Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Düşüncenin Çağrısı
Düşüncenin Çağrısı

Düşüncenin Çağrısı

Arthur Schopenhauer, Immanuel Kant, Martin Heidegger

Uzun zaman önce Parminedes “to gar auto noein estin te kai einai: Düşünme ve varlık aynıdır” demişti. Düşünce tarihi boyunca çok çeşitli yorumlara konu…

Uzun zaman önce Parminedes “to gar auto noein estin te kai einai: Düşünme ve varlık aynıdır” demişti. Düşünce tarihi boyunca çok çeşitli yorumlara konu olmuş olan bu söz sonunda bir varlıkbilim meselesi olarak kabul edildi ve rafa kaldırıldı.
Descartes dünyanın ve insanın varoluşu üzerine büyük yalnızlık içinde yirmi yıl boyunca sürdürdüğü düşünmesini “cogito, ergo sum: düşünüyorum, o halde varım” diye sona erdirdi. Bu, “kuşku duyuyorum, demek ki varım” kestirmesiyle solipsizm (tekbencilik) uçurumundan kurtulma çabası olarak yorumlandı.
“Düşündüğüm kadar ve düşündüğüm sürece varım” önermesi, hiçbir iddiası olmayan bir yorum olarak bile zihinlerde yer etmedi, dolayısıyla düşünmeyle var olmak arasındaki bağ uzunca bir zaman bir daha kurcalanmamak üzere örtük kaldı.
Dünyanın ve insanın geldiği nokta her haliyle düşünmeye çağrıda bulunurken, karşılaştığımız her mesele bizi durup dinlemeye, dinleyip düşünmeye davet ederken neden düşüncenin izine rastlanmıyor? Düşünmeye bu ayak direyiş neye işaret ediyor?
Yaşadıklarımız bu çağrıya karşı gösterilecek serkeşliğin düşünmeyle erişilecek olanın kendisini geri çekmesiyle sonuçlandığını gösteriyor: Kitap, milletçe varlığımızın tehlikenin eşiğine geldiği şu günlerde bu tehlikeyi savuşturabileceğimiz tek ve biricik tutumağa mütevazı bir ışık tutmayı amaçlıyor.

İÇİNDEKİLER
DÜŞÜNCE DÜŞÜNÜLÜR
Ahmet Aydoğan
KENDİ KENDİME DÜŞÜNMESİNİ ÖĞRENMEK
A. Schopenhauer
DÜŞÜNMEK NE DEMEKTİR? .
M. Heldegger
DÜŞÜNMEYE ÇAĞIRAN NEDİR?
M. Heldegger
KİŞİNİN DÜŞÜNEREK YÖNÜNÜ TAYİN ETMESİ NE ANLAMA GELİR?
I. Kant
DÜŞÜNMENİN GEREKSİNDİĞİ: SÜKÛNET?.
A.    Schopenhauer

DÜŞÜNCE DÜŞÜNÜLÜR
Ahmet Aydoğan

Deniz bitti.
En az iki yüzyıldır milletçe tam bir mirasyedi gibi yaşadık. Artık sonu geldi. Alacaklılar kapıya dayandı.
Günü gün ederek har vurup harman savurduk ve değirmenin suyunun nereden geldiğine zerrece aldırmadık.
Duranın durduğu yerde hep durmaya devam edeceğini sandık. Sürekli ihtimamla ona dönük yasamak, günlerin deveranına göre aslın asliyeti içinde değişik imkânlara açık kalmasını sağlamak ve böylece onunla ayakta durmak yerine emsalsiz bir aldırmazlık ve umursamazlıkla sırtımızı döndük, dönmekle kalmadık bozucu saldırıların açtığı gedikleri görüp anlamaya, anlayıp onarmaya çalışmaya bile yanaşmadık.
Gidenlere aldırmadık, gözden ırak olanlara gönlümüzde yer ayırmadık. Görünmez olup kayıplara karışanların hiç olmazsa dilimizde açtığı rahneler diri kalsın diye çaba göstermedik.
Kurmanın bizim değil, bizden önce geçmişte yaşamış olanların işi olduğunu, bizim, ancak onu muhafaza edebileceğimizi düşündük. Onu bile bihakkın yerine getiremedik. Ancak bir darboğazla karşılaşıp da, tökezleyip düştüğümüzde aklımıza geldi onu hatırlamak. O da hatırlamak değil, bir sebep bulma telaşıyla oyalanmaktı.
“Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur” diye belle t misti bize bizden öncekiler. Onlara da daha öncekiler. Bakmak özen göstermeyi, üzerine titremeyi, o da sürekli ayık ve uyanık durmayı gerektirirdi, zordu. Bakmazsak en fazla dağ olurdu.
Ama o sözün söylendiği zamanlarda böyleydi bu, o zamanlar bir şey bozulmuş haliyle bile içinde İmar ve İslahı için gerekli olan nüveleri barındırırdı. Nitekim en fazla dağ olurdu, dağı karşılarında görenler kolları sıvar, tekrar onu açıp eski haline döndürürlerdi. Düşünmedik ki günler kısaldığında bozulmanın onulmaz onarılmaz bir şey olacağını: Bakarsan bağ, bakmazsan dağ değil: çöl olur.
Ve bu zaman zarfında “kolaycılık”tı milletçe ekseriyetimizin karakterini belirleyen tek şey. Ve onun debelenişleri içinde bulup ortaya çıkardığı ucuz şeyler. Epeyce bir zamandır “yalan”ı da dahil ettik bunlara. Ve onun açtığı kapıdan “sahtelik” daldı içeriye, her şeye musallat oldu. Sahtelik de tıpkı zıddı gibidir, her şeye sirayet eder, şu farkla ki. o ondurmaz.
Böyle bir yaşamaya, eğer yaşamak denirse tabii, neyin bel verdiğini, neyin sayesinde böyle bir savurganlığa güç yetirebildiğimizi ve hâlâ nasıl olup da ayakta kalabildiğimizi;
Bunca zaman o bel veren şeyin biz aldırmadıkça, umursamadıkça nasıl belinin büküldüğünü, aldırmazlığımızın altında nasıl inim inim inlediğini ve günbegün yitip tükendiğini düşünmeye yanaşmadık.
Düşünmeye yanaşmamakla kalmadık, başka bir sebeple değil, bizi sırf biraz daha avutup oyalayacak şeylerin hatrına bizzat düşünme denen şeyin kendisini horladık, hem de dünyanın hiçbir yerinde emsaline rastlanmayan bir horlamayla.
Ve son yirmi yıldır horlamayla da kalmadık, onun İnsanlar nezdinde kalan itibarının son kırıntılarına sahtelerinin tasallutuna göz yumduk ve o böylece en sıradan şeylerin itibarından bile yoksun kaldı.
Böyle bir yaşamaya, ona eşlik eden horlamaya hiçbir miras dayanmazdı ve nitekim dayanmadı da.
Şimdi bu geldiğimiz noktada içinde bulunduğumuz duruma, tarihin Kaydettiği medeniyetlerin sicilini tutup her birinin yükselişinin ve tarih sahnesinden silinişinin sebeplerini açıklamaya çalışanlar bile, bütün engin bilgi ve görgülerine rağmen muhtemeldir ki bir isim bulup veremeyeceklerdir.
Bir ülkede düşüncenin söz sahibi olduğu bir konumdan uzaklaştırılması ve sadece uzaklaştırılması, öyle bizdeki gibi, horlanması, hakir görülmesi değil, o ülkenin başına gelebilecek en büyük talihsizlik, en büyük felakettir. Bunu yakında hep beraber göreceğiz.
Her kim ki söze sahip olmadan söz sahibi olmaya kalkışıyorsa, oraya meşru bir yoldan değil, başka bir şeye tahsis edilmiş olanı gasp ederek kalkışıyordun Çünkü “söz sahibi olmak”, ancak söze sahip olmakla olabilen bir şeydir, yani “söz sahipliği” münhasıran “söze” tahsis edilmiştir ve söz düşünceden, düşünce sözden neşet eder. Bir ülkede düşüncenin söz sahibi olmasını engelleyenler yol vurucuların ta kendileridir.
Fakat asıl yol vurucular gene de bunlar değil. Bunlar belki onların ektiği tohumların devşiricileridîr. Asıl yol vurucular düşüncenin dile gelmesinin ve söz sahibi olmasının yolunu değil, düşüncenin şeyleri birbirine ularken attığı ilmeklerin kördüğümleşmesine katkıda bulunarak bizzat düşüncenin yolunu kesenlerdir…
İnsan düştüğü yerden kalkar, eğer kalkacaksa. Ta başından beri bu böyledir, fakat, ancak düşünerek. Düşünmedikçe düştüğünün farkına varmaz insan. Düşünmedikçe. düşünmeye ayak diredikçe biteviye sürer düşüşü. Düşünecek ki düştüğünün farkına varabilsin. Ve nereden düştüğünün. Düşünmedikçe neresi olursa olsun yaşamasını sürdürür İnsan. Düştüğünü bilen insan nereden düştüğünü de bilir, nereden düştüğünü bilen insan düşünen insandır.
Hâlâ nereden düştüğümüzü bulup çıkaramadık. Öyle zannedildiği kadar ulu ve uzaklarda, erişilemeyecek kadar ötelerde bıraktığımız bir yükseklik de değildi oysa. Kendince bir yükseklikti. Ama gene de sırrına akıl erdiremiyoruz.
Bir dünya ki ne üzerine kurulduysa, onu üzerinde taşıyan ve taşıdığı için taşınılan her neyse, ona atfedilmeyen nazar orada o dünyadan başka her şeyi görür. Daha o zamanlar denmişti: “Söğüdün erenleri. Çevirin gidenleri.” Biz gidenleri, çevirmek bir tarafa, umursamadık bile.
Bu noktaya gelinceye dek birçok badire atlattık. Nice büyük fırtınalar, öyle ansızın değil, öncesindeki büyük sessizliklerle gelip yakaladı ve yere çaldı her şeyi. O sessizliklerde silkinip kendimize geleceğimiz yerde, gafletin en koyusuyla uğraşmaya devam ettik uğraşılmaya değmez şeylerle. Sen ben kavgasıyla aymadık ayıkmadık, sen ve ben diye bir şeyin kalmadığı hezimete dek. Ardından bir kerecik olsun dönüp bakmadık, bu kadar masum, bu kadar suçsuz günahsız insan varken nasıl oldu da başımıza geldi bunlar? Ne sorduk ne anlamaya çalıştık.
Hasıl ki yükseklerden düşüp de her yanı yara bere içinde kalan, kırıkları çıkıkları alçı”ya alman kimse, değil dilediğince hareket etmekten, başını çevirmekten bile acizse, dışarıdan belletilen veya bile isteye seçtiği asılsız kabullerle, neyi koruduğu, neye hayrı dokunduğu belli olmayan dur işaretleriyle aklının ipotek altına alınmasına izin veren insan da özgürce düşünemez.
Bugünlerde sık sık konuşulduğuna tanık oluyoruz: Eğer ülke fiili bir işgal yahut istila tehdidi altında olmuş olsaydı durum şimdikinden daha umutsuz olmazdı. Çünkü o zaman hiç olmazsa hatipler kürsülerde, münadîler meydanlarda parmaklarıyla gösterip diyebileceklerdi: “İşte istilacılar toplarıyla tüfekleriyle sınırlarımıza dayandılar! Mâla boş şeylerle oyalanıp avunmaya devam edecek misiniz?”
Gerçekten de böyledir. Fakat gösterilen sebepten ötürü değil, böyle bir konuşmanın o ülkede bizzat düşüncenin iflasının en açık itirafı olmasından dolayı. Söylenilene göre ülke fiili bir işgal yahut istiladan daha ağır bir tehlikenin altındadır, çünkü bu durumun doğurduğu umutsuzluk, vâki tehlikenin ihsas ettirilemez, gösterilemez olmasından ötürü, bilfiil gerçekleşmesi halinde doğuracağı umutsuzluktan daha vahimdir. O halde niye durup sormuyoruz: Bir tehlikeyi tehlike olarak algılayabilmek için onun tehlike olmaktan çıkıp bütün tehditkâr unsurlarıyla tahakkuk etmesi mi lazımdır? Eğer orada düşünce varsa, onun işi nedir? Düşünce uzak olanı yakınlaştırmaz. yakın olup göze çarpmayanı yeniden görünür hale gelecek uzaklığa yerleştirmez mi? Temsil, temessül, misal, mesel düşüncenin oyuncakları değil midir?
Ancak hayvanlar içinde bulundukları anda yaşar ve daha ötesini ne görür ne de onun için tasalanırlar. Bıçak gelip boğazlarına dayanmadıkça, hatta fiilen bıçağın acısını hissetmedikçe kurbanlıklarının farkına varmazlar. Demek ki hayat hangi düzeyde yaşanırsa yaşama kabiliyeti de ona göre şekillenmekte ve o düzeye inmektedir. Bütün zamanlar boyunca insana insanlığına uygun bir hayat teklif edilmiştir, ki insan olarak sahip olduğu kabiliyet ve melekeleri kaybetmesin. İnsan da aksine hep kolay olanı seçmiştir. Fakat bu kolaycılık tercihi her zaman sahip olunanların kaybıyla sonuçlanmıştır.
Düşünmek İnsana özgü etkinliklerin içinde en zor ve en yüksek olanıdır. Düşünme: bir etkinlik; üstelik Öyle sıradan bir etkinlik de değil; en yüksek olanı? Cümle daha tamamlanmadan itirazlar birbirinin ardına yüzüne patlayacaktır:
….

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Felsefi Metinler
  • Kitap AdıDüşüncenin Çağrısı
  • Sayfa Sayısı112
  • Yazar Arthur Schopenhauer, İmmanuel Kant, Martin Heidegger
  • ISBN9754687217
  • Boyutlar, Kapak 13,5x21 cm, Karton Kapak
  • YayıneviSay Yayınları / 2008

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Pragmatik Bakış Açısından Antropoloji ~ Immanuel KantPragmatik Bakış Açısından Antropoloji

    Pragmatik Bakış Açısından Antropoloji

    Immanuel Kant

    Felsefe tarihine yön vermiş en önemli düşünürlerden Immanuel Kant, üç büyük eleştiri kaleme aldı: Saf Aklın Eleştirisi, Pratik Aklın Eleştirisi ve Yargıgücünün Eleştirisi. Bilgi...

  2. Aşkın Metafiziği ~ Arthur SchopenhauerAşkın Metafiziği

    Aşkın Metafiziği

    Arthur Schopenhauer

    Aşkın (Cinsel Sevginin) Metafiziği, insanın, türün bir “bireyi” olarak kendi dışında bir yerde ve geçmiş zamanda yazılmış bir oyunun çaresiz edilgen aktörü olduğunu kanıtlamaya...

  3. İnsan Nedir? – Davos’ta Kant Üzerine Bir Kör Dövüşü ~ Ernst Cassirer, Martin Heideggerİnsan Nedir? – Davos’ta Kant Üzerine Bir Kör Dövüşü

    İnsan Nedir? – Davos’ta Kant Üzerine Bir Kör Dövüşü

    Ernst Cassirer, Martin Heidegger

    Bir zamanlar verem hastalarının iyileşmek için ziyaret ettiği Davos, birçok önemli kültür ve bilim insanının yer aldığı konferans dizilerine tanıklık etti. Bu kitap da...

Bebhome Kahve

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur