KİMLİK
bir şans tanı bugün kendine…
yeniden başla, ümitle aşkla…
Başından aşağı dökülen kaynar suların içini doldurduğu sıradan ve bir o kadar da farklı bir güne uyanmıştı. Pek çok şeyin üst üste geldiği her dönemde olduğu gibi yine gökkuşağının altından geçen balonlardan ve onların dinozorların kalbine dokunduğundan kimsenin haberi olmadı. Ama o gördü. Adliyede öylece durmuş, adaletin simgesini seyrediyordu. Gözünden geçen bulutlara aldırmadan kararlılıkla bir adım daha attı. Terazinin ağır basan yanından hiç şüphesi yoktu. Ayaklarının yerden kesildiği bir anda mutlulukla alınmış iyi bir karar, on dört yılda hayatının en berbat kararı hâline gelmişti… ‘Demek ki,’ dedi içinden, ‘karar denen şey iyi ya da kötü olmuyor, sadece önemli oluyor.’ Kimlik denen şey de bir kadın için bir anda öylece güncellenebiliyordu. İşte o da çok yakında artık Ayşegül Baydar değil, eskisi gibi Ayşegül Dağhan olacaktı. Kızlık soyadı denen şeye yeniden kavuşunca, geçen on dört yıla hiç yaşanmamış gibi bakılacaktı. Aslında boşandıktan sonra kadınlara yeni bir soyadı verilmeliydi, işte o zaman yeni bir kimlik sahiden de yeni bir kimlik olabilirdi. Böylesi ceza kartı çekmiş de o kartta da “En başa dön!” yazıyor gibiydi.
Daracık alana sığışmış balık istifi memurları, rengi koyulaşmış, her gün binlerce kez çalışan fotokopi makineleri ve güneşi kesmekten başka hiçbir işe yaramayan modası geçmiş perdeleriyle bu yer, bakımsızlığın vücut bulmuş hâliydi. Gözü, cam önünde unutulmuş kiremit rengi plastik saksıya takıldı. Sönmüş canıyla boynu bükük duran bu çiçek, bir zamanlar sevinçle karşılanmış ve umutla yerine yerleştirilmiş olmalıydı. Şimdiyse buruşmuş yapraklarıyla o da istikrarsızlığın, içi geçmişliğin hatta çürümenin, kara bir duman gibi ruhu saran umursamazlığına teslim olmuştu. Olanca güzelliğine ve tüm kıymetine rağmen sevgisizlikten fotosentez bile yapamaz duruma getirilmiş zavallı çiçek, içine düştüğü bu ortamda anlamsızlaşan varlığını görüp hayata küsmüştü belki de. Şu uçsuz bucaksız evrendeki en küçük mikroorganizmanın bile yaşama bir katkısı vardı ve belli ki o da kendini tüketerek yapıyordu bunu. İlgisizliğe tepki olarak renklerini herkesten esirgemeyi seçmişti.
Buraya gelirken, ‘Bitsin artık bu iş,’ diye düşünmüştü ama şimdi beklerken öylece bitip gitmeyeceğini fark ediyordu. O istediği kadar kararlı olsun, boşanmak, hayatın tamamen değişmesi, mevcut gerçekliklerin bir anda geri alınması demekti ve hissediliyordu. O sürtünme, sökülme, o burgu burgu devinim… Gözle görülmez bir varlık hâlinin kaybolup gidişiydi bu, ayağının altındaki halının çekilmesine benziyordu.
Halim’den ayrılmak, evinden ve komşularından, alışveriş yaptığı bakkaldan, salona girerken hemen sol tarafta bulunan elektrik düğmesinden ve sallanan kapı kolundan da ayrılmaktı. Ve mutfağından, pencere önü bostanından… Her şeye alışmak mümkündü. Yeni komşularına, apartmanın girişindeki çıtırtılı yola, elektrik düğmesinin sağda oluşuna… Her şeye alışılıyordu da böyle kargatulumba başka bir hayata geçiş yapmak zordu, buna alışmak hiç kolay değildi.
Yeniden başlamak, yeniden alışmak demekti ve her alışkanlık, öyle denildiği gibi yirmi bir günde gerçekleşmiyordu. Beynin hazır olsa da ruh denen varlık buna engeldi. İnsan hemen değişemiyordu. Bir yerde okumuştu, “Hayat değişimden yanadır,” diye, okurken güzel gelmişti gelmesine de anlıyordu, her zaman güzel değildi. Hele söz konusu bir insansa değişim, bazen de bozulma olarak gerçekleşiyordu. Mesela zaten yeterince kusurlu olan varlığına yeni kusurlar katmamak, bakınca değişime direnmekti. Ne yazık ki bu pek mümkün olmuyordu. Bir sınırı vardı insanın, kötü bir şeyi normal bulacak kadar deneyimlediğinde, zamanla kendine katabiliyordu. Gözünü kararttığı, makul karşıladığı, yapmak ile yapmamak arasında kaldığında tercihini yapmaktan yana kullandığı o eşik bir kez atlandığında, gerisini getirmek kolay oluyordu. Üstelik suç, ayıp, günah gibi sınırlandırmalar da yanlış düzenlenmişti. Kalp kırmak mesela, birini incitmek… Ne yasaktı ne de suç, oysa tüm arazlar buralardan doğuyordu. İnsanın karısını, onun en yakın arkadaşıyla aldatması mesela yüzde yüz suçtu. Olmalıydı. Oysa kanunlar daha somut şeylere odaklanmıştı. Bir şey çalmak, birini öldürmek, borcunu ödeyememek gibi gayet insana dair durumlarda olayı en ince ayrıntısına kadar didikleyen yargı sistemi ve ceza kanunu, birinin kalbinin kırılması karşısında sus pus oluyordu. Kanunlar bu işlere bakmıyordu. Böylece asıl büyük suçlar arada kaynıyor, sonuçlara katlanmak insanın omuzlarına yük, sırtına bir kambur olarak kalıyordu.
Sıra nihayet ona gelmişti. Derin bir nefes alıp yerinden kalktı. Topuklarının sesi çok şey anlatıyordu aslında, önce yere sertçe basılmış güçlü bir adım… Topuk sesini duyunca adımlarını kontrol etme ihtiyacıyla dengesi bozulan ikinci adım… Sonra biraz daha sakin bir adım, sonra boş vermiş aceleci bir adım. İşlemleri tamamladı ve boşanma davasını resmen açtı. Bitiyordu. Demek böyle oluyordu. Bir şekilde kafan atıyor, hiçbir şey olup biteni düzeltemiyor ve zaten sen de düzelsin istemiyordun.
Az önce içinden boşanma dilekçesini çıkardığı ajandasını çantasının içine attı. Kapıdan çıktığında heyecanının, içindeki fırtınanın çalkaladığı özel bir karışımdan oluştuğunun farkındaydı. Karnında korku, içinde inanç ve güven vardı. Tek başınalığın altın oranı…
“Sevgi neydi? Sevgi emekti…” diye büyüdüğümüz film sahnelerinden bu yana çok şey değişti. Aşkı tam bulmuşken kaybetmeyenimiz, hep yanlışın peşinde koşup kader motifini yeniden örmeyenimiz var mı?
YALNIZLIK
yalnızlığım, yaşamak zorunda olduğum beraberliğimsin…
Gökyüzü güneşini sunuyor, gece hüznünü saklıyordu. Birkaç haftada alıştığı yeni güzergâhındaydı. Yeni caddeler, yeni sokaklar ve başka başka tabelalar evinin yolu olmuştu. İş çıkış saatine kalmamak için acele etmişti ama kocaman bir kazanı andıran bu şehirde onun gibi düşünen başkaları da olmalıydı ki trafik kendini göstermeye başlamıştı. Bu saatleri seviyordu. Birazdan evlerin ışıkları yanmaya başlayacak, henüz kapatılmamış perdeleriyle pencerelerden evlerin içindeki hayatlar görünecekti. Televizyon ekranları, bir an görünüp sonra yok olan kadınlar… Herkes tam olarak ne yaşıyorsa o kadarının göründüğü bu kısacık anların gerçekliği, ona ne kadar sıradan olduğunu hissettiriyordu. Az önce pencereden bakan kadın için o, akşam trafiğindeki herhangi bir araçtan ibaretti, önemsizdi hatta yoktu. Araçlar görülüyordu, ya içindekiler? Onlar fark edilmiyordu. Ve böyle uzaklaştıkça birbirinin gözünde küçülen bir şeydi insan. Herkes birbirinin hayatındaki trafiğin gelip geçici bir parçasıydı. Dostlar, aile, sevgili… Sıkı ilişkilerdi. Öyle sanılsa da gerçek yakınlık hissi bir türlü duyulamıyordu. Ve yalnızlık…
Bir daha asla yapmamlar da yine olsa yine yaparımlar da onda saklıydı. Bir şeyin sonrasıyla başka bir şeyin öncesindeki gizli kulübe, kendini dinleme tesisi…
Aklına geldikçe midesi patlayacak gibi oluyordu. Evine girip çıkan, birlikte sofralar kurduğu ve penceresinin önündeki çınar ağacında biriken karları izleyerek kahveler içtiği Yasemin, bunu ona nasıl yapabilmişti? Olur olmadık zamanlarda aklından Halim ve Yasemin’in öpüştüğü anlar geçiyor, ikisini sevişirken düşünmeye başlıyordu. Çorba karıştırırken, müşterileriyle konuşurken, mağazada gezerken… Böyle anlarda nefret, yakıcı bir kırbaç gibi midesinde patlıyor, içinde bir şey, yılan gibi kıvrılarak ilerleyen derin bir çatlağa dönüşüyordu. Haftalardır her gün, her gün defalarca.
Halim’le ayrı dünyaların insanlarıydılar ama yine de ikisine ait o ortak dünyadan memnundu. Yani öyle sanıyordu. Bunu hiç düşünmemişti. Memnun muydu? Memnun? Evlilik memnuniyetle mi ilgiliydi? Evlilerdi işte, binlerce yıllık kurum. Acayip şartları olamazdı ya. Nasıl bir şeydi aslında evlilik? Mutlu evlilik neydi? Mutluluk neydi? Sonsuza kadar süren hiçbir şey yoktu ve mutluluk da bitimsiz değildi. Bir mutlu olursun bir olmazsın. Sonraki mutluluğa kadar tüm mutsuzluklara katlanırsın. Belki de ona öyle gelmişti. Bilmiyordu. Şimdi öyle bir karmaşaydı ki içindeki, artık hatıralarda kalmış mutlu anlardan bile şüphe duyuyordu ve bu şüphe, her şeyi daha da berbat hâle getiriyordu.
Halim ile Yasemin’in ilişkileri ne zaman başlamıştı, ona hangi yalanları söylemişlerdi, söylediklerinin ne kadarı yalan ne kadarı gerçekti? Bunu bilmek istiyor muydu? Bir yanı evet, her şeyi tamamen öğrenmek için can atıyordu, diğer yanıysa dağılan hayatının kırılan parçalarına tek tek bakmaya hazır değildi. Bilse ne olacaktı ki?
Yeniden düzeltilmeyecekse, zayiat hakkında fikri olsa neydi, olmasa ne? Bir an önce süpürüp atmalı, nerede kaldıysa oradan devam etmeliydi. Peki nerede kalmıştı? İyi ki şarkılar vardı. Taksici güzel bir radyo kanalı dinliyordu ve cama vuran yağmur, şarkılarla iyi gidiyordu.
Arabadan indiğinde, birkaç saniye durup yeni evine baktı. Daha önce bir sürü müşteri getirmişti buraya. Kimine kirası fazla gelmişti kimi de apartmanı eski bulmuştu. Taşındığı ilk gün, ağlamaktan şişmiş gözleri, günlerce üzerinden çıkarmadığı hırkasıyla nasıl da perişan hâldeydi. Sonra iki ileri bir geri giderek de olsa, her gün biraz daha iyileşmişti. Şimdi, boşanma davasını açmış bir kadın olarak sonraki yaşamına daha bir hazır hissediyordu kendini. “İyi akşamlar…” Sesin sahibi bir üst dairesinde oturan Mehmet’ti. Yeni hayatının yeni insanlarından biriydi. Hızlı adımlarla yürüyüp apartmanın kapısını açtı, “Gelmiyor musun?” Birlikte yukarı çıktılar. Ayşegül’ün katına ulaştıklarında, karşı komşusu Firuze de misafirini uğurluyordu. Onu görünce gülümsedi, artık yeni bir karşı komşusu da vardı.
DİDİKLEME
birbirimize vitaminler, moraller verdik
içimizdeki şeytanlara, zülfikarlarla saldırdık
Firuze, onları görünce o an en çok görmek istediği insanlar onlarmış gibi sevinçle gülümsedi. Tanışalı sadece birkaç hafta olmasına rağmen, onu sevmişti. Nazik ve ilgiliydi. Üstelik bir terapistti. Bunu duyduğunda içinden, ‘İyi olacak hastanın doktor ayağına gelir,’ demişti. İlk zamanlar daireyi göstermek için birilerini götürüp getirdikçe kapıda karşılaşıyorlardı. Firuze o kadar sıcak, o kadar dost canlısıydı ki ikisi, Ayşegül buraya taşınmadan arkadaş olmuşlardı. Hatta bir ara o kadar sık gelmişti ki apartmana, birkaç kez onu eve bile davet etmişti. O zamanlar en korkunç günleriydi. Henüz evi terk etmemişti. Bir hâli vardı Firuze’nin, sadece bakarak dinlemişti onu. Sonra da Ayşegül, çok ağladığı, ağlamadan duramadığı bir gün bütün hikâyeyi anlatıvermişti Firuze’ye. Evi görmeye gelen nişanlı çift nasıl da fena olmuştu. Kolay değildi. Onlar evlilik hayali kurarken o, evliliğin en feci sonlarından birini yaşıyordu. Apar topar çıkıp gitmişlerdi. O akşam söylemişti Firuze, “E kızım, sen neden taşınmıyorsun buraya?” taşınmış, Firuze de o günden beri her ihtiyaç duyduğunda Ayşegül’ün yanında olmuştu. Kaderin ağları diye bir şey varsa Firuze bir ağdan daha öte dantel kılıf gibiydi. Yeni evine yerleşmeyi henüz tamamlayamamıştı ama ilk günleri yine onun dostluğuyla atlatmıştı.
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yerli)
- Kitap AdıBirdenbire
- Sayfa Sayısı288
- YazarSerda Kranda Kapucuoğlu
- ISBN9786258446586
- Boyutlar, Kapak13,5*21 cm, Karton Kapak
- YayıneviMüptela Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Sahir ~ Ercan y Yılmaz
Sahir
Ercan y Yılmaz
Gerçeklik duygusundan şüphe edilen genç yazarın evi bir gün basılır. Çocukluğunu birlikte geçirdiği adamlar ona hesap sormaktadır. Neyin hesabını? Elbette öykülerinin… Çünkü iddialarına göre...
- Felah ~ Volkan Arslan
Felah
Volkan Arslan
FELAH, Kurtuluş’a yürüyüşün öyküsü… Sen tekrar açmak istediğin sürece, hiçbir kapı tamamen kapalı değildir. Felah, bizi sürükleyici ve günümüzde yaşanan bir dizi çatışmanın arasında,...
- Hissiz ~ Lemariz Müjde Albayrak
Hissiz
Lemariz Müjde Albayrak
Aşkın en derinden, inkâr edildiği yerden ortaya çıkışı! Kendilerini ve birbirlerine duyduğu aşkı çığlık çığlığa ve sessizce inkâr etseler de, aşkları ortalığı yakıp kavuruyor!...