Yabancılarla sakın konuşmayın!
Stalin’in ülkesini demir yumrukla yönettiği günlerde Profesör Woland adında tuhaf görünümlü bir yabancı, arkadaşlarıyla Moskova’yı mesken edinir. Paranoyaya teslim olmuş halkın, kendinden memnun aydın tayfasının ve düzenden faydalanan bürokratların asıl yüzünü göstermek için kollarını sıvayan bu şeytani kumpanya, başkent Moskova’yı kafaların uçtuğu, aparatçik’lerin kendilerini bir anda Yalta’da bulduğu, çileden çıkan kadınların süpürgelerle gökyüzünde gezmeye başladığı bir karnavala çevirir. Akıl hastanesine kapatılmış Usta ise kurtuluşun yakında olduğundan habersizdir.
Mihail Bulgakov’un çekmecesinde bıraktığı, sansürsüz hali ölümünden yıllar sonra yayımlanabilen romanı Usta ile Margarita, yasaklarla dolu günlerde baş döndürücü bir özgürlük duygusuyla yazılmış bir başyapıt.
“Rus edebiyatının kural tanımaz, başkaldıran dehası.”
George Steiner
FAUST:
… kimsin sen nihayetinde?
MEPHISTOPHELES:
Sonsuz kötülük isteyen
ve sonsuz iyilikler yapan
o gücün bir parçasıyım.
Goethe, Faust
BİRİNCİ KİTAP
I
Tanımadıklarınızla asla konuşmayın
Baharın çok sıcak bir günbatımına yakın Moskova’da, Patriarşiye Gölet Parkı’na iki yurttaş geldi. Birincisi yazlık kurşuni bir takım elbise giymişti, kısa boyluydu, tombul ve keldi, şık fötr şapkasını pasta gibi elinde tutuyordu, sinekkaydı tıraşlı yüzünde siyah, kemik çerçeveli çok büyük bir gözlük vardı. İkincisi geniş omuzlu, kızıl perçemleri alnına dökülmüş, kareli kasketini ensesine düşürmüş, oduncu gömlekli, siyah spor ayakkabılı, beyaz pantolonu buruş buruş bir delikanlıydı.
Birincisi, kısa adı MASSOLİT olan Moskova’daki büyük edebiyat derneklerinden birinin başkanı ve kalın bir edebiyat dergisinin yayın yönetmeni Mihail Aleksandroviç Berlioz’dan başkası değildi, genç arkadaşı ise Bezdomnıy2 takma adıyla yazan şair İvan Nikolayeviç Ponıryov’du.
Daha yeni yeşillenmiş ıhlamurların gölgesine sığınan yazarlar, ilk iş olarak üzerinde “Bira ve Meşrubat” yazılı alacalı bulacalı boyanmış büfeye atıldılar.
Bu arada, bu korkunç mayıs akşamının ilk tuhaflığına da değinmek gerek. Ne büfenin yanında ne de Malaya Bronnaya Sokağı’na paralel uzanan ağaçlıklı yolda tek bir kişi bile yoktu. Nefes almanın bile olanaksız olduğu, Moskova’yı kasıp kavuran güneşin Sadovoye çevre yolunun ardındaki kuru sisin içine gömüldüğü bu anlarda kimse ıhlamurların altına sığınmıyor, kimse banklara oturmuyordu; ağaçlıklı yol tamamen ıssızdı.
“Narzan
verin,” diye rica etti Berlioz.
“Narzan yok,” diye yanıtladı satıcı kadın ve nedense
gücendi.
“Bira var mı?” diye sordu Bezdomnıy kısık sesiyle.
“Bira akşamüstü geliyor,” dedi kadın.
“Peki ne var?” diye sordu Berlioz.
“Kayısı suyu ama sıcak,” dedi kadın.
“İyi, verin, verin, verin!..”
Kayısıdan bol bol sarı köpük yükseldi ve hava birden berber dükkânı gibi koktu. Susuzluklarını gideren edebiyatçılar ânında hıçkırmaya başladılar, paralarını verip yüzleri gölete, sırtları Bronnaya’ya dönük banka oturdular.
O sırada yalnızca Berlioz’u etkileyen ikinci tuhaflık meydana geldi. Birden hıçkırığı kesildi, kalbi tekledi, bir an kötü oldu, sonra düzeldi, ama kalbine sanki kör bir iğne batıyor gibiydi. Bundan başka, Berlioz bir de temelsiz ama çok güçlü bir korkuya kapıldı ve hemen Patriarşiye’den arkasına bakmadan kaçıp gitmeyi istedi. Berlioz kendisini ürküten şeyin ne olduğunu anlamadan hüzünle çevresine bakındı. Sarardı, mendiliyle alnını sildi, “Ne oluyor bana? Hiç böyle olmamıştı… kalbim oyun oynuyor… çok yoruldum. Belki de her şeyi boş verip Kislovodsk’a gitme zamanı…” diye düşündü.
Boğucu hava yoğunlaştı ve bu kütlenin içinden çok tuhaf görünüşlü saydam bir yurttaş belirdi. Küçük kafasında jokey kepi vardı; kareli, hafif, dar bir ceket giymişti. Boyu bir sajen,1 omuzları dardı, çok zayıftı ve belirtmeliyim ki yüzü alaycıydı.
Berlioz yaşamında olağanüstü olaylara hiç alışık değildi. Daha da sarardı, gözlerini fal taşı gibi açtı, şaşkınlık içinde, “Böyle bir şey olamaz!” diye düşündü.
Ne var ki olmuştu; uzun boylu, saydam yurttaş karşısına geçmiş yere değmeden sağa sola sallanıyordu. Berlioz yeniden dehşete kapıldı, gözlerini kapadı. Gözlerini açtığında her şeyin geçtiğini serabın dağıldığını, kareli adamın kaybolduğunu gördü, kalbine batan o kör iğne de çıkmıştı. “Lanet olsun!” diye haykırdı yayın yönetmeni, “İvan biliyor musun, biraz önce sanki sıcak çarptı! Hatta halüsinasyon bile gördüm.” Gülümsemeye çalıştı, ama gözlerinde hâlâ endişe vardı ve elleri titriyordu. Bir süre sonra sakinleşti, mendilini hava gelsin diye salladı ve oldukça dinç bir sesle devam etti: “Evet efendim, şöyle ki…” diye kayısının böldüğü konuşmaya döndü.
Sonradan görüldüğü gibi konuşma İsa Mesih üzerineydi. Yayın yönetmeni, derginin bir sonraki sayısında yayımlanmak üzere şaire din karşıtı uzun bir şiir ısmarlamıştı. İvan Nikolayeviç şiiri yazmıştı, hem de oldukça kısa bir sürede yazmıştı, ama şiir yayın yönetmenini hiç memnun etmemişti. Bezdomnıy şiirin ana kahramanını yani İsa’yı oldukça karanlık resmetmişti, ama yayın yönetmenine göre şiir baştan yazılmalıydı. İşte şimdi yayın yönetmeni, şairin temel hatasını belirtmek amacıyla ona İsa hakkında nutuk çekiyordu. İvan Nikolayeviç hatasının nedenini, betimleme yeteneği mi zayıftı yoksa yazmaya çalıştığı konuyla ilgili hiçbir şey bilmemesi miydi, söylemek oldukça zor, ama onun betimlediği İsa, çekici bir kişilik olmasa da kanlı canlı biriydi. Berlioz’a göre asıl konu İsa’nın iyi ya da kötü oluşu değildi; İsa’nın dünyada hiç yaşamadığını, onun hakkındaki hikâyelerin tamamen uydurma ve sıradan bir efsane olduğunu şaire göstermek istiyordu.
Yayın yönetmeninin oldukça bilgili biri olduğunu ve konuşmasında İsa’nın varlığına kesinlikle değinmeyen eski tarihçilerin örneğin İskenderiyeli Filon ve Josephus Flavius’un sözlerini kesinlikle yerinde kullandığını belirtmekte yarar var. Mihail Aleksandroviç bilgi birikimini ortaya koyarak, şaire, ünlü Tacitus’un “Yıllıklar”ının on beşinci kitabının kırk dördüncü bölümünde anlatılan İsa’nın öldürülme sahnesinin, çok daha sonra yapılan bir eklentiden başka bir şey olmadığını belirtti.
Yayın yönetmeninin söylediği her şey kendisi için bir yenilik olan şair, ateşli, yeşil gözlerini ona dikmiş Mihail Aleksandroviç’i dikkatle dinliyor ve kayısı suyuna sessiz küfürler savurarak ara sıra hıçkırıyordu. “Bütün Doğu dinlerinde, bu bir kuraldır, dünyaya tanrı getiren bir günahsız bakire vardır. Hıristiyanlar da yeni bir şey düşünmeyip kendi İsa’larını, aslında hiçbir zaman var olmayan İsa’larını bu şekilde yaratmışlardır. İşte üzerinde durulması gereken asıl konu bu.”
Mihail Aleksandroviç yalnızca çok bilgili insanların boyunlarının kırılma riskini göze almadan dolaşabilecekleri o karmaşık konulara girdikçe Berlioz’un yüksek tınılı tenor sesi boş ağaçlıklı yolda yankılanıyor ve şair de, Gök ve Yerin oğlu, iyilik Tanrısı Mısırlı Osiris, Fenike Tanrısı Tammuz, Marduk ve hatta bir zamanlar Meksikalı Azteklerin çok saygı duydukları, şimdilerde pek bilinmeyen korkunç Vitzliputzli hakkında çok ilginç ve çok yararlı bilgiler öğreniyordu.
Mihail Aleksandroviç şaire tam Azteklerin hamurdan Vitzliputzli heykelcikleri yaptıklarını anlatırken ağaçlıklı yolda ilk adam göründü.
Sonradan, doğrusunu söylemek gerekirse çok geç olduğunda, çeşitli daireler bu adam hakkında raporlar hazırladılar. Raporlardaki çelişkilere şaşırmamak elde değildi. Birinci raporda bu adamın kısa boylu ve altın dişleri olduğu, sağ ayağının aksadığı yazılıydı. İkincisinde, adamın orta boylu ve platin dişleri olduğu, sol ayağının aksadığı yazılıydı.
Üçüncüsünde ise kısa ve öz biçimde, adamın göze çarpan bir özelliği olmadığı yazılıydı. Bunların hiçbirinin bir işe yaramadığını itiraf etmek gerekir.
Öncelikle; söylenildiğinin tersine, ne sağ ne de sol ayağı aksıyordu, boyu ne devasa ne de kısaydı, yalnızca uzundu. Dişlerine gelince, sol taraftakiler platin, sağ taraftakiler altın kaplamaydı. Epeyce pahalı, kül rengi bir takım elbise ve takımıyla aynı renk ithal ayakkabılar giymişti. Kül rengi beresini afili bir şekilde kulağına indirmişti, topuzunda küçük köpek başı olan bastonu koltuğunun altındaydı. Görünüşüne bakılırsa kırk küsur yaşındaydı. Ağzı hafif eğriydi. Sinekkaydı tıraşlıydı. Esmerdi. Sağ gözü siyah, sol gözü nedense yeşildi. Kaşları karaydı ama biri diğerinden daha yukarıdaydı, kısacası bir ecnebiydi.
Yayın yönetmeni ve şairin oturduğu bankın yanından geçerken ecnebi onlara şöyle bir baktı, durdu ve onlardan iki adım ilerideki diğer banka oturdu.
“Alman,” diye düşündü Berlioz.
“İngiliz,” diye düşündü Bezdomnıy, “şuna bak bu sıcakta bir de eldiven takmış.”
Ecnebi ise göleti kare biçimde kuşatmış yüksek evlere baktı, bu yeri ilk kez gördüğü ve ilgilendiği belli oluyordu. Gözlerini yüksek katların camlarında göz kamaştırıcı bir şekilde yansıyıp kırılan ve Mihail Aleksandroviç’i sonsuza kadar terk etmek üzere olan güneşe çevirdi, sonra akşamüzeri kararmaya başlayan alt katlardaki pencerelere kaydı bakışı, nedense yüksekten bakar gibi gülümsedi, gözlerini kıstı, ellerini bastonun topuzuna, çenesini de ellerinin üstüne koydu.
“İvan, sen,” dedi Berlioz, “çok güzel ve çok eleştirel betimlemişsin, örneğin İsa’nın, Tanrı’nın oğlunun doğumunu, ama işin özü şu ki, İsa’dan önce de bir sürü Tanrı’nın oğlu doğmuştur, örneğin, Fenikeli Adonis, Frikyalı Attis, İranlı Mitras, kısaca söylemek gerekirse, onların hiçbiri doğmamıştır, İsa da dahil hiçbiri var olmamıştır, dolayısıyla sen bu doğum ve kâhinlerin gelişi yerine bu olanlara dair hurafeleri yazmalıydın… Oysa senin hikâyende sanki İsa gerçekten doğmuş gibi!..”
Burada Bezdomnıy soluğunu tutarak hıçkırığını engellemeye çalıştı, ama bunun sonucunda daha acılı ve daha yüksek sesle hıçkırdı, o anda Berlioz da konuşmasını kesti çünkü ecnebi birden kalkmış ve yazarlara doğru yürümüştü.
İkisi de şaşkın şaşkın bakakaldılar.
“Bağışlayın beni, lütfen,” diye başladı yanlarına gelince ecnebilere özgü bir aksanla, ama sözcükleri düzgün telaffuz ederek, “tanışmıyoruz ama sizi… ancak bu derin sohbetinizin konusu o denli ilginç ki…”
O anda saygıyla beresini çıkardı, iki arkadaşa da doğrulup selam vermekten başka bir şey kalmadı.
“Hayır, daha çok Fransız’a benziyor,” diye düşündü Berlioz.
“Polonyalı?” diye düşündü Bezdomnıy.
Ecnebinin daha ilk sözleriyle şairde iğrenç bir etki bıraktığını belirtmek gerekir, Berlioz ise sanki hoşlanmıştı, yani aslında hoşlanmak değil de… nasıl söylemeli… sanki ilgisini çekmiş gibiydi.
“Oturmama izin verir misiniz?” diye sordu ecnebi saygıyla ve iki arkadaş da isteksizce iki yana kaydı; ecnebi ikisinin arasına rahatlıkla yerleşti ve ânında konuşmaya başladı.
“Eğer yanlış duymadıysam, İsa’nın yeryüzüne hiç gelmediğini dile getiriyordunuz,” dedi Berlioz’a yeşil sol gözüyle bakarak.
“Hayır, yanlış duymadınız,” diye yanıtladı Berlioz da saygıyla, “özellikle bundan bahsediyordum.”
“Ooo, ne kadar ilginç!” diye haykırdı ecnebi heyecanla.
“Bu da nereden çıktı şimdi?” diye düşündü Bezdomnıy ve suratını astı.
“Peki siz de muhatabınızın söylediklerine katılıyor musunuz?” diye sordu yabancı, sağ yanındaki Bezdomnıy’a dönerek.
“Hem de yüzde yüz,” diye onayladı abartılı ve mecazi konuşmayı seven Bezdomnıy.
“Çok güzel!” diye haykırdı yeniden davetsiz sohbet arkadaşı ve nedense çevresine hırsızlar gibi bakınıp sesini azaltarak devam etti. “Sırnaşıklığımı bağışlayın ama anladığım kadarıyla, diğer şeylerin yanı sıra siz Tanrı’ya da inanmıyorsunuz?” Gözlerinde korku ifadesiyle ekledi: “Söz, kimseye söylemem.”
…
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Roman (Yabancı)
- Kitap AdıUsta ile Margarita
- Sayfa Sayısı488
- YazarMihail Bulgakov
- ISBN9789750758324
- Boyutlar, Kapak12,5x19,5 cm, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Emma ~ Jane Austen
Emma
Jane Austen
Jane Austen 1815’te 39 yaşındayken tamamladığı Emma’nın en sevdiği romanı olduğunu söyler. Bir taşra kasabasında yaşayan ve iyi bir çöpçatan olduğunu düşünen Emma’nın gerçek...
- Üç Yanlış Üç Ceset ~ Agatha Christie
Üç Yanlış Üç Ceset
Agatha Christie
Öğrencilerin kaldığı bir pansiyonda patlak veren hırsızlık olayı Hercule Poirot için hiç de ilgi çekici bir durum değildir. Başlangıçta basit bir hırsızlık gibi görünen...
- Abaddon Geçidi – Enginlik Serisi 3. Kitap ~ James S.A. Corey
Abaddon Geçidi – Enginlik Serisi 3. Kitap
James S.A. Corey
Son yılların en iyi uzay macerası olarak gösterilen Enginlik serisi eşsiz yolculuğuna devam ediyor. “Serinin şu ana kadarki en iyi kitabı.” –Publishers Weekly Son...