Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Ahlak Felsefesinde Tanrı Nerede?
Ahlak Felsefesinde Tanrı Nerede?

Ahlak Felsefesinde Tanrı Nerede?

Cemre Demirel

Tanrı’nın var olmasının ya da var olmamasının yol açacağı bazı sonuçlar vardır. Elinizdeki kitap, ahlak alanında Tanrı’nın var olup olmamasının ne gibi farklara yol açtığını ya da bir farka yol açıp açmadığını incelemektedir.

Tanrı’nın var olmasının ya da var olmamasının yol açacağı bazı sonuçlar vardır. Elinizdeki kitap, ahlak alanında Tanrı’nın var olup olmamasının ne gibi farklara yol açtığını ya da bir farka yol açıp açmadığını incelemektedir. Kitabın “Tanrı vardır” ya da “Objektif ahlak vardır” gibi iddiaları yoktur. Ancak iddiam, objektif bir ahlakın varlığının ancak Tanrı ile mümkün olabildiği ve bu ahlakın insanlar üzerindeki bağlayıcılığının (rasyonel temelinin) ancak ilahi adalet vadeden bir Tanrı ile mümkün olabildiğidir.

Bu durumda insanlığın önünde ancak iki makul seçenek bulunmaktadır: Teizm ya da ahlaki nihilizm.

Bunun dışında kalan seküler objektif ahlak teorileri hem Tanrı’yı oyunun dışında tutup hem de içi boşalan ahlaki kavramları hâlâ bir manaya sahiplermiş gibi kullanmaktadırlar. Fakat Tanrısız objektif bir ahlakın olduğu iddiası meşru bir zemine dayanmamaktadır ve keyfi bir iddiadır. Tanrı yoksa bizi bekleyen yegâne seçenek, objektif bir ahlakın var olmadığını savunan ahlaki nihilizmdir. Zira eğer Tanrı yoksa, ahlak şans eseri geliştirdiğimiz evrimsel bir adaptasyondur. Bu durumda ahlak ve iyi-kötü gibi ahlaki kavramlar kendinde bir değere sahip olmayan sosyal fenomenlerdir. Zira Tanrı yoksa ahlak, zeki bir hayvan türü olan insanın kendini haddinden fazla kaptırdığı bir illüzyondur.

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ……………………………………………………………………………………………..7
GİRİŞ………………………………………………………………………………………………..9
I. BÖLÜM
AHLAKIN ONTOLOJİK TEMELİ
1.1. Ahlaki Değerler………………………………………………………………………….23
1.2. Ahlaki Görevler……………………………………………………………………….. 48
1.4. Ahlakın Temellendirilmesi…………………………………………………………57
1.4. Bilişselcilik ve Gayrıbilişselcilik…………………………………………………62
II. BÖLÜM
AHLAKI TEMELLENDİRME İDDİASINDAKİ
METAETİK TEORİLER
2.1. Ahlakın Tanrı Olmadan da Temellendirilebileceğini
İddia Eden Metaetik Görüşler…………………………………………………….65
2.1.1. Ahlaki Realizm…………………………………………………………………. 66
2.1.1.1. Ahlaki Natüralizm………………………………………………………..81
2.1.1.1.1. Olgu/Değer ve Olan/Olması Gereken Ayrımları………85
2.1.1.1.2. Moore ve Açık Soru Argümanı…………………………….107
2.1.1.1.3. Bağlılık Prensibi…………………………………………………..116
2.1.1.1.4. Tutumluluk Eleştirisi…………………………………………….128
2.1.1.1.5. Ahlaki Realizm Karşıtı Evrimsel Argümanlar……….131
2.1.1.1.6. Ahlaki Natüralizm Hakkında Genel Değerlendirme……152
2.1.1.2. Ahlaki Nonnatüralizm………………………………………………..156
2.1.1.2.1. Erik Wielenberg ve Güçlü Ahlaki Realizm……………158
2.1.1.2.2. Ahlaki Sezgicilik…………………………………………………166
2.1.1.2.3. Ahlaki Nonnatüralizm Hakkında
Genel Değerlendirme…………………………………………..179
2.1.2. Metaetik İnşacılık……………………………………………………………..182
2.1.2.1. Kantçı Metaetik İnşacılık……………………………………………188
2.1.2.2. Humecu Metaetik İnşacılık……………………………………….. 205
2.2. Ahlakın Ancak Tanrı ile Temellendirilebileceğini İddia Eden
İlahi Buyruk Teorisi……………………………………………………………….. 209
2.2.1 Euthyphron İkilemi……………………………………………………………216
2.2.2 Klasik İlahi Buyruk Teorisi………………………………………………..219
2.2.3 Kısıtlı İlahi Buyruk Teorisi………………………………………………. 224
2.2.4 Tanrı’nın Doğası………………………………………………………………..231
2.2.5 İlahi Buyruk Teorisi Aleyhindeki Diğer Eleştiriler………………238
2.2.5.1. Tanrı’nın Gerekçeleri İtirazı………………………………………..238
2.2.5.2. Tanrı’ya Niçin İtaat Etmeliyiz?……………………………………241
2.2.5.3. Olan/Olması Gereken Problemi…………………………………..245
2.2.5.4. Otonomluk İtirazı…………………………………………………….. 246
2.2.5.5. Karamazov İtirazı………………………………………………………251
2.2.5.6. İbrahim ve İsmail Kıssası İtirazı…………………………………253
2.2.6. İlahi Buyruk Teorisi Aleyhindeki Epistemolojik Eleştiriler….259
2.2.6.1. ‘İyi’nin Ön Bilgisi İtirazı…………………………………………… 264
2.2.6.2. Tanrı’nın Emirlerinin Gereksiz Olduğu İtirazı……………..265
2.2.6.3. Hangi Dinin Hangi Yorumu Doğru?……………………………267
2.3 Ahlakın Ontolojik Temeli Hakkında Nihai Değerlendirme………….269
III. BÖLÜM
AHLAKIN BAĞLAYICILIĞI
3.1. “Sadece-iyi” ve “Benim-için-iyi”………………………………………………287
3.2. Niçin Ahlaklı Olmalıyım?………………………………………………………..292
3.2.1. “Niçin Ahlaklı Olmalıyım?” Sorusunun Kapsamı……………….293
3.2.2. “Niçin Ahlaklı Olmalıyım?” Sorusu Anlamsız mı?…………….295
3.3. Ahlak ve Rasyonellik İlişkisi…………………………………………………… 299
3.4. Ahlak ve İyi Hayat İlişkisi………………………………………………………..305
3.5. Rasyonel Gerekçe…………………………………………………………………….310
3.5.1.. Rasyonel Gerekçeler Hakkında İçselci ve
Dışsalcı Yaklaşımlar…………………………………………………………315
3.6. Ahlakın Yaptırım Gücü ve Rasyonel Otoritesi…………………………..325
IV. BÖLÜM
AHLAKIN BAĞLAYICI OLDUĞU
İDDİASINDAKİ AHLAKİ TEORİLER
4.1. Erdem Etiği……………………………………………………………………………..333
4.2. Sözleşmeci Etik……………………………………………………………………….359
4.2.1. Hobbesçu Toplumsal Sözleşme…………………………………………..363
4.2.2. David Gauthier’in Sözleşme Ahlakı…………………………………. 366
4.3. Ahlaki Egoizm…………………………………………………………………………382
4.4. Teizm………………………………………………………………………………………386
SONUÇ…………………………………………………………………………………………393
KAYNAKÇA…………………………………………………………………………………398

ÖNSÖZ

Genellikle Descartes’tan başlatılan modern dönemden itibaren ahlak ile Tanrı’nın arası açılmış ve çok sayıda seküler ahlaki teori geliştirilmiştir. Ne var ki Tanrı devreden çıkarıldığında objektif ahlakın ontolojik temeli, ahiret devreden çıkarıldığında ise ahlakın rasyonel temeli (veya bağlayıcılığı) tam anlamıyla tesis edilememektedir. Bilimsel gelişmeler, insanın ve evrenin bir gayesi olmadığını, dolayısıyla insanın sahici bir objektif ahlaka sahip olamayacağını örtük olarak işaret etmektedir. En basitinden Kopernik ile birlikte Dünya’nın evrenin merkezinde olmadığı, Darwin ile insanın kazalar sonucu oluşmuş bir hayvan türü olduğu anlaşılmıştır. Bu tabloda, eğer Tanrı yoksa, insana özel bir yer atfetmek ve insanın objektif ahlaki değerlere ve görevlere sahip olduğunu iddia etmek ancak hoş bir temenni gibi durmaktadır.

Çalışmamın amacı Tanrı’nın varlığını ya da objektif bir ahlakın varlığını ispat etmek değildir. Amacım, objektif bir ahlakın ontolojisinin ve bağlayıcılığının ancak Tanrı ile mümkün olduğunu göstermektir. Yani Tanrı’nın olmadığını ve dolayısıyla objektif bir ahlakın da var olmadığını savunan ahlaki nihilist görüşler de çalışmam tarafından teizm kadar makul bulunmuştur. Ancak karşı olduğum görüş, Tanrı olmadan da insanın objektif ahlaka, değerlere ve görevlere sahip olabileceğini iddia eden seküler etik anlayışlarıdır. Ontoloji konusundaki iddiam, eğer Tanrı yoksa ahlakın objektif bir temele yaslanamayacağı ve sahici bir varlığa sahip olamayacağıdır.

Ahlaki ontolojiden sonra üzerinde durduğum husus ahlakın bağlayıcılığı olmuştur, yani ahlaklı biri olmak için sahip olduğumuz rasyonel gerekçelerin ne olduğu. Bu hususta da ancak ilahi adalet vadeden bir Tanrı varsa ahlakın herkes için her zaman bağlayıcı olduğunu savundum. Ontolojideki tavrıma paralel olarak, Tanrı’nın var olmadığını ve dolayısıyla ahlakın herkes için her zaman bağlayıcı olmadığını savunan görüşler de çalışmamca makul bulunmuştur. Ancak karşı çıktığım ahlaki teoriler; hem Tanrı’yı devre dışı bırakan hem de ahlakın herkes için her zaman rasyonel gerekçeler temin ettiğini savunan seküler ahlak teorileri olmuştur.

Tanrı’nın varlığının ve yokluğunun getireceği bazı sonuçlar vardır. Amacım, Tanrı’yı devreden çıkardığımızda ve natüralizmi benimsediğimizde, bizi ahlak alanında nelerin beklediğini göstermektir. Emreden ve ilahi adalet vadeden bir Tanrı, objektif ahlakın hem ontolojik temelini hem de rasyonel temelini (bağlayıcılığını) temin edebilmektedir. Hiçbir seküler ahlaki teori, bu iki temeli sağlayabilme başarısını gösterememektedir.

Bu çalışma, “İlahi Buyruk Teorisi Ekseninde Objektif Ahlakın Temeli ve Bağlayıcılığı” isimli doktora tezimin düzenlenerek kitaplaştırılmış hâlidir. Esasen bir doktora tezi olması sebebiyle ahlak felsefesine aşina olmayan bir okuyucu için yer yer anlaması zor olsa da, hem işlediğim terimleri muhakkak defaatle açıklamam ve hem de ilk başta yabancı gelen terimlerin sık sık kullanılmasından ötürü kitabın her sabırlı okuyucu için büyük oranda anlaşılır olduğunu düşünüyorum.

Son olarak, tez danışmanım Prof. Dr. Mehmet Günenç’e hem çalışmamda bana sunduğu özgürlük için hem de yeri geldiğinde ufuk açan eleştirilerini sakınmadığı için büyük teşekkür borçluyum. Tez komitemde bulunan Prof. Dr. Rahim Acar ve metaetik konusundaki derin birikimiyle bana sıkça yardımcı olan Doç. Dr. Necati Murad Omay’a da en içten teşekkürlerimi sunarım. İstanbul Üniversitesi felsefe bölüm başkanı Prof. Dr. Cengiz Çakmak’a da bana vermiş olduğu manevi destekten ve samimiyetinden ötürü büyük teşekkür borçluyum.

Cemre Demirel

İstanbul, 2023

GİRİŞ

Bu çalışmanın konusu olan sorulardan bazıları şunlardır: “Ahlakın temeli nereden gelir?”, “Tanrı olmadan da objektif bir ahlaktan söz edebilir miyiz?”, “Ahlak, kör bir evrimin sonucunda tesadüfen oluşmuş sosyal bir inşa ise sahici bir gerçekliğe sahip olabilir mi?”, “Ahlakın oluşumu, aslında sadece azı dişlerimizin oluşumu gibi doğal süreçlere atıf yaparak açıklanabilecekken biz mi ona derin anlamlar yüklemekteyiz?”, “Peki ya ahlak, bir azı dişi değil de, yirmi yaş dişi gibi bir artık organsa ve artık ona ihtiyacımız yoksa? Hatta ya artık bize zarar veriyorsa ve terk edilmeliyse?”, “Niçin kendime ahlaki bir görüş benimsemeliyim?”, “Niçin ahlaklı olmalıyım?”, “İyi olmak için rasyonel gerekçelerim nelerdir?”, “İyi bir insan olmak sadece duygusallık mıdır?”, “Tanrı yoksa her şey mubah mıdır?”.

Bu soruların en az bir tanesini, yaşamış ve yaşamakta olan insanların tamamına yakınının ömürleri boyunca kendilerine en az bir defa sormuş olması kuvvetle muhtemeldir. Wittgenstein, bu gibi metafizik soruların teknik manada anlamsız olduklarını söylese de, tüm metafizik karşıtlığına rağmen bunların hayatın sahici problemleri olduğunu ve bu gibi temel sorulara dokunmadan yapılan felsefenin doğru felsefe olsa bile insanı tatmin etmeyeceğini söyleyerek, bunların insanın en derinindeki can yakıcı sorular olduklarını kabul eder1 . Bu çalışmada konu alınan soruların soru bile olmadığı, dolayısıyla cevabının da olmadığı hususunda Wittgenstein ile doğal olarak ayrılığa düşsem de, bunların önemli ve can yakan sorular oldukları noktasında onunla hemfikirim. Ahlakın temelinin ve bağlayıcılığının olup olmadığı ve varsa bunların Tanrı ile ilişkisinin ne olduğu sorunlarının hayat ile doğrudan ilişkili olmasının çalışmamdaki en büyük motivasyon kaynağı olduğunu belirtmekte fayda görüyorum.

Batı felsefe tarihine bakıldığında Orta Çağ’da yalnızca ahlak anlayışının değil, tüm felsefenin Hristiyan teolojisinin boyunduruğu altında olduğu görülmektedir. Bu paradigmanın etkisi altındaki Orta Çağ Batı düşüncesinde ve aynı zamanda altın çağını yaşamakta olan 8-13. yüzyıl İslam felsefesinde ahlak ile din arasında sıkı bir birliktelik vardır. St. Augustinus, Duns Scotus, Ockhamlı William gibi önemli Hristiyan filozoflar ve İslam coğrafyasındaki Eşari ekolü, aralarındaki yorum farklarına rağmen ahlakın dayanağının Tanrı’nın emirleri olduğu noktasında görüş birliği halinde olmuşlardır2 . İlahi buyruk teorisi denilen bu pozisyonu benimseyen düşünürlere göre bir eylem ancak Tanrı tarafından emredildiyse doğru ve Tanrı tarafından yasaklandıysa yanlış olarak adlandırılabilir3 . Eğer böyle bir Tanrı yoksa eylemlerimiz ahlaki içerik bakımından boş ve değersizdir. Yani ahlak, Tanrı’nın iradesine ve/ veya emirlerine dayanmaktadır. Diğer taraftan Thomas Aquinas ve bir diğer İslam ekolü Mutezile, ilahi buyruk teorisine karşı çıkmışlar ama yine Tanrı’ya dayanan bir doğal yasa anlayışını benimsemişlerdir4 . Bu anlayışa göre bir şeyin doğru ya da yanlış olması Tanrı’nın onu emretmesinden bağımsızdır. Ancak seküler bir doğal yasa anlayışını benimsemeyen Aquinas ve Mutezile için de insanı ve tüm doğayı yaratan Tanrı, bu doğal yasayı zaten en başta sisteme yerleştirmiştir. Dolayısıyla ahlakı keşfedecek olan insanın aklı olsa bile bu ahlakın Tanrı’dan tamamen bir bağımsızlığı söz konusu olmayıp, ahlak hâlen Tanrı ile temellendirilmektedir. Sebepleri ileride açıklanacağı üzere ahlakı Tanrı ile temellendiren teorilerden yalnızca ilahi buyruk teorileri üzerinde durulacaktır.

Batı düşüncesinde modern döneme gelindiğinde, halk arasındaki ahlak anlayışı olmasa da ahlak felsefesi artık Tanrı’dan bağımsızlığını ilan etmeye başlamıştır. Gerek Rönesans’ın getirdiği insan merkezci hümanizm düşüncesi, fakat en çok da insanın evrenin merkezinde olmadığını gösteren Kopernik’in Güneş merkezli evren modeli, tüm felsefe ile birlikte etiğin de Tanrı merkezcilikten kopuşunun ilk adımları olmuştur.

İlk başta Britanya’da Francis Bacon ahlakı bilimsel yöntem ve gelişim ile, Thomas Hobbes ise kişisel çıkar ile temellendirmeye çalışmıştır. Ahlakın dinden bağımsızlığını ilan edişi hususunda en kesin darbe ise kartezyen felsefesiyle Descartes’tan gelmiş, bilimin ve dinin birbirlerinden tamamen ayrı alanlar olduğu artık kabul görmüştür. Dinden bağımsız, nesnel ve sahici temele sahip bir ahlak felsefesi geliştirme çabaları modern dönemden sonra gelen aydınlanma döneminde de devam etmiştir. Aydınlanma filozofları David Hume ve Adam Smith ahlakı duygu ve empati ile, Jeremy Bentham ve John Stuart Mill toplumun faydası ile, Kant pratik akıl ile bir temele oturtmaya çalışmışlardır. Çağdaş dönemde Neo-Aristotelesçilik ve erdem etiği, ahlaki egoizm, altruist (diğerkâm) ahlak, evrimci ahlak; ahlakı doğal temellere oturtmaya çalışırken, sezgicilik ve rasyonalizm akımları da natüralist olmayan fakat yine Tanrı’dan bağımsız temellere sahip Neo-Platoncu ahlak felsefeleri sunmuşlardır.

Fakat Descartes’tan günümüze kadar süren bu modern hareket, patlamaya hazır bir dinamiti de beraberinde taşımıştır. Zira modern dönemde Tanrı merkezcilik yerine getirilen insan merkezci düşünce anlayışını; insanın evrende hiç de merkezi bir yeri olmadığını gösteren Kepler ve Kopernikçi astronomi anlayışıyla ve insanın özgürlüğünü elinden alan deterministmekanist fizik anlayışıyla birlikte aynı anda sürdürebilmek güçtür. İnsana özel bir konum atfetmenin bilimsel gelişmeler sebebiyle zorlaştığı bu çelişkili süreç, Newton’un evrendeki determinizmi ve mekanizmi adeta ispatlaması, çok sonraları Freud’un insanın kendisine bile hükmetmekten aciz olduğunu ileri sürmesi ve nihayet Darwin’in insanın tesadüfi mutasyonlarla oluşan, hayvandan farksız sıradan bir organizma olduğunu göstermesiyle birlikte sürdürülmesi adeta imkânsız hale gelmiştir. Tanrı’yı devre dışı bıraktıktan sonra, bahsedilen bilimsel veriler ışığında insanın asli ve aşkın bir değerinin olabileceğini söylemek zordur. Ortada her türlü değerden ve gayeden noksan bir insan tablosu vardır. Dolayısıyla 19. ve 20. yüzyıllarda Nietzsche, Sartre, Camus, Heidegger, Jaspers gibi filozoflarca savunulan varoluşçuluğun yükselişi ve insanın aşkın bir anlamının olmadığı, ilk başta yapılması gerekenin bu anlamsızlığın kabullenilmesi gerektiği düşüncesinin popülerleşmesi hiç de rastgele bir sürecin sonucu değildir.

Varoluşun özden önce geldiğini söyleyen Sartre, bu sözüyle insana verili hiçbir değer ve misyon olmadığını, insanın sadece var olduğunu ve insanın bu özünü kendisinin inşa etmesi gerektiğini dile getirir. Bu değer inşası ise elbette objektif değildir ve birnevi illüzyondur. Varoluşçuluk Hümanizmdir adlı manifestosunda Sartre, Tanrı’nın olmamasının arzulanır bir şey olmadığını, zira Tanrı olmadan ‘iyi’nin de var olamayacağını şu şekilde açıklar: “Varoluşçular Tanrı’nın artık var olmamasını rahatsız edici bulur … (Tanrısız) Artık hiçbir a priori iyi var olamaz zira onu kavrayabilen sonsuz ve kusursuz bir bilinç kalmamıştır. Sırf insanlar tarafından paylaşılan bir uçakta olduğumuz için; iyinin var olduğu, dürüst olmamız veya yalan söylemememiz gerektiği hiçbir yerde yazılı değildir” . Sartre, Dostoyevski’nin “Tanrı yoksa her şey mubahtır” sözünü alıntılayıp onaylayarak, bu sözün varoluşçuluğun başlangıç noktası olduğunu ve Tanrı olmaksızın eylemlerimize rehber ya da mazeret olabilecek hiçbir değerin olamayacağını savunur . Sartre burada Tanrı’nın olmaması durumunda yalnızca ahlakın bir temele sahip olamayacağını söylemekle kalmaz, aynı zamanda ahlakın insanlar üzerinde hiçbir bağlayıcılığının da kalmayacağını kabul eder. Yani ahlakın hem ontolojisi hem de insan üzerindeki bağlayıcılığı Tanrı’ya endekslidir, eğer Tanrı yoksa bu kavramların hepsinin içi boştur.

Öbür taraftan, yine ahlakın ancak Tanrı varsa temellendirilebileceğini ve üzerimizde yükümlülük oluşturabileceğini söyleyen ilahi buyruk teorisi, Tanrı’nın merkeziliğinin gözden düşmeye başladığı modern dönemden 20. yüzyılın son çeyreğine dek yüzlerce yıl süren bir uykuya dalmıştır. Bu uyku, Robert Adams’ın 1973’teki A Modified Divine Command Theory of Ethical Wrongness ve 1976’daki Divine Command Metaethics Modified Again adlı modifiye edilmiş bir ilahi buyruk teorisini savunduğu ses getiren makaleleri ve Philip Quinn’in 1978’de yayınladığı Divine Command and Moral Requirements adlı kitabıyla bozulmuş ve ilahi buyruk teorisi C. Stephen Evans, John Hare, Janine Marie Idziak gibi başka filozoflarca da yeniden geliştirilmiştir. Günümüzde ilahi buyruk teorisi yeniden ahlak felsefesinin hareketli bir konusu haline gelmiştir ve hem modern hem de aydınlanma düşüncesinin miras bıraktığı açmaz düşünülünce bu gelişmenin geç bile gerçekleştiği söylenebilir. İnsanın ve hayatın varoluşunun anlamı bu çalışmanın doğrudan konusu değildir fakat bu anlamsızlık probleminin ahlak ve değer alanında da yeni arayışlara ya da eski fikirlerin yeniden gözden geçirilmesine yol açması son derece olağandır. Öyle ki varoluşu tümden anlamsız olan, her tür amaçtan ve değerden yoksun olan insanın, cımbızla seçilerek bir tek ahlakının ve iyi-kötü algısının bir anlama, sahici varoluşa sahip olduğunu iddia etmek tamamen keyfi bir tavır olacaktır. Değerleri de kapsayan bir felsefe kolu olan etik, hayatın anlamının olup olmadığı ya da ne olduğu sorularıyla sıkı sıkıya ilişki halindedir. O sebeple ahlakın temellendirilmesi probleminin, hayatın anlamına ilişkin de güçlü imaları vardır.

Bölümün başında sorduğumuz sorular, tüm bu gelişmeler akılda bulundurulduğunda daha da anlam kazanmaktadır. Gelişigüzel süreçlerle işleyen bir evrendeki başıboş insanın, objektif iyinin ve objektif kötünün varlığını temellendirebilmesi mümkün müdür? Peki, iyi ve kötü temellendirilse dahi, niçin ahlaklı olmalıyım? İyi olmak da zengin olmak ya da haz peşinde koşmak gibi sıradan bir hayat amacı değil midir? İyi olmayı diğer amaçlara üstün kılan nedir? İyi olmanın bana zarar verdiği bir senaryoda bile iyi olmak, niçin sorumluluğum olsun?

Esasen tüm bu sorular yalnızca iki soruya indirgenebilir ve bizim de çalışmamızda ele alacağımız iki ana soru şunlar olacaktır: 1- Ahlakın temeli nedir? 2- Ahlakın bağlayıcılığı nereden gelir? Bu iki soruyu sırasıyla şu şekilde genişleterek sormak da mümkündür: 1a- Objektif ahlaki değerler ve görevler nereden gelir? Eğer objektif değerler ve görevler varsa, bunları belirlemenin kriteri (standardı) nedir? Yani iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı hangi standart ile belirleyeceğiz? 2aEğer objektif ahlaki değerler ve görevler varsalar bile, bunlara uymam için her zaman rasyonel gerekçem var mıdır? Niçin kötü ama güçlü biri olmayı, iyi ama güçsüz biri olmaya tercih etmeyeyim? Ahlakın benim üzerindeki bu bağlayıcılığı nereden gelmektedir?

Eğer objektif ahlaki görevler varsa ve bu görevlere uymak için rasyonel gerekçelerimiz varsa, ancak o zaman bu ahlakın üzerimizde bir bağlayıcılığının olduğundan söz etmek mümkündür. Yani bu çalışmanın iki ana amacı somut bir örnek üzerinden şu şekilde anlatılabilir: Öncelikle “yardımseverlik iyidir” yargısındaki yardımseverliğin insanların istek ve arzuları dışında objektif bir değere hangi zeminde sahip olabileceği soruşturulacaktır. Ardından da yardımseverlik gerçekten objektif bir değere sahipse bile bunun yardımsever olmamız için bize rasyonel gerekçeler sunup sunmadığı, bizim üzerimizde bir bağlayıcılık kurup kurmadığı soruşturulacaktır. Yani önce ‘sadece iyi’ (good, period), sonrasında ise ‘benim için iyi’ (good for) kavramları incelenecek, hangi ahlaki görüşün bu iki kavramı da temellendirebildiği tespit edilmeye çalışılacaktır. Bir başka deyişle çalışmamızın ilk yarısı teorik aklın, ikincisi yarısı ise pratik aklın alanına girmektedir.

Özetle, dört bölümden oluşan çalışmamın ilk iki bölümünde ahlakın temellendirilmesinin ne anlama geldiği anlatılacak, ardından ilahi buyruk teorisiyle birlikte ahlakı temellendirmeye çalışan metaetik teoriler sunulup, aralarında bir kıyaslama yapılacaktır. Çalışmamın ilk iki bölümü objektif ahlakın ancak hangi koşullarda var olabileceğini, yani ahlakın ontolojisini konu almaktadır.

Çalışmamın son iki bölümünde ise, gerçekten objektif bir ahlak varsa bile, bu ahlakın benim üzerimde bağlayıcı olup olmadığını sorgulayacak ve pratik felsefeye geçiş yapacağız. Zira ahlaki değerler ve görevler var olsalar bile, bu gerçeklik tek başına bana ahlaklı olmam için rasyonel gerekçe sunmamaktadır. Çıkarlarımla çatışması durumunda niçin ahlaklı olanı seçmem gerektiğine dair elimde rasyonel gerekçelerim olmalıdır.

Bu çalışmanın amacı asla hangi ahlaki görüşü veya dini inancı benimseyenlerin daha ahlaklı olduklarını soruşturmak değildir. İlahi buyruk teorisi, teistlerin diğer inanca sahip insanlardan daha ahlaklı olduğuna dair hiçbir ima taşımaz. O sadece ahlakın dayanağı ve bağlayıcılığı konuları üzerine felsefi ve metaetik bir görüştür. Metaetik ise iyi ve kötü kavramlarımızın dayanağına dair soyut bir sorgulamadır.

Meşhur bir kötü örnek olarak, liberalizmin kurucu babası olarak kabul edilen ve buna bağlı olarak toplumdaki farklı gruplara ve çok sesliliğe hoşgörü gösterilmesi gerektiğini savunan John Locke; Protestanları, Ortodoksları ve Yahudileri hoşgörü gösterilmesi gereken dini gruplar olarak gösterirken, bu listeden Katolikleri ve ateistleri dışlar . Katolikleri Papa tarafından yönetilen ve toplum adına potansiyel tehlike arz eden ajanlar olarak gören Locke, esasen siyasi motivasyonlarla onları hoşgörü listesinin dışında bırakır. Ancak Locke, ahlakın sahici temelinin Tanrı’nın iradesi olduğunu söyleyerek ateistleri böyle bir ahlaki temele sahip olmadıkları için güvenilmez kişiler olarak addeder ve onları da hoşgörü listesinin dışında bırakır . Locke’un dönemin siyasi koşullarının ve belki de kişisel inançlarının etkisiyle dile getirdiği bu görüşleri, hiçbir şekilde ilahi buyruk teorisince ima edilmemektedir. İlahi buyruk teorisi Katoliklik de dahil olmak üzere teizmin (en azından İbrahimi dinlerin), ahlaki bir temele sahip olduğunu, bunun dışında kalan seküler ahlaki teorilerin ise bu temele sahip olmadıklarını iddia eder. Ancak bu, pratikte bir ateistin bir Müslümandan daha ahlaklı olamayacağı anlamına gelmemektedir. Böyle bir yanlış kanaat çok yaygın olduğu için, ilahi buyruk teorisini anlatan çağdaş filozoflar yayınlarında ya da konuşmalarında bu duruma sıklıkla açıklık getirmek zorunda kalmaktadırlar, tıpkı şu an yapıldığı gibi. Özetle ilahi buyruk teorisi “Tanrı’ya inanmayan birisi iyi olamaz” demez ancak “Tanrı yoksa iyilik mümkün değildir” der.

Ayrıca ilahi buyruk teorisi, yine öyle ima ettiği zannedilse de Tanrı’nın varlığı hakkında da bir iddiada bulunmaz. O, evrensel ve objektif bir ahlakın ancak emreden Tanrı varsa sahici bir zemine oturtulabileceğini söyler ve bununla uyumlu olarak; Tanrı’nın olmadığını ve dolayısıyla evrensel ve objektif bir ahlakın var olmadığını savunmanın da diğer bir makul seçenek olduğunu söyler. Bu durumda denilebilir ki hem bir ahlaki nihilist olmak hem de ilahi buyruk teorisini kabul etmek mümkündür. Yani, Tanrı’ya inanmayan birisi de objektif bir ahlakın ancak Tanrı ile mümkün olabileceğini onaylayarak ilahi buyruk teorisini destekleyebilir, ancak ne var ki Tanrı olmadığı için objektif ahlakın olmadığını söyleyebilir. İlahi buyruk teorisi, herhangi bir dinin ya da inancın tekelinde olmayan bir metaetik görüştür. Bunun tarihi delili olarak da ilahi buyruk teorisini savunan Hristiyan filozoflardan Scotus ile ona karşı çıkan bir başka Hristiyan filozof Aquinas’ı ve ilahi buyruğu savunan Müslüman ekollerden Eşari ile ona muhalif olan Mutezile arasındaki tartışmaları gösterebilirim.

Ahlak felsefesi genellikle metaetik, normatif etik ve uygulamalı etik şeklinde üç ana dala ayrılır. Bunlardan uygulamalı etik; idam cezası, kürtaj, ötenazi, çevre etiği, cinsel etik gibi insanlar arasında ihtilaflı ve genellikle güncel meseleleri konu alan pratik bir etik dalıdır ve bu çalışmanın dışındadır. Normatif etik ise, neyin iyi neyin kötü olduğunu belirlemekle uğraşan ve yargı bildiren “-meli, -malı” cümlelerini gerekçelendirmeye çalışan etik dalıdır11. Örneğin “Cömertlik iyidir”, “Çocuklara işkence etmek yanlıştır”, “Yalan söylememelisin” gibi ahlaki yargılar normatiftirler. Daha da açmak gerekirse normatif etik, insanların eylemlerini, yargılarını ve nasıl yaşamaları gerektiğini belirlemeye -ve tabi bunları gerekçelendirmeye- çalışan ahlak felsefesi dalıdır12. Normatif etik, “Ahlaki erdemler nelerdir?”, “Nasıl erdemli olabilirim?” gibi daha somut olan “birinci düzen” sorularla ilgilenirken, ahlaka kuşbakışı bakan metaetik daha da temeldeki “Erdem nedir?”, “Niçin erdemli olmalıyım?” gibi daha soyut olan “ikinci düzen” sorularla ilgilenir13. Michael Smith’in ifadesiyle metaetik “Yolda bulduğum cüzdanı geri vermeli miyim?” gibi normatif sorularla ilgilenmez ancak bu sorular hakkındaki sorularla ilgilenir14. Normatifliğin de gerisinde yatan sebeplerle uğraşan metaetik, normatif etik gibi insanlara direkt olarak nasıl yaşamaları gerektiğini ya da neyin iyi neyin kötü olduğunu söylemekle ilgilenmez, bunun yerine normatifliğin mümkün olup olmadığını, iyinin olup olmadığını, eğer varsa meşru zemininin ne olduğunu sorgular. Dolayısıyla bu çalışmanın da kapsamının metaetik olduğunu belirtmek gerekir.

20. yüzyılda George Edward Moore ile analitik ahlak felsefesinin ana kolu haline gelen metaetiğin yükselişiyle birlikte normatif etik gözden düşmeye başlamıştır. Fakat metaetik ile normatif etik arasındaki çizgi her zaman keskin olmak durumunda değildir15. Öyle ki, normatif ahlak felsefelerinin de arka planda bir metaetik görüşe yaslandıklarını söylemek mümkündür. Normatif ahlak felsefeleri genellikle erdem etiği, sonuççuluk ve deontoloji şeklinde üçe ayılır. Sırasıyla bu üç kolun temsilcilerinden Aristoteles, J. S. Mill ve Immanuel Kant sundukları normatif ahlak felsefelerini aynı zamanda gerekçelendirmeye de çalışmışlar ve ilerleyen bölümlerde daha detaylı bir şekilde gösterileceği üzere iyinin-kötünün temelinin nereden geldiği, ahlakın bağlayıcı olup olmadığı gibi sorulara cevaplar sunmuşlardır. Ciddi bir normatif ahlak kuramının, metaetik bir zemine yaslanmadan geliştirilmesi pek mümkün değildir. Zira bize emir veren bir ahlak felsefesinin sunduğu ahlaki yargı ve değerleri kabul etmeden önce onun meşru bir temele yaslanıp yaslanmadığını bilmek isteriz16. Bir başka deyişle iyinin ne olduğunu ve nereden geldiğini söylemeden insanlara iyilik yapmalarını emretmek akıl dışıdır.

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Kategori(ler) Din Etik-Ahlak Felsefe
  • Kitap AdıAhlak Felsefesinde Tanrı Nerede?
  • Sayfa Sayısı416
  • YazarCemre Demirel
  • ISBN9786057239723
  • Boyutlar, Kapak13.5 x 19.5 cm, Karton Kapak
  • YayıneviİSTANBUL YAYINEVİ / 2024

Yazarın Diğer Kitapları

  1. Bir Başka Din: Tasavvuf ~ Cemre DemirelBir Başka Din: Tasavvuf

    Bir Başka Din: Tasavvuf

    Cemre Demirel

    Söze, 'Bu kitabı Allah indirdi' diye başlasam ne tepki verirdiniz? Sanırım büyük çoğunluğunuz benim akli melekelerini yitirmiş birisi olduğumu, yahut meşhur olmak isteyen bir şarlatan olduğumu düşünürdünüz.

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur