Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Takıntılar
Takıntılar

Takıntılar

Oğuz Tan

Gündelik hayatta kimi zaman öyle takıntılarla boğuşuruz ki, bir noktadan sonra sıradan hayatımızı yaşamak bile güçleşmeye başlar. Temizlik takıntısından hastalık takıntısına, dini takıntılardan biriktirme takıntısına…

Gündelik hayatta kimi zaman öyle takıntılarla boğuşuruz ki, bir noktadan sonra sıradan hayatımızı yaşamak bile güçleşmeye başlar. Temizlik takıntısından hastalık takıntısına, dini takıntılardan biriktirme takıntısına kadar çeşitli takıntı türüyle boğuşan insanlar çoğu zaman bunun bir hastalık olduğunun farkında bile değildir.

Üstelik, insanın hayatını derinden etkileyen bu hastalığın temelde biyolojik bir sorundan kaynaklandığı ve sanıldığı kadar da nadir olmadığı az bilinen gerçeklerden. Bu yüzden, takıntı hastalığının tedavi edilebildiğini görmek, hastaların sağlıklarına kavuşmaları yolunda çok önemli bir adım.

Psikiyatri Uzmanı Dr. Oğuz Tan, hastalarının gerçek yaşam öykülerinden yola çıkarak yazdığı bu kitapta, birçok kişinin kendine bile itiraf etmekten çekindiği bu hastalığın örneklerini ve tedavi yöntemlerini vaka incelemeleri üzerinden edebi ve mizahi bir üslupla anlatıyor.

İçindekiler

Birinci Bölüm
TAKINTI HASTALIĞINA GENEL BİR BAKIŞ
KISA TAKINTI ÖRNEKLERİ ……………………………………………13
BEYNİN DAVETSİZ MİSAFİRİ: TAKINTI ………………………22
TAKINTI HASTALIĞI SIK GÖRÜLÜR MÜ? …………………..26
TAKINTILI KİŞİLİK …………………………………………………………33
İkinci Bölüm
EN SIK GÖRÜLEN TAKINTI TÜRLERİ
TEMİZLİK TAKINTILARI ………………………………………………..43
ŞÜPHE VE KONTROL TAKINTILARI …………………………….60
DÜZEN TAKINTILARI …………………………………………………….62
DUA ETME, SAYMA, TEKRARLAMA TAKINTILARI ……..69
HASTALIK TAKINTILARI ………………………………………………..77
SALDIRGANLIK TAKINTILARI ………………………………………83
CİNSEL TAKINTILAR ………………………………………………………85
DİNİ TAKINTILAR ………………………………………………………….86
METAFİZİK TAKINTILAR ……………………………………………….87
BÜYÜSEL TAKINTILAR ……………………………………………………89
BİRİKTİRME TAKINTILARI ……………………………………………90
ELİ AĞIR İNSANLAR: OBSESİF YAVAŞLIK ……………………96
Üçüncü Bölüm
TAKINTI HASTALIĞININ SEBEPLERİ
BİYOLOJİK SEBEPLER ……………………………………………………..105
PSİKOLOJİK SEBEPLER ……………………………………………………125
ASRİ ZAMAN İNSANI TAKINTILI YAPAR MI? …………….139
TAKINTI HASTALIĞI İRSİ MİDİR? ……………………………….141
Dördüncü Bölüm
TAKINTIYA AKRABA HASTALIKLAR
TAKINTIYA AKRABA HASTALIKLAR HAKKINDA ……….149
TİK BOZUKLUĞU…………………………………………………………….150
ÇİRKİNLİK TAKINTILARI………………………………………………153
HASTALIK HASTALIĞI ……………………………………………………156
KIL KOPARMA HASTALIĞI …………………………………………….158
ZAYIFLAMA HASTALIĞI …………………………………………………160
KUMARBAZLIK ………………………………………………………………..162
HIRSIZLIK HASTALIĞI …………………………………………………..163
KUNDAKÇILIK HASTALIĞI ……………………………………………165
ALIŞVERİŞ HASTALIĞI ……………………………………………………167
SEKS BAĞIMLILIĞI ………………………………………………………….169
Beşinci Bölüm
TAKINTI HASTALIĞININ TEDAVİSİ
TAKINTI HASTALIĞINDA İLAÇ TEDAVİSİ ………………….173
TAKINTI HASTALIĞINDA DAVRANIŞÇI
PSİKOTERAPİ …………………………………………………………………..197
TAKINTI HASTALIĞINDA BİLİŞSEL PSİKOTERAPİ ……210
TAKINTI HASTALIĞINDA BEYİN AMELİYATI …………….213
TAKINTI HASTALIĞINDA ELEKTROŞOK TEDAVİSİ ….214
TAKINTI HASTALIĞINDA
MANYETİK UYARIM TEDAVİSİ ……………………………………..215
PADUA ENVANTERİ ………………………………………………………..216
KAYNAKLAR ……………………………………………………………………..222

Bütün takıntı hastalarına…

Birinci Bölüm

KISA TAKINTI ÖRNEKLERİ

Afrkakarıncasının Ömrü Nasıl Tükenir?

Bir cins afrikakarıncasından bahsederler. Bu karınca, dünyanın dört bucağındaki hemcinsleri gibi çalışkandır. Gününü rızkını aramakla geçirir, karnını doyurabileceği bir gıda bulursa sırtlanır, yuvasına taşır, maaile sebeplenirler. Malum, karınca diğerkâm bir böcektir; “Rabbena, hep bana,” demez, her lokmayı paylaşır. La Fontaine’den öğrendiğimiz kadarıyla karıncada istikbal endişesi de hayli yüksektir. Biriktirir de biriktirir. Gamsız ağustosböceğine de ne ibretamiz dersler verir! Dolayısıyla hayatı at, eşek, katır nevinden hayvanlar gibi taşımakla geçer. Gıda arar, bulur, yuvasına taşır, yuvasından dışarı çıkar, yine arar, bulur, yuvasına taşır ve hayatı hep böyle sürüp gider.

Bilumum hayvanatın özel hayatına pek meraklı olan biliminsanları, afrikakarıncasının hayatını da rasada alır; ellerinde kameraları, minicik karıncaların peşinde dağ, tepe, orman dolaşırlar. Bir gün şeytanlıkları tutar, karıncanın yuvasının girişine bir buğday tanesi koyarlar ve oracığa konuşlanıp olan biteni seyre dalarlar. Yuvasından çıkan karınca, karşısında buğday tanesini görünce gerisingeri döner, içeri girer. Az bir zaman sonra karınca yine kapıda peyda olur, bakar, buğday tanesi yine orada. Haydi dön geri. Tekrar dışarı çıkar, buğday tanesi duruyor. Gir içeri. Zavallı hayvan kendi lisanınca “Acaba gıdamı içeri taşımadım mı?” diye düşünmektedir. Fakat gıdasını yuvasında görmek de ikna etmez afrikakarıncasını. Sevimli böceğin hayatı, kapının önündeki buğday tanesiyle yuvası arasındaki birkaç milimlik mesafeyi ileri geri kat etmekle nihayet bulur.

Lady Macbeth’in Kirli Elleri

Günde kaç defa el yıkarsınız? Söz dinlemeye başladıkları yaştan itibaren çocuklara her yemekten önce ve sonra el yıkamaları öğütlenir. Ayrıca sağlığı koruma kuralları gereğince her tuvalet çıkışında eller iyice sabunlanmalıdır. Normal bir erişkinin günde üç öğün yemek yediği, beş altı kere de tuvalete gittiği farz edilirse, okul kitaplarındaki hijyen tavsiyelerine harfi yen riayet eden titiz bir insanın günde 15 kere, bilemediniz 10 kere el yıkaması gerekir. İşi gereği el yıkaması gerekenleri saymıyoruz. (Ameliyattan önce gereken temizliği yapmayan cerrah, kapkara olmuş ellerini, kollarını, yüzünü her gün iş çıkışı uzun uzun temizlemeye çalışmayan bir tamirci yoktur herhalde.) Peki yemek öncesinde, sonrasında veya tuvalet çıkışında el yıkamanız acaba ne kadar sürer? En fazla 20-30 saniye, bilemediniz 1 dakika olsa gerek.

O halde kişinin el yıkamaya ayırdığı toplam zaman günde 10-15 dakikayı geçmez. Meslek icabı daha uzun süre temizlenmek zorunda kalanlar hariç tabii. Halbuki Shakespeare’in meşhur karakteri Lady Macbeth, hayatını el yıkamaya adamıştır. El yıkamak, hayatının en önemli işi haline gelmiştir Lady Macbeth’in. Malum, edebiyat tarihinin “kötü kadın”larındandır kendisi. Kişisel hırsları sebebiyle kocasını tahrik edip Kral Duncan’ı öldürtür. Ardından el yıkama hastalığına tutulur.

Ne yapsa ellerini temiz hissedemez. Ve şöyle haykırır:“Arabistan’ın bütün kokulu sabunları getirilse bu elin kirleri temizlenmez!” Aramızda el yıkama hastası olan çoktur. Bir yanlış anlamaya meydan vermemek için hemen belirtelim: El yıkama hastaları genellikle Lady Macbeth’e benzemez. Hatta tam tersine, çoğu son derece dürüst, kusursuzluk peşinde koşan, aşırı kontrollü,
bütün kural ve kanunlara sıkı sıkıya uyan kişilerdir.

Ev mi, Hamam mı?

Ahmet1 28 yaşında, bekâr bir işçidir. Ellerinin kirlenmesine hiç tahammülü yoktur. Günde en az 25 kere ellerini yıkar. Belki 25 kere el yıkamak çok fazla sayılmaz. Ama Ahmet musluk başına geçtiği zaman oradan kolay kolay ayrılamaz. Günde 25 kere, uzun uzun da olsa el yıkamak bazılarına anormal gelmeyebilir. Ama Ahmet’in elleri, aşırı yıkamanın ve sabun kullanmanın yaptığı tahrişe bağlı olarak kıpkırmızıdır. Ahmet bununla da kalmaz, kullandığı iş makinesinin anahtarlarını her gün defalarca dezenfekte eder. Bir kere de değil, defalarca.

Ayakkabılarının pantolonuna dokunmaması için çeşitli tedbirler alır. Sadece paçaları ayakkabılarına değdiği halde, bütün üstü başı kirlenmiş hissine kapılır ve bu hissi bir türlü kafasından atamaz. Ayakkabısına değen giysisini çıkarma isteği, adeta korkunç bir tutku halini alır genç adamda. Çünkü üstünde kirli pantolon varken diğer giysilerine dokunursa onları da kirletecektir! Ortalık yerde çıplak kalmamak için kolay kolay kıyafet değiştiremez elbette. Ama paçası ayakkabısına değmiş pantolonla gezmek Ahmet için büyük bir işkencedir. Ahmet’in giyinip soyunmaya mahsus özel eldivenleri vardır. Bu eldivenlerle başka hiçbir şey yapmaz. Onları sadece giyinip soyunurken kullanır.

Fakat aldığı bütün tedbirler genç adama yetersiz gelmektedir; bazen kıyafetlerini yakma isteğine bile kapılır. Hayatı gerçekten çok zordur. İnsan içine karışmak bile dayanılmaz bir azaptır onun için. Ne zaman çarşıya pazara gitse insanların kendisine sürtüneceği korkusu içindedir. Sürekli arkasına bakar, başkalarından uzak durmaya çalışır, kimse kendisine sürtünmese bile sürtündü gibi gelir. Eğer birinin kendisine sürtündüğünden emin olursa kılık kıyafetini derhal kuru temizlemeciye gönderir. Sabun, deterjan ve kuru temizlemeci masrafı Ahmet’in kesesini sarsar. Su faturalarını gören herkes ona, “Burası ev mi, hamam mı?” diye sorar.

Daha da kötüsü, pislik ve temizlikten başka hemen hiçbir şey düşünemez Ahmet. Uyanık olduğu saatlerin, dakikaların, saniyelerin neredeyse tamamı pislik korkusuyla ve temizlenmek için ne yapması gerektiği düşüncesiyle doludur. Ne güzel bir yaz günü yürüyüş yapmaktan zevk alır, ne gittiği meşhur lokantanın nefi s yemekleri tat verir kendisine, ne de dostlarıyla sohbet gönlünü açar. Kafasında daima tek düşünce vardır: Pislik.

Terzinin Zalim Şüphesi

Bir terzi, rahat bir uyku çekip ertesi günkü mesaisine dinlenmiş ve dinç olarak başlamak amacıyla yatağına girer. Ama bir türlü gözüne uyku girmez. Şu meşum soru zihnine takılır kalır: “Ütüyü prizden çekmiş miydim?” Aslında ütüyü prizden çektiğini çok iyi bilir. Ama “Ya çekmediysem!” düşüncesi korkunç bir şüphe olarak beynini kemirir durur. Sıcak yatağından kalkar, dükkânına gider. Evet, elbette ütünün fi şini çekmiştir. Rahatlamış olarak evine döner, yatağına girer. Artık rahat bir uykuyu hak etmiştir. O ne! Meşum soru yine boy gösterir kafasında: “Ütüyü prizden çekmiş miydim?” Terzi ütüyü prizden çektiğinden emin, az önce dükkânda asayişin berkemal olduğunu kendi gözleriyle gördü ya! Ama ya çekmediyse? Bu korkunç şüpheye katlanmaktansa kalkar, yine dükkâna yollanır. Her şeyin normal olduğunu görür, döner dönmez yatağına atar kendini. Artık uyumalıdır. Bütün gün el emeği göz nuru dökmüştür. Dinlenecek ki işini düzgün yapsın, ekmek parasını kazansın. Ama olmaz. Şüphe dayanılmaz boyuttadır: “Ya ütünün fi şini çekmediysem!” Kendi kendisini rahatlatmaya çalışır, dükkâna gidip ütünün fi şini çektiği anları gözünün önüne getirir. Rahatlayamaz. Şüphe, insanı sıcacık yatağından kaldırıp sokaklara dökecek kadar şiddetlidir. Tekrar dükkâna yollanır, prizi kontrol eder.

Bu şüphe-kontrol döngüsü, adam yorgunluktan uyuyup kalana kadar sürer gider. Takıntılı terzi bazı geceler hiç uyuyamaz. Ertesi gün aynı senaryo yeniden başlar. Ütüyü prizden çektiğinden emin olduğu halde, “Ütüyü prizden çekmiş miydim?” diye sorar durur kendi kendine. Evle dükkân arasında gece boyunca mekik dokur. Bir sonraki gün kurtulur mu takıntısından? Elbette kurtulamaz. Ondan sonraki gün de kurtulamaz, daha sonraki gün de… Bu zalim şüphe aylarca terzinin içini kemirir durur.

Sonunda buna bir çare bulur: Gece ütüyü kontrol etmek için dükkâna gittiğinde yanında bir de defter bulundurur. Ütüye, prize, fi şe bakar. Cebinden kalemini çıkarır ve defterine not düşer: “Şu saatte dükkâna gittim, ütü prizde değildi.” Eve döner, yatağa girer. Defteri yanı başındadır. Derin bir uykunun kıyılarında dolaşırken, beynine yeni bir şüphe saplanır: “Ya yazdığım doğru değilse!” Bir defter dolar, iki defter dolar, aylar geçer, bir defa bile ütüyü prizde unutmadığı halde yatak-dükkân turlarından kurtulamaz. Giderek durum tahammül edilmez bir hal alır. Sonunda eşini de işe bulaştırır kahramanımız: “Hanım, sen de benimle dükkâna gel, ütünün prizde olup olmadığını benimle birlikte kontrol et.”

Eşi, terziyi çektiği korkunç azaptan kurtarmak için önce memnuniyetle bu teklifi kabul eder. Herhalde iki kişi birden koca prizi yanlış görecek değildir. Oysa terzi takıntısından yine kurtulamaz: Karısının yanılmadığı ne malumdur? Artık zavallı kadına da uyku haramdır. Evle terzihane arasında sabaha kadar mekik dokuyan iki kişi görür mahallenin gece kuşları. Bir de koltuk altında taşınan defter tabii. Kadın, bu zevksiz sporun temposuna dayanamaz ama; “Bey, bu defa dükkâna gelmesem,” dediğinde, adamın sıkıntısı o kadar büyük olur ki görenler terzi oracıkta can verecek sanır. Çaresiz nöbeti çocuklar devralır. Ayın belli günleri çocuklardan biri, belli günleri çocuklardan diğeri, belli günleri de karısı refakat eder terziye.

Çocuğumu Öldürür müyüm?

Ayşe yeni anne olmuştur. Yirmi dört yaşındadır. Bebeği iki aylıktır. Bebek bakmayı yeni öğrenmektedir. Ancak Ayşe’nin büyük bir korkusu vardır: Bebeğini kazara düşürüp öldürmek! Istırabın büyüklüğünü düşünebiliyor musunuz? İnsanın minicik yavrusunun ölümüne sebep olması! Ayşe sürekli evin zeminini kontrol eder. Zeminde bir eğrilik var mı, tahtalardan biri çürümüş olabilir mi, ayağı bir şeye takılabilir mi? Bu kontrol etme eylemi, lafın gelişi değil, gerçekten süreklidir. Bebeğe bakmadığı saatlerin neredeyse tamamı evin döşemesinin sağına soluna bakmak, döşemenin sağlamlığını elle kontrol etmek, şüpheli yerlere ayakla pat pat yapmak, zeminde bir kabartı var mı yok mu diye incelemekle geçer.

Tekrar inceler, tekrar inceler, tekrar, tekrar, tekrar… Ha, bir de zemin kontrolünden arta kalan zamanlarda elini yıkar Ayşe. Maazallah mikrop kapar da bunu bebeğine bulaştırırsa, bebeğin küçücük bünyesi zalim mikropla baş edemez de, Ayşecik bir tanecik yavrusunu daha süte doymadan mezara koymak zorunda kalırsa… Böyle böyle el yıkamalar günde 60’ı bulur.

Bebeğini emzirirken, onu severken, onunla oynarken de sürekli zemini ve mikropları düşünür müşfi k anne. Evet, kalbi gerçekten sevgi doludur. Sevgi doludur ama anne olmanın, yavrusunu koklamanın, yavrusuna sarılmanın zevkini alamaz. Bedeni bebeğiyle birliktedir, lakin aklı evin döşemesinde ve mikroplardadır. Aylar geçtikçe daha korkunç bir takıntı Ayşe’yi esir alır: “Ya çocuğumu camdan atarsam! Bir an irademi kaybeder ve bebeğimi beşinci kattan aşağı sallayıverirsem!” Evlat katili olmak düşüncesi hem dehşet verici hem de utanç vericidir. Baştan bu takıntısını kimseye söylemez. Çocuğu kucağındayken balkona çıkmaz, cam kenarlarına yaklaşmaz, merdiven tırmanmaz.

Bir gün bebeği emzirirken yeni bir takıntı eklenir eskilere: “Ya bebeğimi kollarımda sıkarak öldürürsem!” Önce kendine bu düşüncenin ne kadar mantıksız olduğunu telkin etmeye çalışır. Öyle ya, dünyadaki milyarlarca anneden kaçı bebeğini sıkarak öldürmüştür? Ama takıntıyla baş etmek kolay değildir. Emzirme işi artık imkânsız hale geldiğinde takıntılarını yakınlarına açar, bebeği başka birine tutturur ve öyle emzirir. Ayşe artık bebeğini kucağına alamamaktadır. Emzirme çağı, çaresizliğin oluşturduğu bu enteresan yöntemle atlatılır. Bebek artık sofraya oturmaya, çorba, köfte, Allah ne verdiyse yemeye başlar. Günlerden bir gün Ayşe bir bıçağa bakar bir bebeğine, bir bıçağa bir bebeğine…

“Ya bıçağı bebeğime saplarsam! Ya bir an kontrolümü kaybedersem!” Ve sonunda sofralar da ayrılır. Ayşe, çocuğuyla aynı masaya oturmaz olur. Dehşetli takıntıların anneye verdiği dayanılmaz acıyı düşünebiliyor musunuz? Peki acaba çocuk ne hisseder? Annesinin kendisini dağlar kadar sevdiğinin farkında mıdır?

Yoksa kucağa alınmamış, sofrada yalnız bırakılmış bir çocuk mu görecektir geçmişine baktığında?

İmanımı Kaybettim!

Takıntı, mantıksız olduğunu bildiği halde insanın bir türlü kafasından atamadığı fi kir ve hayallerdir. Üstelik çok da rahatsız edicidir. Mehmet üniversiteyi yeni bitirmiş, çalışkan, başarılı, dürüst, beyefendiliğiyle ün salmış 22 yaşında bir gençtir. Dindar bir ailede yetişmiş, kendisi de ergenlik yıllarından itibaren dini vazifelerini titizlikle yerine getirmeye çalışmıştır. Ama bize geldiği zaman hıçkırıklar içindeydi: “İmanımı kaybettim,” diyordu sürekli. Ağlamaktan doğru dürüst konuşamıyordu bile. “Ben ateistim,” diyor, hemen ardından tekrar gözyaşlarına boğuluyordu. Herkesin aklına olmadık zamanda, olmadık yerde, olmadık fi kirler gelebilir. Mehmet’in de, 15-16 yaşlarındayken tam namaza durduğu sırada, gözünün önüne erotik sahneler geliyordu. Önceleri çarçabuk bu sahneleri zihninden uzaklaştırabiliyordu. Utanmakla birlikte söz konusu durumu fazla dert etmiyordu.

Mehmet mükemmeliyet peşinde koşan, yaptığı her işin kusursuz olmasını isteyen biriydi. Bu yüzden dinin emirlerine harfi yen riayet etmek istiyordu. Giderek önemli bir ibadet olan namazı huşu içinde kılamadığını düşünmeye başladı. Namazı huşu içinde kılabilmenin yollarını araştırdı. Kitaplar okudu, sohbetlere gitti, sorular sordu. Farz namazlarla yetinmedi, nafi le namazlar kıldı. Namaza ayırdığı vakit arttıkça, huşu içinde kılma arzusu şiddetlendikçe, namaz sırasındaki erotik hayalleri yoğunlaşıyordu. Tabii içindeki suçluluk ve utanç duyguları da derin bir yeise sürüklüyordu Mehmet’i.

O hale geldi ki namaza başlar başlamaz türlü türlü sahneler gözünün önünde canlanıyor, selam verene kadar ne yaparsa yapsın o görüntüleri gözünün önünden uzaklaştıramıyordu. Camiye gittiğinde, kapıdan içeri girer girmez mabedin duvarlarında, mihrapta, minberde aynı hayaller peyda oluyordu. Mehmet söz konusu hayallerden asla erotik bir haz duymuyordu. Tam aksine bunlar yüzünden büyük bir azap içinde kıvranıyordu.

“Acaba ben cinsi sapık mıyım?” diye düşünüyordu. Cinsel arzularını hafi fl etmek amacıyla sık sık oruç tutmaya başladı. Fakat ne yapsa olmuyordu. Kendisini imanı zayıf, günahkâr, hatta sapık olarak gördükçe erotik hayaller yoğunlaşıyor, çektiği acı daha da büyüyordu. Gece gündüz ne kadar alçak biri olduğunu düşünüyordu artık.

Hep suratı asıktı, hep mutsuzdu. Üniversitenin son yıllarında ders çalışamaz oldu, notları düştü. Derken hacca gitme imkânı buldu. Bu onun için bir yeniden doğuş olabilirdi. Bütün günahlarını aff ettirebilir, kalan hayatını iyi bir Müslüman olarak sürdürebilirdi. Kutsal mekânlarda acısı daha da arttı Mehmet’in. Sonradan bize, katıla katıla ağlayarak, oralarda bile aynı görüntülerin gözünün önünden silinmediğini anlattı.

Hacdan dönüşte Mehmet namazı topyekûn bıraktı. Namazı bırakınca erotik hayallerinden de kurtuldu. Ama takıntı bu, insanın peşini kolay kolay bırakır mı? Bu defa da ezan sesi duyduğunda, kendini yakışıksız benzetmeler yapmaktan alıkoyamıyordu.

Kendisini evde ezan sesinin en az duyulduğu odaya hapsetti. Yine de müezzini duyarsa derhal radyoya, televizyona koşup sesini sonuna kadar açıyordu. Ezan sesi kulağına gelmemeliydi. Derken evde sürekli kulaklarında müzikçalar kulaklığıyla gezmeye başladı. Namazı bıraktığı halde namaz vakitlerini her gün dakikası dakikasına takip ediyordu. Saatinin saniye şaşmaması için büyük dikkat harcıyordu. Çünkü ezan vaktine beş on dakika kala mutlaka camilerden uzak bir yerde bulunmalıydı.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Psikoloji
  • Kitap AdıTakıntılar
  • Sayfa Sayısı224
  • Yazar Oğuz Tan
  • ISBN9786050844542
  • Boyutlar, Kapak13,5x21, Karton Kapak
  • YayıneviTimaş / 2021

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Depresyon ~ Oğuz TanDepresyon

    Depresyon

    Oğuz Tan

    Psikiyatri Uzmanı Dr. Oğuz Tan, depresyon konusunda merak edilen tüm soruları yanıtlıyor. Kitapta, hastaların ve doktorların dilinden vaka örnekleriyle depresyonun sebepleri, belirtileri ve tedavi...

  2. Korkacak Ne Var! ~ Oğuz Tan-Yıldız BurkovikKorkacak Ne Var!

    Korkacak Ne Var!

    Oğuz Tan-Yıldız Burkovik

    İnsan, hayata gözlerini ilk açtığı andan itibaren korkularla tanışıyor. Sonrasında çocukluktan yaşlılık dönemine kadar birçok farklı korkuyla karşılaşıyor. Kimi korkuların üstesinden kolaylıkla gelirken bazıları ömür...

  3. Yalnızlık Ve Aidiyet ~ Oğuz TanYalnızlık Ve Aidiyet

    Yalnızlık Ve Aidiyet

    Oğuz Tan

    Bu kitap yalnızlığa bilim penceresinden bir bakıştır. Tıp, psikoloji, sosyoloji ve antropoloji araştırmaları rehberliğinde yalnızlık gibi oldukça içsel bir konuyu ele alırken yöntemi gözlem ve deney olan çalışmaları...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur