Irmak boyunca ona talihsizliklerini anlatan eski kurtuluş ordusu subayları ve erlerine karşı öylesine cömert davranmıştı ki, Turbaco’ya geldiğinde yolculuk için elinde bulunan maddi olanaklarının ancak dörtte biri kalmıştı. Dahası, eyalet yönetiminin dibi delik kasasında elindeki ödeme emrini karşılayacak kadar para olup olmadığını, ya da hiç değilse onu bir tefeciye havale etme olanağını araştırması gerekecekti. Derhal Avrupa’ya yerleşebilmesi konusunda, onca iyilik yaptığı İngiltere’nin minnettarlığına güveniyordu…
Özlemlerine yaraşır bir dekor içinde, hizmetkârları ve en aza inmiş maiyetiyle birlikte yaşamını sürdürmek içinse Aroa Madenleri’ni satma hayaline güveniyordu. Bir “kurtarıcı”nın gerçek yaşamını dile getiriyor Márquez. Güney Amerika’yı İspanyol Amerika’sı olmaktan kurtarmaya, bağımsız, özgür yeni bir Amerika yaratmaya kendini adamış bir generalin ya da artık bitmiş bir diktatörün, yani Simón Bolívar’ın ölüme giden yolculuğunu, Magdalena Irmağı üzerinde yaptığı uzun ve son yolculuğu anlatıyor. Bu uzun seferi, geriye dönüşlerle, o benzersiz fantastik kurgu ve büyüleyici anlatımıyla işliyor.
Hizmetkârlarının içinde en kıdemlisi olan José Palacios, onu, banyo küvetinin kanı temizleyici suları içinde gözleri açık, çırılçıplak yüzer durumda bulduğunda, boğulduğunu sanmıştı. Gerçi böyle yatmasının, düşünceye dalmak için başvurduğu pek çok yoldan biri olduğunu biliyordu, ama suyun yüzünde öylesine hareketsiz duruyordu ki, artık bu dünyadan göçüp gitmiş birini andırıyordu daha çok. Yanına yaklaşmaya cesaret edemeden, günün ilk ışıklarıyla birlikte yola çıkabilmek için sabah saat beşten önce uyandırılması emrine uyarak, yavaşça seslendi ona. General, büyüden kurtulup baktığında, cam gibi berrak mavi gözleri, sincap tüyü rengindeki kıvırcık saçları ve kendine güvenli haliyle her günkü uşağının, elinde sakızlı gelincik çayı fincanıyla alacakaranlıkta karşısında durduğunu gördü. Güçsüz bir hareketle küvetin kulplarını kavradıktan sonra, bu derece sıska bir bedenden beklenmeyecek bir yunus sıçrayışıyla banyonun ilaçlı sularından çıkıverdi.
“Hadi gidelim,” dedi. “Hem de uçarak; madem bizi
burada kimse istemiyor.”
José Palacios, onun bu sözlerini o kadar çok, o kadar değişik durumlarda duymuştu ki, ahırlardaki yük hayvanları hazırlanmış, görevliler toplanmaya başlamış oldukları halde, doğruluğuna inanamıyordu daha. General’in şöyle bir kurulanmasına yardım ettikten sonra çıplak bedenine yüksek yaylalara özgü yünlü pançoyu geçiriverdi, çünkü ellerinin titremesinden fincan takırdıyordu. Daha aylar önce, Lima’daki Babil gecelerinden beri giymediği süet pantolonunu giydirirken, kilo kaybetmesinin yanı sıra boyunun da kısalmakta olduğunu fark etmişti.
Çıplaklığı bile bir değişikti; bedeni solgundu ama kafasıyla elleri güneşte çok kalmaktan yanmış gibiydi. Geçen temmuz ayında kırk altı yaşını bitirmişti, Karayipler’e özgü sert, kıvırcık saçları şimdiden kırlaşmıştı, vaktinden önce yaşlanmaktan kemikleri çarpılmıştı, her haliyle öylesine düşkün görünüyordu ki, gelecek temmuzu çıkaracağı bile kuşkulu gibiydi. Yine de durmadan dönüp dolaşıyor, güvenli tavırları yaşamdan daha az sille yemiş birininkileri andırıyordu. Buruşuk yer halısının üzerindeki kendi ıslak ayak izlerine basmamaya çalışarak elindeki kaynar gelincik demini, dilini kavururcasına beş yudumda içip bitirdi, sanki hayat iksirini içer gibiydi. Ama yakındaki katedralin kulesi saat beşi vurana dek tek söz etmedi.
“Bugün sekiz mayıs, cumartesi, bin sekiz yüz otuz, İngilizlerin, Jeanne d’Arc’ı ok yağmuruna tuttukları gün,” diye haber verdi uşağı. “Sabahın üçünden beri yağmur yağıyor.”
General, gırtlağında uykusuzluğun verdiği kuruluktan hâlâ kurtulamamış bir sesle şöyle yanıt verdi:
“On yedinci yüzyılın sabahının üçünden beri.” Sonra ekledi: “Horozları duymadım.”
“Burada horoz yok,” dedi José Palacios.
“Burada hiçbir şey yok. Kâfirlerin ülkesi burası.”
Santa Fe de Bogotá’da, uzaklardaki denizden iki bin altı yüz metre yüksekteydiler ve yerlerine iyi oturmamış pencerelerden içeri üfüren dondurucu rüzgârlara açık kupkuru duvarlarıyla kocaman yatak odası, kimsenin sağlığına uygun bir yer değildi.
José Palacios, tıraş sabunu şişesini, altın kaplamalı tıraş takımını tuvalet masasının mermerinin üstüne bıraktı. General’in yeterince ışık alabilmesi için kulplu küçük şamdanı aynanın yakınındaki çıkıntıya koydu, ayakları ısınsın diye de mangalı yaklaştırdı. Sonra her zaman onun için yeleğinin cebinde bulundurduğu, camları köşeli, ince gümüş çerçeveli gözlüğü uzattı ona. General gözlüğü alıp taktı, usturayı sol eliyle de sağ eli kadar beceriyle kulanarak –çünkü doğuştan her iki elini de aynı ustalıkla kullanabilirdi– hem de daha birkaç dakika önce fincanı bile doğru dürüst tutamayan elinin şaşırtıcı ustalığıyla tıraş oldu. Odanın içinde dönüp dolaşmasına ara vermeden el yordamıyla tıraşını bitirdi, çünkü kendi gözleriyle karşılaşmamak için aynadaki görüntüsüne yapabildiğince az bakmaya çalışıyordu. Sonra burnundaki, kulaklarındaki kılları çekip aldı, gümüş saplı ipek bir fırça kullanarak diş tozuyla dişlerini tertemiz fırçaladı, el ayak tırnaklarını kesip törpüledi, son olarak da pançoyu çıkararak koca bir şişe kolonyayı kendi üzerine boca edip yorgun düşünceye kadar her iki eliyle tüm bedenini ovdu. O sabah, günlük temizlik törenine her zamankinden daha çılgınca bir çabayla girişmişti, yararsız savaşlar, iktidardaki hayal kırıklıklarıyla geçen yirmi yılın birikiminden bedenini de ruhunu da temizlemeye çalışıyor gibiydi.
Bir gece önce son kabul ettiği ziyaretçi, ona âşık, ama ölümüne kadar peşinden gitmeyecek olan Quitolu vefakâr sevgilisi Manuela Sáenz olmuştu. Her zamanki gibi, General’in yokluğunda olup bitecek her şeyden onu harfi harfine haberli kılma emriyle geride kalıyordu; çünkü General uzun zamandan beri ondan başka hiç kimseye güvenmez olmuştu. Kendisine ait olmaktan başka hiçbir değeri bulunmayan bazı emanetlerle birlikte, en değerli kitaplarının bir bölümünü ve kişisel evrakının bulunduğu iki sandığı da ona bırakıyordu.
Bir gün önce, kısa süren resmî vedalaşmalarında ona şöyle demişti: “Seni çok seviyordum; ama şimdi her zamankinden daha akıllıca davranırsan daha da çok seveceğim.” Manuela, sekiz yıllık ateşli aşkları boyunca kendisine vermiş olduğu onca bağlılık yemininin bir yenisi olarak dinlemişti bu sözleri. Tüm tanıdıkları içinde ona inanan tek kişi Manuela idi. Bu kez gerçekten gidiyordu. Ama dönmesini umması için geçerli hiç değilse bir nedeni olan tek kişi de yine oydu.
Yola çıkmadan önce bir kez daha görüşmeyi düşünmüyorlardı. Ama ev sahibesi Doña Amalia onlara son bir kaçamak veda buluşması sağlamak istemiş, Yerli halkın yobazca önyargılarını hiçe sayarak Manuela’yı binici kılığıyla ahırların bulunduğu büyük kapıdan içeri almıştı. Gizli âşıklar olduklarından değil, çünkü ilişkilerini güpegündüz, hem de dedikodulara aldırmadan sürdürüyorlardı, ama ne pahasına olursa olsun evinin adını kötüye çıkarmamak için böyle yapmıştı Doña Amalia. General, ondan da fazla çekingendi, José Palacios’a, bitişik odaya açılan kapıyı kapatmamasını emretmişti, burası hizmetkârların geçmek zorunda oldukları, nöbetteki yaverlerin de ziyaret bittikten çok sonrasına kadar kâğıt oynadıkları bir yerdi.
Manuela iki saat boyunca ona kitap okumuştu. Yakın zamanlara kadar genç bir kadındı, ama sonradan kiloları yaşını aşmaya başlamıştı. Denizci piposu içer, askerlerin kullandığı mineçiçeği losyonu sürünür, erkek gibi giyinip askerlerin arasında dolaşırdı, ama kısık sesi aşk gecelerinde hâlâ bir hoştu. Hâlâ Genel Vali’nin armasını taşıyan bir koltuğa oturup küçük şamdanın yetersiz ışığında okuyordu; General de ev giysilerinin üstüne giydiği vikunya yününden pançosuyla yatağa sırtüstü uzanmış onu dinliyordu. Uyumadığı, yalnızca soluk alıp vermesinden anlaşılıyordu. Okuduğu kitap, Perulu Noé Calzadillas’ın “Milattan sonra 1826 yılında Lima’da dolaşan haber ve söylentilerin yorumu” idi; Manuela da onu, yazarın anlatımına uyan bir ses tonuyla okuyordu.
Sonraki bir saat boyunca, herkesin uyumakta olduğu evin içinde onun sesinden başka hiçbir şey duyulmaz olmuştu. Ancak son el oyundan sonra bir sürü erkek sesinin birden kahkaha koyuvermeleriyle holdeki köpekler huzursuzlanınca, General, kaygıdan çok merakla gözlerini açmış, Manuela da okuduğu sayfanın arasına başparmağını koyarak kucağındaki kitabı kapatmıştı.
“Dostlarınız,” demişti General’e. “Benim dostum yok,” diye karşılık vermişti General. “Birkaç tane kaldıysa da, herhalde, onlar da bitecektir.” “Ama işte orada, dışardalar, sizin öldürülmenizi önlemek için nöbet tutuyorlar.”
Tüm kentin bildiği şeyden General böyle haberli olmuştu işte: Kendisine karşı bir değil birçok suikast girişimi planlanmaktaydı, yandaşlarından artakalanlar da onları engellemek için nöbet tutuyorlardı. Giriş holü ile iç avlunun çevresindeki galerilere, hepsi de Venezuelalı olan hafif süvari ve muhafız alayı askerleri yerleştirilmişti; bunlar, Avrupa’ya gitmek üzere bir yelkenliye bineceği Cartagena de Indias limanına kadar kendisine eşlik edeceklerdi. Bunlardan ikisi, yatak odasının kapısı önünde yatmak üzere hasır şiltelerini yaymışlardı, Manuela okumasını kestiğinde yaverler bitişik odada kâğıt oynamaktaydılar, ancak ne idüğü belirsiz, farklı özelliklere sahip onca askerin arasında hiçbir şeyden emin olunacak zaman değildi bu. General, duyduğu kötü haberlere aldırmadan, okumayı sürdürmesi için Manuela’ya eliyle işaret etti.
Öteden beri ölümü, çaresi olmayan bir meslek riski olarak düşünmüştü. Tüm savaşlarını, tek sıyrık bile almadan, tam tehlike hattında yürütmüştü; karşıdan açılan ateşi öylesine anlamsız bir soğukkanlılıkla karşılardı ki, sonunda subayları bile onun hiçbir şeyden yara almayacağına inandığı konusunda görüş birliğine varmışlardı. Kendisine karşı yapılan nice suikast girişiminden yara almadan kurtulmuş, birçoğundan da, yatağında uyumadığı için kurtulmuştu. Korumasız dolaşır, nerede olursa olsun kendisine sunulan şeyleri hiç dikkat etmeden yiyip içerdi. Yalnızca Manuela, onun bu kayıtsızlığının bilinçsizlik ya da kadercilikten değil, günün birinde yoksul ve çıplak, üstelik halkın onu avutacak şükran duygusundan da yoksun olarak yatağında öleceği konusunda melankolik bir inançtan kaynaklandığını biliyordu.
Yola çıkacağı günün öncesinde o gece, her zamanki uykusuzluk hazırlıkları arasında yaptığı tek değişiklik, yatağa girmeden önce aldığı sıcak banyodan vazgeçmek olmuştu. José Palacios, bedenini rahatlatıp göğsünü söktürecek şifalı otlarla banyosunun suyunu erkenden hazırlamış, istediği anda girebilsin diye de suyun sıcaklığını aynı derecede tutmuştu. Ama o banyo yapmak istememiş, her zamanki pekliğine karşı iki tane müshil hapı aldıktan sonra, Lima’nın aşk dedikodularının mırıltıları arasında uyuklamaya hazırlanmıştı. Birdenbire, hem de görünür bir nedeni olmadan, öyle bir öksürük nöbetine tutuldu ki, sanki ev temellerinden sarsılıyordu. Bitişik odada kâğıt oynamakta olan subaylar kaygıyla durup beklediler.
İçlerinden biri, İrlandalı Belford Hinton Wilson, kendisine gereksinim olup olmadığını anlamak için yatak odasının kapısından başını uzattığında General’in yüzükoyun yatağa kapanmış, kusarak içini boşaltmaya çalıştığını gördü. Manuela, başını küçük bir tasın üzerinde tutuyordu. Kapıyı vurmadan yatak odasına girmeye yetkili kişi olan José Palacios ise, General krizi atlatıncaya kadar yatağın yanında tetikte bekledi. Derken General gözleri yaşlarla dolu olarak derin bir soluk aldıktan sonra tuvalet masasını işaret ederek, “Şu mezarlık çiçeklerinin yüzünden,” diye söylendi, her zamanki gibi.
Çünkü her zaman mutsuzluklarının nedeni olarak beklenmedik bir kabahatli bulup çıkarırdı. Onu herkesten iyi tanıyan Manuela, José Palacios’a, o sabahki solmuş sümbüllerle dolu vazoyu kaldırmasını işaret etti. General gözlerini kapayıp yeniden yatağa uzanmış, Manuela da yine önceki ses tonuyla okumaya devam etmişti. Ancak uykuya daldığına inanınca elindeki kitabı gece masasının üstüne bırakmış, General’in ateşler içinde yanan alnına bir öpücük kondurmuş, José Palacios’a, son bir vedalaşma için sabah saat altıda Honda anayolunun başladığı Cuatro Esquinas’ta olacağını fısıldamıştı. Sonra da kaba bir pelerine sarınıp ayaklarının ucuna basarak yatak odasından çıkmıştı. O zaman General gözlerini açmış, güçsüz bir sesle, “Wilson’a söyle, onu evine kadar geçirsin,” demişti.
Bu emir, tek başına eve dönmenin birkaç mızraklı askerin eşliğinden çok daha iyi olduğuna inanan Manuela’nın karşı koymasına rağmen yerine getirilmişti. José Palacios, eline bir kandil alıp sabahın ilk sümbüllerinin açmaya başladığı, taştan bir çeşmenin bulunduğu iç avlunun çevresindeki ahırlara kadar yol göstermişti ona. Yağmur bir an dinmiş, rüzgârın ağaçlar arasındaki ıslığı duyulmaz olmuştu, ama buz gibi gökyüzünde tek yıldız bile yoktu. Albay Belford Wilson, koridordaki hasırlarda yatan nöbetçileri yatıştırmak için o gecenin parolasını yineleyip duruyordu. Salonun penceresinin önünden geçerlerken José Palacios, ev sahibinin, hareket saatine kadar geceyi uykusuz geçirmeye hazırlanan asker ve sivil bir grup dostuna kahve sunduğunu gördü.
Bu kitabı en uygun fiyata Amazon'dan satın alın
Diğerlerini GösterBurada yer almak ister misiniz?
Satın alma bağlantılarını web sitenize yönlendirin.
- Kategori(ler) Çağdaş Dünya Edebiyatı Roman (Yabancı)
- Kitap AdıLabirentindeki General
- Sayfa Sayısı280
- YazarGabriel Garcia Marquez
- ISBN9789750732928
- Boyutlar, Kapak, Karton Kapak
- YayıneviCan Yayınları / 2023
Yazarın Diğer Kitapları
Aynı Kategoriden
- Kaçak Goril Sally Jones ~ Jakob Wegelius
Kaçak Goril Sally Jones
Jakob Wegelius
Kaçak Goril Sally Jones Sally Jones sadık, zeki ve becerikli bir arkadaş.Bir geminin makine dairesinde de bir tamir dükkânında da harikalar yaratabilir. Üstelik sıra...
- Pasifik Sürgünleri ~ Michael Lentz
Pasifik Sürgünleri
Michael Lentz
Aynı zamanda bir müzisyen ve şair olan Michael Lentz, canlı kelimesinin hakkını sonuna kadar veren anlatım gücü ve diliyle bugününün güvensizliği ve süfliliği arasında...
- Sadist ~ Stephen King
Sadist
Stephen King
“Alo? Burası Sidewinder Polis Karakolu. Ben Memur Humbugagy” “Beni dinleyin, Memur Humbugagy. Çok dikkatle dinleyin ve sözümü kesmeyin. Çünkü ne kadar zamanım olduğunu bilmiyorum....