Nereye Gidersen Git, Seninle Gelirim
Morgane’ın hançerinden kıl payı kurtulduktan sonra kendilerini yapayalnız bulan Lou, Reid, Coco ve Ansel’in saklanacak yerleri kalmamıştı. Kilise, krallık, cadılar – herkes onlara karşıydı. Bu savaşı kazanma şansları tükenmek üzereydi.
Nerede Olursan Ol, Yanında Kalırım
Ölümcül bir kedi-fare oyununun içine çekilirken müttefiklerini en umulmadık yerlerde aramaları gerekiyordu. En kadim düşmanları olan kan cadılarını ve kurtadamları ikna etmek için çok az zamanları vardı.
İkimiz De Yaşayacaksak, Her Şeyi Yaparım
Lou büyünün tehlikeli sınırlarında gezinirken, Reid kendi gücünü hâlâ ısrarla reddetmeye çalışıyordu. Onları sonsuza dek bağlayan yeminleri, kanla tekrar yazılmak üzereydi.
Fakat Ölüm Hepimizin Peşinde.
I. BÖLÜM
Il n’y a pas plus sourd que celui qui ne veut pas entendre.
Duymazdan gelenler kadar sağırı yoktur.
—Fransız Atasözü
YARIN
Lou
Üstümüzde kara bulutlar toplanmıştı. La Fôret des Yeux’nün sık ağaçlarının oluşturduğu kubbeden gökyüzünü göremesem de –ya da kampımızın dışında şiddetini artıran acı rüzgârları hissedemesem de– bir fırtına kopmasının an meselesi olduğunu biliyordum. Ağaçlar kasvetli alacakaranlıkta sallanıyordu ve hayvanlar inlerine çekilmişti. Birkaç gün önce, biz de kendi deliğimiz diyebileceğimiz bir yere saklanmıştık: Ağaçların parmaklar gibi kök saldığı, soğuk toprağa girip çıktığı orman zeminindeki tuhaf bir oyuğa. Ona görünüşüne yaraşır şekilde Kovuk adını verdim. Kar dışarıdaki her şeyi kaplasa da kar taneleri Madam Labelle’in yaptığı koruyucu büyüyle temas ettiği gibi eriyordu. Pişirme taşını ateşin üzerine yerleştirerek üstündeki şekilsiz yumruyu bir umut dürttüm. Karışım sadece öğütülmüş ağaç kabuğu ve sudan oluştuğundan tam olarak ekmek denemezdi ama bir öğün daha çam fıstığı ve devedikeni kökü yemeyi reddetmiştim. Yemeyecektim işte.
Bir kız, tadı olan bir şeyler yemeye ihtiyaç duyardı zaman zaman – ve bununla, Coco’nun bu sabah bulduğu yabani soğanları kastetmiyordum. Nefesim hâlâ bir ejderhanınki gibi kokuyordu. “Ben o şeyi yemem,” dedi Beau düz bir sesle, çam ekmeğine sanki birazdan ete kemiğe bürünüp kendisine saldıracakmış gibi bakarken. Siyah saçları –genellikle büyük bir özenle şekillendirirdi darmadağınık dalgalar hâlindeydi ve kir, esmer yanağını yol yol boyamıştı. Kadife takımı Cesarine’de modanın zirvesi olarak görülürdü ama artık pislikten görünmeyecek durumdaydı.
Ona sırıttım. “Pekâlâ. Açlıktan öl.” “Yoksa o…” Ansel yaklaştı, yüzünü gizlice buruşturdu. Açlıktan parlayan gözleri ve rüzgârdan birbirine girmiş saçlarıyla, vahşi doğada Beau’dan daha iyi idare ettiği söylenemezdi. Ama Ansel –zeytuni teni, uzun ince yapısı, kıvrık kirpikleri ve samimi gülümsemesiyle– her koşulda güzeldi. Elinde değildi. “Sence…” “Yenilebilir mi?” diye tamamladı Beau, koyu renk kaşını kaldırarak. “Hayır.” “Bunu söylemeyecektim!” Ansel’in yanakları al al oldu ve bana özür dileyen bir bakış attı. “Şey diyecektim, ııı – iyi. Sence iyi mi?” “Buna da hayır.” Beau sırt çantasını karıştırmak için arkasını döndü. Bir an sonra muzaffer bir tavırla bir avuç soğanla doğruldu ve birini ağzına attı. “Akşam yemeğim bu olacak, teşekkür ederim.” Ağzımı sert bir cevap vermek için açtığımda, Reid’in kolu omuzlarımı sardı; ağır, sıcak ve rahatlatıcıydı. Usulca alnımı öptü.
“Eminim ekmek nefis olmuştur.” “Aynen öyle.” İltifat karşısında gururlanarak ona yaslandım. “Nefis olacak. Gecenin geri kalanında da leş, ıı, soğan gibi kokmayacağız.” Elini ağzına götürürken yarı yolda duraklayıp kaşlarını çatmış, bir bana bir soğana bakan Beau’ya sevimli bir şekilde gülümsedim. “En geç ertesi gün gözeneklerinden sızacaklar.” Reid kıkırdayarak omzumu öpmek için eğildi ve sesi –alçak ve derindi– tüylerimin diken diken olmasına sebep oldu. “Ne diyeceğim, yukarı tarafta bir dere var.” İçgüdüsel olarak boynumu uzattım ve boğazıma, çenemin hemen altına bir öpücük daha kondurdu. Nabzım dudaklarının değdiği yerde atıyordu. Beau, bu aleni sevgi gösterimize tiksintiyle dudak bükse de Reid’in yakınlığından zevk alarak onu görmezden geldim. Modraniht’ten* uyandığımdan beri doğru düzgün yalnız kalamamıştık. “Belki de oraya gitmeliyiz,” dedim nefes nefese. Her zamanki gibi, Reid çok erken uzaklaştı. “Ekmeğimizi çantaya atarız ve… piknik yaparız.”
Madam Labelle, kampın Coco ile tartıştığı diğer ucundaki eski bir çam ağacının köklerinin içinden hızla bize doğru döndü. Aralarında bir parça parşömen tutuyorlardı, omuzları gergin ve suratları asıktı. Coco’nun parmakları mürekkep ve kana bulanmıştı. Çoktan kan kampındaki La Voisin’a, sığınmak için yalvaran iki not göndermişti. Teyzesi ise ikisine de cevap vermemişti. Üçüncü bir notun bunu değiştireceğinden şüpheliydim. “Kesinlikle olmaz,” dedi Madam Labelle. “Kamptan ayrılamazsın. Bunu yasakladım. Ayrıca, bir fırtına yaklaşıyor.”
Yasakladım. Kelimeler sinirime dokunmuştu. Üç yaşımdan beri kimse bana bir şey yapmayı yasaklamamıştı. “Hatırlatmak isterim ki,” diye devam etti, burnu havada ve katlanılmaz bir ses tonuyla, “orman hâlâ avcılarla dolu ve onları görmemiş olsak da cadılar çok uzakta olamaz. Kralın muhafızlarından bahsetmiyorum bile. Florin’in Modraniht’teki ölümüyle ilgili söylentiler yayıldı” Reid ve ben birbirimizin kollarında kaskatı kesildik– “ve kellenize koyulan para ödülleri arttı. Köylüler bile yüzünüzü tanıyor.
Hep beraber bir tür saldırı stratejisi oluşturmadan bu kampı terk edemezsiniz.” Edemezsiniz kelimesindeki belli belirsiz vurgu ya da Reid’le ikimize bakışı gözümden kaçmadı. Kamptan ayrılması yasaklanan bizdik. Yüzleri Saint-Loire’nın her yerine yapıştırılmış olanlar bizdik ve artık muhtemelen krallığın diğer tüm köylerine de. Coco ve Ansel, malzeme almak için Saint-Loire’ya yaptıkları riskli yolculuktan sonra birkaç aranan posteri araklamışlardı – biri saçları sıradan bir kökboyasıyla kırmızıya boyanmış Reid’in güzel yüzünü, biri de benimkini tasvir ediyordu.Sanatçı çeneme bir siğil eklemişti.
Bu hatırayla beraber kaşlarımı çatarak çam ekmeğini çevirdim ve alt tarafı yanmış, kararmış bir kabukla karşılaştım. Hepimiz bir an için öylece ekmeğe baktık. “Haklısın, Reid. Nefis.” Beau’nun ağzı kulaklarındaydı. Onun arkasında, Coco avucunu keserek kanını nota akıtıyordu. Damlalar düştükleri yerde cızırdayıp duman çıkardı ve parşömeni geride hiçbir şey kalmayıncaya dek yaktı. La Voisin ve Dames Rouges’un* kamp yaptığı yer artık neresiyse oraya götürdü. Beau, soğanlarının geri kalanını burnumun hemen altında sallayarak dikkatimi tekrar kendisine çekti. “Bir tane istemediğine emin misin?”
Eline vurarak onları düşürdüm. “Git başımdan.” Omuzlarımı sıktıktan sonra Reid yanmış somunu taştan kaptı ve özenle bir dilim kesti. “Yemek zorunda değilsin,” dedim asık suratlı bir şekilde. Dudakları kıvrılarak bir gülümsemeye dönüştü. “Bon appétit.”** Donakalmış bir şekilde, onun ekmeği ağzına tıkmasını izledik ve de boğulmasını. Beau bir kahkaha patlattı.
Gözleri sulanan Reid, Ansel sırtına vurduğunda yutmak için acele etti. “Güzel olmuş,” diye temin etti beni, hâlâ öksürüyor ve çiğnemeye çalışıyordu. “Gerçekten. Tadı şeye benziyor… şeye…” “Kömüre mi?” Beau, yüz ifademi gördüğü gibi iki büklüm olacak kadar coşkuyla gülünce Reid’in tepesi attı, hâlâ boğuluyor olsa da kıçını tekmelemek için ayağını kaldırdı. Kelimenin tam anlamıyla. Dengesini kaybeden Beau, kadife pantolonunun arkasında açıkça görülebilen bir çizme iziyle orman zeminindeki yosun ve likenlere doğru devrildi. Reid sonunda ekmeği yuttuğunda çamur tükürdü. “Hıyar.” O bir ısırık daha alamadan ekmeği ateşe geri attım. “Şövalyeliğin dikkate alındı, sevgili kocacığım ve de mükâfatsız bırakılmayacak.”
Bana sarıldı, yüzünde şimdi içten bir gülümseme vardı. Ve utanç verici bir şekilde rahatlamış görünüyordu. “Onu yerdim.”
“Yemene izin vermeliydim.” “Ve şimdi hepiniz acıkacaksınız,” dedi Beau. Midemin hain gurultusunu görmezden gelerek, Reid’in sırt çantasının içindekilerin arasına gizlediğim bir şişe şarabı çıkardım. Morgane beni Cesarine Azize Cécile Katedrali’nin basamaklarından kapıp kaçırdığında, yolculuk için hazırlanma şansım olmamıştı. Neyse ki dün kamptan biraz uzaklaşmış bulunmuştum da yoldaki bir seyyar satıcıdan bir avuç yararlı eşya almıştım. Şarap şart olmuştu. Tıpkı yeni kıyafetler gibi. Coco ve Reid, kanlı tören elbisem yerine giymem için bir şeyler ayarlamış olsalar da diktikleri kıyafet sıska vücudumdan düşüyordu Şato’daki hâlimden daha zayıftım, hatta evsizler kadar zayıftım. Şimdiye kadar, küçük gezimin meyvelerini gizli tutmayı başarmıştım hem Reid’in sırt çantasında hem de Madam Labelle’in ödünç aldığı pelerinin altında ama bir noktada sır ortaya çıkmak zorundaydı. Şu andan daha iyi bir zaman da göremiyordum.
Reid’in bakışları şarap şişesini görmesiyle keskinleşti ve gülümsemesi kayboldu. “O da ne?” “Bir hediye, elbette. Hangi gün olduğunu bilmiyor musun?” Geceyi kurtarmaya karar vererek şişeyi Ansel’in masum ellerine verdim. Parmakları şişenin boğazını sardı ve tekrar kızararak gülümsedi. Kalbim mutlulukla dolmuştu. “Bon anniversaire, mon petit chou!”* “Doğum günüm gelecek ay,” dedi utangaç bir şekilde ama yine de şişeyi göğsüne bastırdı. Ateş, sessiz sevincine titrek bir ışık tutuyordu. “Daha önce hiç kimse…” Boğazını temizledi ve sert bir şekilde yutkundu. “Daha önce hiç hediye almamıştım.” Göğsümdeki mutluluk hafifçe delinmişti.
Çocukken, kendi doğum günlerim kutsal günler olarak kabul edilirdi. Krallığın dört bir yanından gelen cadılar, kutlamak için LeBlanc Şatosu’na gelirdi ve birlikte, ay ışığının altında ayaklarımız ağrıyana kadar dans ederdik. Büyünün keskin kokusu tapınağı kaplar ve annem beni abartılı hediyelere boğardı bir sene elmas ve incilerden oluşan bir taç, bir sonraki sene ise ebedi hayalet orkidelerden oluşan bir buket. Bir keresinde deniz tabanında yürümem için L’Eau Mélancolique’i* ikiye ayırmış ve melusinalar** da parlak saçlarını savurup gümüş kuyruklarıyla göz kamaştırarak güzel, ürkütücü yüzlerini bizi izlemek için suya dayamışlardı.
O zaman bile, kız kardeşlerimin hayatımdan çok ölümümü kutladıklarını biliyordum ama daha sonra daha zayıf anlarımda aynı şeyin annem için de geçerli olup olmadığını merak etmiştim. “Biz şanssızız, sen ve ben,” diye mırıldanmıştı beşinci doğum günümde alnıma bir öpücük kondurarak. Ayrıntıları net bir şekilde hatırlayamasam da –sadece yatak odamdaki gölgeler, tenimdeki soğuk gece havası, saçımdaki okaliptüs yağını hatırlıyordum yanağından bir gözyaşı süzüldüğünü sanmıştım. O zayıf anlarımda, Morgane’ın doğum günlerimi hiç kutlamadığını biliyordum.
Onların yasını tutmuştu.
“Sanırım uygun cevap teşekkür ederim demek.” Coco, siyah buklelerini omzunun üzerinden savurarak şarap şişesini incelemek için kenara çekildi. Ansel daha da kızardı. Sırıtarak, parmağını camın kıvrımında gezdirdi ve kendi kıvrımlarını Ansel’in uzun ince bedenine bastırdı. “Hangi bağdan bu?” Beau, Coco’nun bu bariz performansına gözlerini devirerek soğanlarını almak için eğildi. Coco koyu renkli gözleriyle onu süzdü. İkisi de günlerdir birbirine doğru düzgün tek bir kelime etmemişti. Başlarda, Coco’nun prensin havasını iğnelemeleriyle söndürmesini izlemek eğlenceliydi ama son zamanlarda Ansel’i de bu işe dahil etmişti. Yakında bu konu hakkında onunla konuşmalıydım. Gözlerim, şaraba bakarken hâlâ ağzı kulaklarında olan Ansel’e doğru kaydı.
Yarın. Onunla yarın konuşacaktım. Parmaklarını Ansel’in üzerine yerleştiren Coco, ufalanan etiketi incelemek için şişeyi kaldırdı. Alevlerin ışığı, kahverengi cildindeki sayısız yara izini aydınlattı. “Boisaîné,” diye okudu yavaşça, harfleri ayırt etmekte zorlanarak. Kirin birazını pelerininin eteğiyle sildi. “Kadimkoru.” Bana bir bakış attı. “Daha önce hiç böyle bir yer duymadım. Yine de müzelik duruyor. Bir servete mal olmuş olmalı.”
“Aslında düşündüğünden çok daha az tuttu.” Reid’in şüpheli ifadesi karşısında tekrar sırıttım ve şişeyi göz kırparak ondan aldım. Etiket yükselen bir yaz meşesi ile süslenmişti, yanında da boynuzları ve toynakları olan canavarca bir adam dallardan yapılma bir taç takmıştı. Işıldayan sarı boya, dikey bir yarığa benzeyen gözbebekleriyle bir kedininkini andıran gözlerini renklendirmişti. “Korkutucu görünüyor,” diye fikir belirtti Ansel, etikete daha yakından bakmak için omzumun üzerinden eğilerek.
“O Woodwose.” Beklenmedik bir nostalji dalgası çarptı suratıma. “Ormanın vahşi adamı, tüm bitkilerin ve hayvanların kralı. Ben küçükken Morgane bana onun hakkında hikâyeler anlatırdı.” Annemin ismi zikredildiği anda etkisini gösterdi. Beau aniden kaşlarını çatmayı kesti. Ansel kızarmayı, Coco da sırıtmayı bıraktı. Reid çevremizdeki gölgeleri taradı ve palaskasındaki Balisarda’ya uzandı. Ateşin alevleri bile bizzat Morgane onları söndürmek için ağaçların arasından soğuk bir nefes üflemiş gibi titredi. Yüzüme tekrar bir gülümseme yerleştirdim.
Modraniht’ten beri Morgane’dan hiçbir haber almamıştık. Günler geçmesine rağmen tek bir cadı bile görmemiştik. Doğru söylemek gerekirse, bu kök kafesinin ötesinde hiçbir şey görmemiştik. Ancak Kovuk konusunda tam olarak şikâyet edemezdim. Gerçekten de mahremiyet eksikliğine ve Madam Labelle’in despot kuralına rağmen La Voisin’dan ses çıkmayınca neredeyse rahatlamıştım. Bu bize erteleme hakkı tanımıştı. Ayrıca, burada ihtiyacımız olan her şeye sahiptik zaten. Madam Labelle’in büyüsü tehlikeyi uzak tutuyordu bizi ısıtıyor, casuslardan gizliyordu ve Coco yakınlarda bir dere bulmuştu. Akışı suyun donmasını engelliyordu ve Ansel kesinlikle günün birinde bir balık yakalayacaktı. Tam o anda, sanki dünyanın geri kalanından ayrı bir zaman ve mekân biriminde yaşıyormuşuz gibi hissettim. Morgane ve Dames Blanches, Jean Luc ve Chasseurleri, hatta Kral Auguste varlıkları bu yerde son bulmuştu. Kimse bize dokunamazdı. Bu… garip bir şekilde huzurluydu.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıKan ve Bal
- Sayfa Sayısı472
- YazarShelby Mahurin
- ISBN9786257550789
- Boyutlar, Kapak13,5*21, Karton Kapak
- YayıneviYabancı Yayınevi / 2022
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sahilde Kafka ~ Haruki Murakami
Sahilde Kafka
Haruki Murakami
Karga adlı delikanlı “Öyleyse, para meselesi bir şekilde halloldu?” diyor Karga adlı delikanlı, o her zamanki sakin konuşma tarzıyla. Sanki derin bir uykudan yeni...
- Gömülü Dev ~ Kazuo Ishiguro
Gömülü Dev
Kazuo Ishiguro
Romalılar Britanya'yı terk edeli çok olmuş. Viraneye dönmekte koca ülke. Neyse ki ortalığı kasıp kavuran savaş bitmiş. Britonlar'dan Axl ile Beatrice yıllardır görmedikleri oğullarına kavuşmak için tehlikeli topraklarda zorlu bir yolculuğu göze alıyorlar.
- Mona’nın Gözleri (Şömizli) ~ Thomas Schlesser
Mona’nın Gözleri (Şömizli)
Thomas Schlesser
52 hafta, 52 sanat eseri ve bir dede-torun hikâyesi: Mona’nın Gözleri On yaşındaki Mona görme yetisini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Doktorlar hastalığın gizemini araştıradursun, Mona’nın sanatsever...