Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Taş, Kâğıt, Makas
Taş, Kâğıt, Makas

Taş, Kâğıt, Makas

Maksim Osipov

Tedavi için Amerika’ya giden hastalara uçak yolculuklarında refakat eden genç bir doktor… Müzik ve tarih bilgisini artırmak için özel öğretmen tutan bir işadamı… Kuş…

Tedavi için Amerika’ya giden hastalara uçak yolculuklarında refakat eden genç bir doktor… Müzik ve tarih bilgisini artırmak için özel öğretmen tutan bir işadamı… Kuş uçmaz kervan geçmez bir kasabadaki devlet tiyatrosunda yıllarca çalışmış, devrin değişmesiyle işsiz kalmış oyuncular… Kaderin Rusya’nın uçsuz bucaksız taşrasına, kimi zaman da Rusya’nın dışına savurduğu kişiler: Taşra siyasetçileri ve türedi zenginler, öğretmenler ve din adamları, Orta Asya ülkelerinden gelmiş işçiler, günümüz Rusyası’nı terk etmekle etmemek arasında kalmış aydınlar, hepsinden önce de her gün türlü türlü hikâyeye tanık olan hekimler…

Uzun yıllar Moskova’ya yüz elli kilometre mesafedeki Tarusa şehrinde hekim olarak çalışmış olan Maksim Osipov, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki dönemin Rus hayatına dair acı tatlı öyküler anlatıyor. Bir başka hekim-yazarın, Anton Çehov’un izinden giden ve Rus edebiyatının günümüzdeki önemli temsilcilerinden biri sayılan Osipov ilk kez Türkçede.

“Osipov’un hikâyeleri, insanlığı –muhteşem, iğrenç, korkunç insanlığı– sevmenin ne kadar zor olduğunu ama insan kalmak için tam da bunu yapmak, insanı sevmek gerektiğini düşündürüyor okuyana. (…) Böyle düşünceler uyandırabilmek yalnızca büyük edebiyatın yapabileceği bir şeydir.”

Svetlana Aleksiyeviç

“Kitap boyunca okurlar durmadan Çehov’u hatırlayacak… Normal insanların sürdüğü yaşamların yakından incelendiği ve okuyanda çarpıcı etkilere yol açan ince, dürüst ve yalın bir hikâye anlatıcılığı bu.”

Martha Alexander, The Independent

***

Evcil Kuşun Çığlığı

Önsöz Yerine

Taşra evdir, sıcaktır; pistir ama sana aittir. Bir de dışarıdan, kuşbakışı, yolu buralara gönülsüzce düşen birçoklarınca paylaşılan bir görüş daha vardır: Taşra, içinde mutsuzların, en iyi ihtimalle dalkavukların yaşadığı çamurlu bir su birikintisi, kopkoyu bir karanlıktır.

Evcil kuşun çığlığı gece boyu palazlanan kötülüğü defeder. Bir hastane sabahı. Yatakta sigaranın kuruttuğu cılız bir adam, bir evcil kuş değil belki, bir şoför, yatıyor, kalp krizi geçirmiş. Hayati tehlikeyi atlatmış; bileğinin hemen üstünde lacivert güneş dövmesi olan, yaşlı bir evsizden hallice oda arkadaşının tedavisini pürdikkat izliyor. Elektroşokun ardından adamın kalp ritmi normale dönüyor. “Babalık yırttı kefeni” diyor şoför perdenin ardından. Göz göze geliyoruz. Otobüs sürmesine izin verecek miyiz? Daha da önemlisi, karısının, adamı şaşlıkla besleyen öteki kadınla karşı karşıya gelmemesi. Şoför de bana dair bazı şeyleri anlıyor, hatta birçok şeyi: Yırtıcı kuşların içi dışı bir sonuçta.

Bir tek yanını yakınını değil de, daha da geniş açıp kucağı insanları ve yerleri sevmek anlaşılır bir çaba. Bunun için hatırlamak, etrafına şöyle bir bakmak, yazmak gerek.

Çocuktum, babamla cayır cayır sıcakta bir yerlere gidiyorduk. Köyün birindeyiz, susuzluktan ölüyorum. Babam bir evin kapısını çalıyor, su istiyor. Ev sahibesi su yok diyor ama içeriden soğuk süt getiriyor. Kana kana içiyoruz, belki bir, belki bir buçuk litre. Babam kadına para teklif ediyor, o da omuzlarını kaldırıp donuk bir ifadeyle, “Hadi yavrum hadi, gidin işinize!” diyor.

Her yerin kendince cazibesi var, özellikle Avrupa Rusyası’nın orta hattı. Gönlünü bir kadının bir tutunamayana kaptırması gibi kaptırırsın ona. “Evet, seviyoruz bu kayalıkları” cümlesi geçer Norveç milli marşının bir yerinde. Bizimkinde de, sınırlar dikkate alındığında pek de yerinde sayılmayacak gibi görünse de, coğrafyaya övgüler düzülür. Milli marşları yönetim besteler, yani ötekiler; kuşlar değil.

Bir şey daha var aklımda; on sekiz yaşındayım, araba sürüyorum, eski mi eski bir Zaporojets, arkasından, Zaporojetslerin motorlarının durduğu yerden duman yükseliyor. Belanın eli kulağında, patladı patlayacak. İnsanlar kaldırımda toplanmışlar, uzaklaşın, patlayacak! “Aç kapağı” diyor otuz yaşlarında bir adam, elinde tuttuğu çaputla acele etmeden, soğukkanlılıkla ateşi söndürüyor, sonra da kaybolup gidiyor – bir yırtıcı kuş daha.

Araba, hatta yol deyince birden birçok şey geliyor akla: Evcil kuşlar yollarda nahoş olaylar yaşayabilirler. Buralar yabani, yırtıcı kuşlarla karşılaştıkları yerlerdir, böyle karşılaşmalar hem beklenmedik iyilikler hem de görülmemiş, akla hayale sığmayacak kötülüklerle hatırlanır. “Katiller sıradan insanlardır” der bir komiser, seninse ağzın süt kokuyor ev kuşu, bunu anladığın, kavradığın an senin hakikatin olacak.

Söz polislerden açılmışken, doktorlarla aralarında özel bir anlaşma biçimi vardır. Asansör bozuksa hastayı yukarı çıkaran, alkolikleri de çıngar çıkarmasınlar diye sabaha karşı koğuşa sokan polislerdir. Çamura batmış arabayı çıkarmak için bile polisi ararlar mesela. Onların da üniformaları vardır ve yerel halk arasında güvenilirliğe dair bir illüzyon yaratırlar.

“Acil” girişinin hemen önünde bir polisle elleri kelepçeli, hafif hırpalanmış bir genç duruyor. Belli ki mesele ciddi, bizde öyle kolay kolay kelepçelemezler insanı. Eşinden, çocuklardan bahset hemen, diyor polis hayrına, şüpheli ise avukat isteyip konuyu Moskova’daki haydut arkadaşlarına çekerek gözdağı veriyor…

Motordan yükselen alevleri söndüren çocuk, ağzı gözü kaymış, ter içindeki hokeyciyi getiriyor akla. “Hokeyin mucitlerini anavatanlarında yenmek insanı bir kat daha sevindiriyor olmalı, öyle değil mi?” Hokeyci dişsiz ağzını kocaman açıp gülümseyerek, “Hiçbir farkı yok!” diye cevap veriyor. Onun hali ve vakti düşünüldüğünde diş de yaptırabilirdi elbet ama şu halde de eti ısırdığı gibi koparabildiği belli. Zevkten dört köşe eden bir an.

Peki başka? Theotokos’un Şefaati’nde duyduğum bir vaaz: Atalarımızın yenildiği günü en saygın bayramımız yaptık. Kiliseyi karalamaktan kolay şey yoktur. Dostoyevski’ye küfretmek gibi bir şeydir: Bu doğru, gerçekten de öyle ama burayı geçelim, konu bu değil. Hem kilise hem de Dostoyevski mucizelerle dolu ama sonuçta şu güne kadar biz Rusların hayatta kalabilmesi de bir mucize.

“Hadi yavrum hadi, gidin işinize.” Bunu söyleyen, birinci koğuşta yatan herhangi bir kocakarı olabilirdi. Kocakarı kelimesini kabalık olsun diye değil, öyle demek gerektiğinden seçtim. Hastaların en ağırı sesler duyuyor, imgeler görüyor: “Yura, sen misin?” “Yok, ben Yura değilim” der komşusu. “Kimsin peki?” “Kadınım ben.” “Bu kim peki, Yura mı?” der öteki. “Hayır” diye yanıtlar komşusu, “ben de kadınım.” “Kadın” kelimesinin kaba bir yanı yok, onlar da kendilerini başkentteki akılları henüz başında akranları gibi kocakarıdan değil, kadından sayıyorlar.

Sabah iki hastabakıcı bağırış çağırış birbirine girdi. Biri kendini ve hayvanlarını hasta yemeklerinden artanlarla beslemek için karın tokluğuna çalışıyor, diğerininse birkaç hektarlık arazisi var, Türkiye senin Avrupa benim seyahat edip duruyor, toplumda kendine öyle ya da böyle bir yer edinmek için hastabakıcı olmuş. Meğer işin aslı daha da kafa karıştırıcıymış: Fakir olan hastabakıcı kredi çekip Avrupa’ya gitmiş, ödeyemeyince mahkemelik olmuş.

Bizde özel olan toplumsal olandan katbekat önemlidir. Bizi kontrole gelen yirmi yaşlarındaki vergi müfettişi delikanlı “Oh be!” demişti. “Sonunda bir doktor çıktı karşımıza, ben de askerden… anlarsınız ya, anlaşılmayacak ne var, öyle değil mi? Hani, mücbir sebeplerden.” Gayet güvenilir bir formül bu ifade, her insan bir diğerini avcunda tutuyor. Varsın Moskova gözyaşlarına inanmasın, bizde gözyaşından başka şeye inanılmaz. Varsa bir lüzumu tabii ki hallederiz, mücbir sebeplerden.

Rezalet bu, duygulanmanın sırası değil, ancak bu toplu aldatmacada neşeli bir rol kapmak milleti her şeyi gözeten kanunlardan daha sıkı bir araya getirir. Elektrik, doğalgaz, telefon faturalarınızı mı ödeyemediniz? Başkentte bu yüzünüzü kızartacak bir durumdur, buradaysa hayatın normu. Şu elektrik saatleriniz de çok homurdanıyorlar, keselim şunların sesini biraz faturanın üzerinde. Bana bunlarla gelin. Gelin, ailenizin doktoru oluvereyim. Vaftiz ana babaları, gelinler, yeğenlere karşılık su saatleri, elektrik tesisatları, doğalgaz şebekeleri, mesele çözüldü, herkesin keyfi, huzuru yerinde. Eksileri yok değil, ancak istikrarlı bir hayatın yolu bir bakıma. Buralarda herkesin kimin nesi olduğu bilinir. Tıpkı cennetteymişçesine.

Hemşireler ve kocakarılar sabahları tümüyle dolduruyor, akşama doğru, gün içinde binbir çabayla yapılanların birçoğunun bir yere varmadığı göze batıyor. Hava kararmaya başladığında kötü, sinir bozan düşünceler geri dönüyor. Aklı başında insanlar nerelere kayboldular diye sorasım geliyor. Çocukluğumuzda hiç de azımsanmayacak kadardılar. Ne oldu peki onlara, terk edip gittiler mi? Düşüncelerin biri diğerinin kuyruğundan tutuyor sanki, bir döngüdür gidiyor. Gece, tüm korkularıyla birlikte kötülüğe karşı daha korumasız hale gelir. Evlere sık sık dalar baştankaralar, kırlangıçlar; buralarda girdiği evde birinin öleceğine delalet eder. Elden bir şey gelmez, pencereler kapalı yaşayacak halimiz yok ya. Korkarsan ya gidersin ya da batıl inançlarından arınma yolları edinirsin kendine. Sabaha kadar aralıklı uyku eşliğinde böyle şeyler üşüşür aklına.

İster Moskova’da olsun, ister Petersburg’da, isterse de taşrada, hayat her yerde dehşet dolu. Belki de “dehşetle de dolu” demek gerek. Öyle şeyler barındırıyor ki, yazarak anlatmanın imkânı yok. Gençlerin, çocuk denecek yaştakilerin, masum kurbanların ölümü. Korkunç, yaşanmaması gereken bir deneyim onların ölümü, bize her zaman eşlik eden bir ölüm, bağırıp çağırıp da kendini kurtaramayacağın, çığlığınla başından savamayacağın bir ölüm. Yeni bir gün başlayacak; göklerde uçan kuşlar,1 evcil, vahşi, her türlü kuş yine uçacak. Ne gelirse gelsin başına, dünya yıkılmayacak. Yıkılmamak üzere kurulmuş bir kere.

Eylül 2010

Moskova – Petrozavodsk

İyi dinle Eyüp, kulak ver, Sen sus, ben konuşacağım.

Eyüp 33:31

İnsanları yakınlarından ayırmak, tam da burada başlamaz mı gelişim? Bana ne insanların derdinden, neşesinden?1 Gerçekten, bana ne? Bir yola en azından, neden bir başına çıkılmaz, söylesenize.

Kim Petrozavodsk’a gidecek diye sordular. Uluslararası katılımlı bir konferans. Nazlanmayın doktorlar, birilerinin gitmesi gerek işte. Malum konferanslar işte, tüm katılım birkaç göçmenden ibaret. Cimri bir içki ikramı, otel, konuşmalar, cömert bir içki ikramı ve dönüş. Konuşmadan sonra sorular soruyorlar bir de, arkanda kırmızı suratlı koca koca herifler saati işaret ediyorlar, süren doldu. Bu herifler oralı profesörler, şimdilerde taşrada kim var kim yoksa hepsi profesör, tıpkı Amerika’nın güneyindeki her beyazın ya hâkim ya da orduda yüksek rütbeli asker olması gibi.

Hadi bakalım, kim Petrozavodsk’a gidecek? Ben öne çıktım, Ladoga Gölü falan. Ladoga değil yahu, Onega. Ne fark eder ki? Petrozavodsk’a gittiniz mi hiç? Ben de gitmedim.

Tren istasyonu korkunç bir yer, gerçek bir gezgin suretine bürünüyorum, bu da beni bir nebze olsun koruyor. Canım sıkkınmış gibi bir ifade takınıp vagonlara doğru yürüyorum, görenler istasyonlara alışık olduğumu düşünsünler de beni soymaya kalkışmasınlar diye.

Moskova-Petrozavodsk yolu trenle on dört buçuk saat sürüyor bu arada. Kompartımanı paylaştıkların da her daim sorun çıkarmak üzere tetikte. Bira, kuru balık, ucuz Bagration, Kutuzov konyakları, dobracılık ve onu takip eden saldırganlık.

Şöyle bir sallanıp yola koyulduk, şimdilik kimsecikler yok yanımda yöremde.
“Biletleri görelim.”
“Hanımefendi, ben, gördüğünüz üzere… yalnız olsam burada,
mümkün mü?.. Nasıl yapsak?”
Şöyle bir süzdü beni:
“Ne yapacağınıza bağlı.”
Ne yapabilirim ki?
“Kitap okuyacağım.”
“Kitap okuyacaksanız beş yüze olur.”

Birden iki kişi girdi vagona. Alt kısımda yolculuk edecek iki kişi. Oturdular, soluk soluğa kalmışlar. Bok vardı sanki! Münasip görmedi kader. Canım sıkılıyor. Yerleşin bakalım, bozmayacağım keyfinizi. Üst ranzaya çıktım, sırtımı da döndüm, onlar da aşağıda kıpırdanıp duruyorlar.

İlki basit, yabani bir tip. Kafası, elleri, botları kocaman, kaba saba, ağzı aralık, gerzeğin teki. Ter içinde bir gerzek. Telefonunu çıkarmış oynuyor. Trink-trink, başarılarının nişanesi sesler, kaybettiğindeyse blllum diyor. Boşta kalan eliyle de fermuarını çekip duruyor, ondan çıkan ses de az değil. Burnunu da çekiyor. Sarhoş değil ama.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Edebiyat Öykü
  • Kitap AdıTaş, Kâğıt, Makas
  • Sayfa Sayısı288
  • YazarMaksim Osipov
  • ISBN9789750859625
  • Boyutlar, Kapak13,5 x 21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviYapı Kredi Yayınları / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

  1. Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz ~ Raymond CarverAşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz

    Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz

    Raymond Carver

    Derken o cumartesi sabahı, durumu yinelediğimiz bir gecenin ardından uyandık. Gözlerimizi açtık ve yatakta dönüp birbirimize iyice baktık. İkimiz de o an anladık. Bir...

  2. Marvin Redpost: Köpek Bakıcısı ~ Louis SacharMarvin Redpost: Köpek Bakıcısı

    Marvin Redpost: Köpek Bakıcısı

    Louis Sachar

    Hadi ama Marvin! Köpek bakmak ne kadar zor olabilir ki? Dünya çocuklarının yere göğe sığdıramadığı “Yamuk Okul” efsanesinin yaratıcısı Louis Sachar’ın küçük okurların ezberlerini...

  3. Billur Köşk Hikâyeleri ~ KollektifBillur Köşk Hikâyeleri

    Billur Köşk Hikâyeleri

    Kollektif

    Bir varmış, bir yokmuş, Allahın kulu çokmuş tekerlemesiyle başlayıp, arada çekilen onca ızdıraba, ayrılığa, haksızlığa rağmen sonu hep Onlar ermiş muradlarına, darısı bizlerin başına....

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur