain onu yurduna çağıracaktı. Sonra ne olacaktı? Günler birbirine karışacaktı. Umut kuruyup solacaktı. Konseyi kurnazlıkla alt etmek zorlaşacaktı. Konuşmak zorlaşacaktı. Yumruklarını sıktı. Kaç seneyi, daha fazlası için yaratılmış olduğuna inanarak geçirmişti? Bazen zihninin, görmezden gelinen prenslerin büyü yoluyla gölgelerden çıkarılıp onlara bir taç ve içinde yaşayacakları bir efsane verildiği masal ve halk hikâyeleri karmaşasından ibaret olduğunu düşünüyordu. Eskiden büyünün gözlerinin önüne yeni bir dünya sereceği ânı bekleyip dururdu. Fakat zaman, umutlarını donuk ve ışıksız kılmıştı. Ujijain Konseyi bunun icabına bakmıştı. Ashramın girişinin yakınındaki bir seremoni ateşinin sönmekte olan alevlerinin yanında bir bilge oturuyordu. Bir bilge bu saatte burada ne arıyordu? Boynunda altın bir firavunfaresi postu vardı. Hayır, post değil. Gerçek bir firavunfaresiydi. Hayvan uyuyordu.
Gözlerini açan bilge, “İşte geldin,” dedi. “Seni uzun zamandır bekliyorum, Tilki Prens.” Vikram donakaldı, şüpheyle ürperdi. Kimse onu beklemezdi. Kimse onu aramazdı. Bilgenin boynundaki firavunfaresi esnedi. Hayvanın ağzından bir şey yuvarlandı. Vikram uzanıp soğuk ve sert bir şey hissettiğinde kalbi hızla atmaya başladı: Bir yakut. Yakut tuhaf bir ışıkla parlıyordu. Firavunfaresi esneyerek… mücevher mi çıkarıyordu? Firavunfaresinin burnuna vuran bilge, “Gösterişçi,” dedi. Hayvanın kulakları sitemle indi. Kürkü karanlıkta parıldıyordu. Gerçek altın kadar… büyü kadar parlaktı. Vikram çocukken büyünün onu kurtaracağını düşünmüştü. Hatta büyüyü hapsetmeye çalışmıştı. Bir keresinde dilekleri gerçekleştirecek bir yaksha yakalamak için bir ağ kurmuş ve onun yerine, çok kızgın bir tavus kuşu yakalamıştı. Büyüdüğünde büyüyü yakalamayı denemeyi bırakmıştı.
Ama umut etmeyi kesememişti. Yalnızca lafta ona ait olacak taht ile arasında yatan tek şey umuttu. Yakutu daha sıkı tuttu. Yakut nabız gibi attı ve yüzeyinde bir görüntü dans ederken titredi: Bu kendi görüntüsüydü. Tahtta oturuyordu. Güçlüydü. Özgürdü.
Vikram neredeyse yakutu düşürecekti. Büyü vücudunda asılı kalmıştı. Damarlarında yıldız ışığı akıyordu, bilge sırıttı. “Konuşamıyor musun? Merak etme, geçecek, küçük Tilki Prens. Belki de bütün sözcükler zihninde uçuşuyordur da uzanıp doğru kelimeyi seçemiyorsundur. Ama ben naziğim. Eh, belki de değilim. Nezaket fazla yumuşak bir şey. Ama yardımda bulunmayı çok severim. Şöyle demelisin: ‘Neden buradasın?’” Şok içindeki Vikram’ın tek yapabildiği başını sallamak oldu. Bilge gülümsedi. Bazen bir gülümseme incecik bir diş dizisinden biraz fazlasıydı.
Bazen ise bir gülümseme dünyayı ikiye ayıran bir bıçaktı: gülümsemeden öncesi ve sonrası. Bilgenin gülümsemesi ikincisiydi. Hiçbir zaman endişelenmeyen Vikram, bütün dünyasının bu sırıtışla değişmek üzere olduğunu hissetti. “Buradayım çünkü beni çağırdın, prensçik. Seni yüzyıl yaşlanırken gerçekleşecek bir oyuna davet etmek için buradayım. Zenginlik ve Hazineler Tanrısı’nın hayallerinin kokusunu aldığını ve iştahlı kalbinle kurnaz gülümsemeni bulana dek onu takip ettiğini söylemek için buradayım.”
Vikram’ın avucundaki yakut titreyip sarsıldı. Gözlerinin önünde kızıl ışıklar fışkırdı ve yakutun bir yakut değil, mücevher şeklinde bir davetiye olduğunu fark etti. Davetiye titredi… açılıp üzerinde şunlar yazan altın bir parşömene dönüştü:
Vikram parşömene bakakaldı. İçinde bir yerlerde korkması gerektiğini biliyordu. Ama onu delip geçen umudun yanında korku sönük kalıyordu. Daha fazlasını arzulayan o gölgelerdeki tarafı, yaşı ilerledikçe çarpıklaşan bir çocukluk hayali değildi. Belki de her zaman bir önsezi olmuştu. Gözler önünde değil, ruha gömülü bir bilgi gibi.
Gerçek ama gizli şeyler gibi. Bilge başıyla yakuta işaret etti. “Bak ve seni neyin beklediğini gör.” Vikram baktı ama hiçbir şey görmedi. “Şarkı söylemeyi dene! Yakut sevildiğini hissetmek istiyor. Baştan çıkarılmak istiyor.” Nihayet konuşabilen Vikram, “Benim şarkı söyleyişime baştan çıkarma diyemem,” dedi. “Esasında daha çok saygısızlık sayılır.” “Gerçeği dışarı çıkmaya ikna eden şarkının sesi değildir. Samimiyetidir. Bak böyle…” Bilge bir şarkı değil, bir hikâye şakıdı. Vikram’ın hikâyesini. Yakutta bir görüntü belirdi. Vikram bir eliyle İmparator’u kavrıyor, diğeriyle ise mavi bir çiçek demetini sımsıkı tutuyor du. Mücevherden sesler sızdı: mırıltılı memnuniyetsizlikler, “Ujijain vârisi” unvanının bir kahkaha arasında söylenilmesi. Vikram, Ujijain’in ona vadettiği geleceği gördü: Güç maskesi takınmış, lüks dolu, işe yaramaz bir hayat. Kâbus gibi uzun bir hayat, günbegün durağanlık. Göğsü sıkıştı. Ölmeyi yeğlerdi. Bilgenin sesinde hiç tonlama yoktu. Ama sesinin serpiştirilmiş altın paralar gibi bir dokusu vardı.
“Eğer bir taht istiyorsan oynaman gerek
Hazineler Tanrısı sever öyküleri ve oyunları
İstekli bir yürek gününü güzelleştirecek
Ya da yenilgilerini sayarak harcayabilirsin hayatını
Ama söyle, küçük prens, söyle oyunu oynayacağını
Eğer oynarsan bir partnerle, olmayacaksın asla aynı.”
Ashram kulübeleri yakınlaştı ve ateşler topaz gibi ışıldadı. Bu fikir, Vikram’ın zihninde yer etti. Hayatını imkânsızı ‒gerçek güç, şöhret ve bir gelecek‒ istemek üzerine inşa etmişti ve şimdi aramayı kestiği anda büyü onu bulmuştu. Büyü, bütün o eski hayallerine hayat verip aklını o en korkunç soruyla doldurmuştu: Ya gerçekten?.. Tüm kalbiyle buna inanmak istemesine rağmen bilgenin sözleri duraksamasına sebep oldu.
“Neden partner dedin?” “Davetin için mecburi.” Vikram kaşlarını çattı. Ashramdaki prensler hiçbir zaman ona takım çalışması için güven vermemişti. “Dudaklarında kan, yüreğinde dişler olanı, parıldayanı bul.” “Zaten gözden kaçırmak zormuş gibi geliyor.” Bilge, “Hele senin için daha da zor,” dedi. Sesi genleşmiş, etrafa yayılmıştı. Tam insansı değildi. Ses her yerden yükseliyor, gökyüzünden dökülüyor, topraktan fışkırıyordu. “Oynayacağını söyle. Oyunu oynarsan imparatorluğunun sadece boş ismini değil, kendisini kazanabilirsin. Kabul etmek için sadece tek şansın var.” Bilge ellerini alevlerden geçirdi. Mücevherler gibi görüler ellerinden döküldü: Fildişi ve altından, yakalanmış yıldızların çırpınıp ışıklarını teslim ettikleri siyah akıntılarla yarılmış bir saray. Kapılarına oyulmuş kehanetler vardı ve tepesindeki gök, unutulmuş efsanelerin, suları yardığı dalgalı bir okyanustan başkası değildi. Binlerce yaksha ve yakshini buzlardan, dikenli orman bitkilerinden, göl sularından ve bulutlu zirvelerden geçiyordu. Vikram hayallerinin tadını almış ve daha fazlasına açmış gibi hissediyordu. Büyü, kemiklerini çekiştirip ona bu hâlini geride bırakması için yalvardı. Vikram öne eğildi, kalbi şu âna yetişebilmek için hızla çarpıyordu.
“Evet,” diye mırıldandı. Sanki başka bir şey diyebilecekmiş gibi. An paramparça oldu. Dünya sessizce kendi hâline döndü. Bilge, “Harika!” dedi. “Yeni ayda Alaka’da görüşürüz.” “Alaka mı? Ama o bir… Yani o bir efsane sanıyordum.” “Ah, sevgili çocuğum, oraya varmak oyunun yarısı.” Bilge göz kırptı. “İki yaşayanın girişi için geçerli!” “Peki ya iki yaşayanın çıkışı?” Bilge gülerek, “Seni sevdim,” dedi. Bir anda kayboluverdi.
1
C A N A VA R O L M A K
GAURI
Oda kapılarının diğer tarafında ölüm duruyordu. Bugün ölümle her zamanki deri ve zincir zırhımla değil, ipek ve makyaj zırhıyla karşı karşıya gelecektim. İnsan bir zırhın diğerinden daha güçlü olduğunu düşünebilir ama kırmızı bir dudak başlı başına bir eğri kılıçtır, sürmeli bir göz ise çelik uçlu bir ok kadar iyi hedef alabilir. Ölüm bekliyor olabilirdi ama ben kraliçe olacaktım. Tahtımı geri almak için kandan ve kemikten bir yol açmak zorunda kalsam bile onu elde edecektim. Ölüm bekleyebilirdi. Banyo yakıcıydı ama bir zindanda altı ay geçirdikten sonra lüks hissettiriyordu. Banyo odasında tül gibi koku sütunları yavaş yavaş dolaşıyor, ciğerlerimi gül yağıyla dolduruyordu.
Bir anlığına evime dair düşünceler beni boğdu. Kır çiçekleri, tepelere oyulmuş kumtaşı tapınaklar, uyumadan önce dualarımda isimlerini mırıldandığım insanlarla dolu yuvam. Yüreği hak etmediğim bir güvenle dolu Nalini’nin alaycı ve uygunsuz bir espriyle beklediği yuvam. Ama yuvam yok olmuştu. AbimSkanda, Bharata’daki hiçbir ocağın beni hoş karşılamayacağından şimdiye kadar emin olmuş olmalıydı. Beni Ujijain Prensi’yle ilk ve de muhtemelen son toplantıma hazırlaması gereken Ujijainli nedime konuşmuyordu. Öte yandan, insan ölüme mahkûm edilmek üzere olan birine ne diyebilirdi ki? Beni neyin beklediğini biliyordum. Zindanımın önündeki nöbetçilerden o kadarını anlamıştım. Bilgi istiyordum, o yüzden inleyerek kâbus görüyormuş gibi yapmıştım. Topallıyor gibi yapmıştım. Ünümün yalnızca söylentilerden ibaret olduğunu düşünmelerini sağlamıştım. Hatta bir tanesinin saçlarıma dokunmasına ve belki de bana daha iyi yemek getirmeye onu ikna edebileceğimi söylemesine izin vermiştim.
Dişlerimle boğazını parçalamaktansa ağladığım için hâlâ gurur duyuyordum. Buna değmişti. İnsanlar ufak tefek, paramparça görünen şeyleri rahatlatmak istemeye meyilliydi. Bana, onlara bir kere daha gülümsersem ölümümü hızlı kılacaklarını söylemişlerdi. Bana gülümsememin söylenmesinden nefret ediyordum. Ama artık nöbetçilerin devir sırasını biliyordum. Hangilerinin savaş yaraları taşıdığını ve saraya nasıl girdiklerini biliyordum. Doğu kapısını hiçbir gözcünün korumadığını biliyordum. Hangi askerlerin sakat dizlerine rağmen sırıttıklarını biliyordum.
Nasıl kaçacağımı biliyordum. Saçlarım ıslak iplikler hâlinde sırtıma dökülmüşken ipek elbiseyi üzerime geçirdim. Bharata Prensesi’ne sert ketenler verilmemişti. Soyluluğun çok tuhaf faydaları oluyordu. Nedime sessizce beni gümüş duvarların cilalı devasa aynalar oluşturduğu yan odaya götürdü. Alçak bir masanın üzeri kokulu yağlarla dolu ince cam imbiklerle, küçücük sürme şişeleriyle, inci ve karmin tozuyla dolu ipek keselerle kaplıydı. Kamıştan fırçalar ve yazı araçları gibi yontulmuş fildişleri ışıkta parlıyordu. Yuva özlemi beni delip geçti. Tanıdık makyaj malzemelerine uzanmamı engellemek için ellerimi kenetlemek zorunda kaldım. Harem anaları bana bunları nasıl kullanacağımı öğretmişti.
Analarımın gözetiminde güzelliğin yaratılabileceğini öğrenmiştim. Nalini ve benim talimatlarımızla ise analarım ölümün güzellikte saklanabileceğini öğrenmişti. Nalini, Bharata’ya katlanıp mücevherli firketeler oluşturan incecik hançerler sipariş etmişti. Birlikte analara kendilerini nasıl savunacaklarını öğretmiştik. Nalini’den önce, demircinin bana kılıçların dengesini öğretebilmesi için kırkma makasları çalıp tav ocağına sızardım. Babam askerlerle beraber eğitim almama izin vermiş, eğer bir şeyleri sakatlamaya niyetliysem bari sakatlayacaklarımın Bharata’nın düşmanları olmasını söylemişti. O öldüğünde, Bharata’nın eğitim alanı, Skanda’dan kaçıp sığınacak bir yer olmuştu. Orada güvendeydim. Sadece güvende de değildim, kimseye zarar da vermiyordum. Sevdiğim insanları güvende tutmamın tek yolu asker olmaktı.
Bu, Skanda’nın bana yaptırdığı şeyleri telafi etme yolumdu. Nedime çenemi çekiştirdi. Bir gereç aldı –yanlış gereç olduğunu fark ettim– ve kırmızı pigmenti dudaklarıma sürdü. “İzin ver ben…” diye konuşmaya başladım ama nedime beni susturdu. “Eğer konuşursan o sivri gereci gözlerinin etrafında kullanırken elimin kaydığından emin olurum.” Bir prenses olsam da hâlâ onların düşmanıydım.
Öfkesine saygı duyuyordum. Sadakatine de. Ama makyajımı düzgün yapmaması başka meseleydi. Gözlerimi kapayıp nedimenin ihtimamı altında irkilip kıpırdamamaya çalıştım. Kendimi burası dışında herhangi bir yerde hayal etmeye çalıştım ve hafızam beni kendi düşüncelerimden uzaklaştırıp on yaşındaki hâlime, ablam Maya Bharata’dan ayrıldığı için ağladığım zamana merhametle geri götürdü. Dhina Ana gözyaşlarımı kurulayıp beni kucağına almış ve o gün için makyajını yaparken izlememe izin vermişti.
Kendimizi bu şekilde koruruz, beti. Suratımıza nasıl hakaretler veya acılar savrulursa savrulsun, bunlar bizim bariyerlerimizdir. Ne kadar paramparça hissedersek hissedelim, acı çeken tek şey yüzümüzdeki boya olur.
Boyayı her zaman silebiliriz. Yumuşak bir fırça yanağımda dolaşıp tenime incecik dövülmüş inci tozları serpiştirdi. Bu tozun, teni binlerce şafak kadar göz kamaştırıcı hâle getirebileceğini harem analarından biliyordum. Ayrıca eğer bu toz gözlerinize kaçarsa taneciklerin ağlamanıza yol açabileceğini ve geçici olarak görmenizi engelleyeceğini de biliyordum. Tozun kokusu eski ve tanıdık bir pelerin gibi üzerime çöktü. Derin derin nefes aldım, tekrar on altı yaşındaydım, sarayın muson kutlamasına hazırlanıyordum. Arjun bir fenere benzediğimi söylemişti ve ona dilimi çıkarmıştım. Nalini de oradaydı, meydan okurcasına kendi halkının kıyafetini giyiyordu: İpekten dokunmuş, üzerine ay şeklinde binlerce ayna dikili bir salwar kameezin etrafına sardığı kırmızı desenli bir kuşak.
Bir sene sonra Arjun general olduğunda ona Skanda’dan tahtı almayı amaçladığımı söylemiştim. Halkımı Skanda’nın yönetiminden mümkün olduğunca korumuştum. Ama kenarda bekleyemezdim. Artık değil. Arjun hiç sorgulamadan, hayatını ve askerlerini benim davama adayacağına ant içmişti. Altı ay sonra, tahtı abimden almak için hamlemi yapmıştım.
Abim kurnazdı ama hükümdarlığından önce hayatını korurdu. Arjun ve askerleri, tahtı ele geçirme çabamı desteklediği için gücün kan dökülmeden geçişini sağlayabileceğimi düşünmüştüm. Yanılmışım. Tahtı almaya çalıştığım gece en iyi zırhımı kuşanmıştım: dökmeyeceğim kanlar için kan kırmızısı dudaklar ve edindiğim gizlilik için gece siyahı sürme. Nemli, taştan bir kemerin altında en iyi bir avuç askerimle beklerkenki korkumu, nasıl kısık sesle küfrettiğimi hatırlıyordum.
Taşların aralarına sıkışık, soluk, inci ve ceset kadar beyaz mantarları hatırlıyordum. Karanlıkta görebildiğim tek şey onlardı. Taht odasına girişimi hatırlıyordum. Konuşmamı o kadar çok kez çalışmıştım ki neler olduğunu fark ettiğimde başka kelime bulamamıştım. Ama yerdeki cesetleri, gece göğünü bir yumurta gibi ikiye ayıran yıldırımı hatırlıyordum. Abimin yanında duran Arjun’un yüz ifadesini hatırlıyordum: Sakindi. Olacakları zaten biliyordu. Yüzüme ayna tutan nedime, “Bitti,” dedi.
Gözlerim kırpışarak açıldı. Yansımamı görünce yüzümü ekşittim. Kırmızı pigment dudaklarımın dışına taşmıştı, dudağımı kalın ve kanla lekelenmiş gibi gösteriyordu. Sürme eşit yayılmamıştı. Gözlerim morarmış gibi görünüyordu. Nedime alayla yaltaklanan bir sesle, “Sana yakıştı, Prenses,” dedi. “Şimdi gülümse ve bana Bharata’nın Cevheri’nin meşhur gamzeli gülümsemesini göster.” Çok az insan “meşhur gamzeli gülümsememin” bir yara izi olduğunu biliyordu. Dokuz yaşındayken bir rakshanın tahta heykeli gerçekmiş ve beni yemeyi planlıyormuş gibi yaparken kendimi kör bir kırkma makasıyla kesmiştim. Kader sana gülümsüyor, çocuğum. Yara izlerin bile çok hoş, demişti Dhina Ana. Büyüdükçe, yara izi bana eğer buna izin verirseniz insanların neyi görmeyi seçeceğini hatırlamaya başlamıştı.
O yüzden nedimeye gülümsedim ve çok küçük yaştan itibaren çok sivri şeyleri kullanmayı öğrenmeye başlamış bir kızın yarası yerine gamzeli bir gülümseme gördüğünü umdum. Nedimenin gözleri yüzümden boynumdaki safir kolyeye kaydı. İçgüdüsel olarak kolyeyi kavradım. Avucunu uzattı. “Prens sana bizzat vermediği bir şeyi takmandan hoşlanmayacaktır.”
“Şansımı denerim.” Elimde ablam Maya’dan kalan tek şey buydu. Onu vermeyecektim. Ablamın kolyesi bir mücevherden fazlasıydı. Maya’nın Bharata’ya döndüğü gün onu tanıyamamıştım. Ablam değişmişti. Bir dünyanın zarla kaplı gerçekliğini yırtıp atmış ve altında daha muazzam bir şey görmüş gibiydi. Sonra bir ay ışığıyla gölgenin arasına fırlayıp kaybolmuştu. Kolye bana Maya’nın yaptığı gibi kendim için yaşamayı hatırlatıyordu. Ama aynı zamanda bana kaybı da hatırlatıyordu.
Engin, ağır bir büyü kardeşimi çalmıştı ve kolyeye ne zaman baksam kontrol edemediğim şeylere güvenmemeyi hatırlıyordum. Kolye bana kendime güvenmemi hatırlatıyordu. Başka hiçbir şeye ve hiç kimseye güvenmemem gerektiğini. Kolyenin anlamlarına sadece inanmak istemekle kalmıyordum. Bunları hatırlamaya ihtiyacım vardı. Kolyeyi vereceğime ölürdüm.
“Kolyeyi bayağı beğendim. Belki de ben takarım,” dedi nedime. “Ver bana. Hemen.” Kolyeyi kavradı. Kolları ince olmasına rağmen parmakları güçlüydü. Derimi çimdikleyip kolyenin klipsini tırmaladı. “Ver. Şunu. Bana,” dedi tıslarcasına. Kemikli dirseğiyle boynumu hedef aldı ama darbeyi durdurdum. “Sana zarar vermek istemiyorum.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Fantastik Roman (Yabancı)
- Kitap AdıDilekler Tacı
- Sayfa Sayısı360
- YazarRoshani Chokshi
- ISBN9786052177983
- Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2020Roshani Chokshi
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Tatar Çölü ~ Dino Buzzati
Tatar Çölü
Dino Buzzati
İtalyan edebiyatının köşe taşlarından Dino Buzzati’nin ilk romanı olan Tatar Çölü, modernist edebiyata yapılmış en önemli katkılardan biri. Genç teğmen Giovanni Drogo, ilk görev...
- Pan ~ Knut Hamsun
Pan
Knut Hamsun
Umut etmek ilginç bir şey, evet çok tuhaf bir şey. İnsan bir sabah bir yola çıkabilir, o yolda sevdiği biriyle karşılaşmayı umut edebilir. Peki...
- Sofie’nin Dünyası – Felsefe Tarihi Üzerine Bir Roman ~ Jostein Gaarder
Sofie’nin Dünyası – Felsefe Tarihi Üzerine Bir Roman
Jostein Gaarder
15. yaş günpünü kutlamaya hazırlanan Sofie, posta kutusunda, “Kimsin sen?” yazılı bir kağıt bulur. Bu soruyu, diğer sorular ve günümüze kadar uzanan bir felsefe...