Birazoku.com sitesinde de kitapların ilk sayfalarından biraz okuyabilir, satın almadan önce fikir sahibi olabilirsiniz. Devamı »

Yazar ya da yayınevi iseniz kitaplarınızı ücretsiz yükleyin!

Sırça Köşk
Sırça Köşk

Sırça Köşk

Sabahattin Ali

Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini…

Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç-beş kelle fırlatmak yeter. Sabahattin Ali öykülerinde kendi dönemi içinde zamansız olanı buluyor, yerel olandan evrensele ulaşıyor. Habercilikle masalcılığı, anıyla efsaneyi, bir gözlemcinin tarafsızlığıyla kıssadan hisseler anlatan bir çınar altı meddahının dilini birbirine harmanlıyor.

İçindekiler
Portakal ………………………………………………………………….11
Beyaz Bir Gemi ……………………………………………………….25
Katil Osman ……………………………………………………………35
Böbrek ……………………………………………………………………45
Cıgara …………………………………………………………………….65
Millet Yutmuyor ………………………………………………………71
Bahtiyar Köpek ………………………………………………………..75
Çilli ……………………………………………………………………….81
Dekolman ……………………………………………………………… 89
Hakkımızı Yedirmeyiz! …………………………………………….97
Cankurtaran ………………………………………………………….103
Çirkince ………………………………………………………………..115
Kurtla Kuzu …………………………………………………………..131
Bir Aşk Masalı ……………………………………………………….149
Devlerin Ölümü …………………………………………………….155
Koyun Masalı …………………………………………………………159
Sırça Köşk ……………………………………………………………..165

PORTAKAL

Vapur Doğu Akdeniz limanlarından birine yaklaştığı zaman ortalık kararmaya başlamıştı. Güneşin biraz
evvel battığı, denizle bulutların birbirine karıştığı yerde  katmer katmer turuncu yığınlar, bunun karşısında, Toroslar’ın üzerindeyse, karlı tepeleri saran al al tüller vardı. Vapur kısa, kalın bir şeydi.

 Kıçı pek suya batmış, burnu pek havaya kalkmış gibi yürüyordu. Elli beş yaşındaki makine, kendisiyle aynı yaşta olan tekneyi, sıtmaya tutulmuş gibi zangır zangır titretiyordu. Yarım asırdan beri fırçalanıp silinmekten yarı yarıya incelmiş ve aralarındaki zifti dökülmüş olan güverte tahtaları, sıcakta yan yatıp hızlı hızlı soluk alan sıska bir köpeğin kaburgaları gibi kımıldayıp duruyordu.

 Bir saatten beri dümen vardiyası tutan vinççi İsmail, bacakları bir arşın kadar birbirinden ayrı, çıplak ayakları devetabanı gibi sımsıkı güverteye, elleri dümene, gözleri limana yapışmış, hiç kımıldamadan duruyordu.

Görenler onun sanki nefesi kesilmiş bir halde çok mühim bir hadiseyi, mesela karşıda taş evlerinin camları parlayan şehrin bir infilakla uçuvermesini yahut denizden büyük bir canavar çıkıp gemiyi birden yutuvermesini beklediğini sanırlardı. Halbuki hiç de böyle büyük şeyler düşündüğü yoktu.

 O İstanbul’da, Beşiktaş’ın arka mahallelerinden birinde bıraktığı minimini bir şeyi, on beş gün evvel, bu son sefere çıkacakları gün doğan oğlunu düşünüyordu.

 Ona, geçen sene Şile taraflarından İstanbul’a motorla mangal kömürü getirirken boğulan babası Musa Kaptan’ ın adını koymuştu. Şimdi kendi kendine, ağzını kımıldatmadan mırıldanıyordu: “Musa Denizer!.. Musa Denizer!” Çocuğunun hem adını hem soyadını birlikte söyledikçe oğlan gözünde büyüyordu.

 Limanın önünde yamyassı yatan ve üzerinde harap bir kale bulunan adacığa yaklaşmışlardı, burada dümeni sancak tarafına kırarken, “Okutacağım keratanın oğlunu!” diye söylendi. Kendisi okumamıştı ama tütünden aldığı karısı “tahsilli”ydi.

 Hem birkaç sene mektebe gitmiş hem de öteki işçi kızlarla beraber okuyup yazmaya merak sardırmıştı. İsmail her seferden dönüşte bir Köroğlu1 alır, eve gidip yıkandıktan sonra onu karısına uzatır, kendisi mindere kurularak dinlerdi.

 Karısı Hayriye hiç kekelemeden, hafızlar gibi başını sallayarak önce resim altlarını, sonra destanları, sonra makaleleri, haberleri, tefrika romanları, acayip, hatta biraz yanık bir makamla okur, bu sırada İsmail de dudaklarının kenarında müphem bir çizgi, anlasın anlamasın, arada bir kahkaha atarak dinler, harp vaziyetine ait yerleri tekrarlatır, vapurda güverte yolcularından yahut izinden dönen neferlerden dinlediği mütalaaları, birbirine karıştırıp anlatır, “Gidişat iyi değil gibi Hayriye!” der, susardı.

 Bu sükût, “Artık yemek yiyelim” manasınaydı ve karısı hemen yerinden fırlar, sofrayı hazırlamaya başlardı. İsmail hiç kımıldamayan gözlerini artık iyice yaklaştıkları limana dikmiş dururken arkasından ayak sesleri duydu. 

Kalın, cızırtılı bir ses, “Ben göremedim yahu!” diyordu. Bu, gemi süvarisiydi. İkinci kaptanın ince, titrek sesi, “Dürbünle iyi bakın! Bana var gibi geliyor!” dedi. İkisi de kumanda köprüsünün ön tarafına geldiler, dürbünlerini gözlerine yerleştirerek limanı ve orada sıra sıra dizili duran kara mavnaları1 uzun uzadıya araştırdılar. Kısa boylu, kırmızı yüzlü, kır saçlı, küt burunlu biri olan süvari, tam kitapların tarif ettiği bir deniz kurduydu.

 Sesi, ayazda kalmış gibi yırtık yırtık çıkıyor, gözlerinin uçlarından yanaklarına doğru yaşlar süzülüyordu. Gözlerinin altı da, içi su dolu kesecikler gibi şişmiş ve yanaklarına doğru sarkmıştı. İkinci kaptansa inadına uzun, sarı, sıska bir şeydi. Kasketini kulaklarına kadar geçirmiş, şubat ayında buralarda hava pek soğuk olmadığı halde kaputunun yakasını kaldırmıştı

Süvari, “Göremiyorum be!” diye söylendi. “Biraz daha yaklaşalım, görürsünüz!” “Biz yaklaştıkça da hava kararıyor…” Sonra, somurtkan yüzünü hiç değiştirmeden kesik kesik güldü, eliyle ikinci kaptanın böğrünü dürttü, “Patlama yahu!.. Limana varınca anlarız! Eğer bir şey varsa, acenteden evvel gelirler!..” Konuşarak İsmail’in önünden uzaklaştılar.

 Delikanlı arkalarından bir göz attı. “İnşallah aradığınız çıkmaz!” diye söylendi. Bugün bu üçüncü vardiyasıydı. Halbuki onun asıl işi vinççilik olduğu için, gemi bir limandan ayrılınca, öteki limana varıncaya kadar başaltı kamarasında yatıp uyumalıydı.

 Ama bu sefer tayfalardan üçünü birden sıtma tutmuş, kaptan da İskenderun’da başka tayfa almaya lüzum görmemişti. İsmail bunun suçunu süvaride buluyor, “Birazdan demir atınca geç vincin başına, artık gece yarısına kadar mı, sabaha kadar mı, vira!.. Mayna!.. Vira!.. Mayna!.. Çek Allah’ın emrini!..” diye homurdanıyordu.

 Ortalık adamakıllı kararmış, gemi de limana iyice yanaşmıştı. Rıhtımda tek tük ışıklar yanıyordu. İkinci kaptan tekrar kumanda köprüsünün ön tarafına gelerek demirin başında duran tayfalara emirler verdi.

 Demirin zinciri, istim seslerine karışan büyük bir gürültüyle sıçraya sıçraya geminin burnuna doğru gidip delikten geçerek sulara gömülüyordu. Vapur makinelerini istop edip olduğu yerde, suların akışına kapılarak ağır ağır dönerken bir sürü kayık, sanki bir anda peyda oluvermişler gibi, geminin etrafını sardı. Fakat aşağıya uzatılan iskeleye yanaşmıyorlar, biraz açıkta duruyorlardı.

 Yalnız içinde bir polisle bir sivilin ayakta durduğu Sahil Sıhhiye İdaresi’nin kayığıyla acenteyi getiren kayık, küçücük bayraklarıyla kendilerine bir yol açmışlar, vapura yanaşmışlardı. Hemen bunların arkasından başka bir sandal daha geldi, pek şişman ve kırmızı yüzlü biri acele, fakat alışkın hareketlerle iskelenin iplerine yapıştı, yuvarlanır gibi yukarı çıkmaya başladı.

 Kasketini gür kaşlarının üstüne eğerek aşağıyı seyreden süvari koluyla ikinciyi dürterek, “Geldi!” dedi. “Sen burada kal… Buraya bırakılacak yirmi beş parça eşya var… Ben salona gidiyorum.” Birinci mevki kamaraların kırmızı kadifeli küçücük salonu bir sürü insanla dolmuştu. Acente önündeki dar masaya eğilmiş, yolculara bilet kesiyor, vapurun kâtibiyle konşimentoları1 , ordinoları2 , birtakım başka listeleri elden geçiriyor, kamarota kahve söylüyordu.

 Vapura herhangi bir iş için gelenler, aradıklarıyla baş başa vermiş konuşuyorlar; yüzleri yolculuktan kirlenmiş kamara müşterisi şık hanımlarla arsız çocukları etrafa meraklı gözlerle bakıyorlardı.

 Salonun daracık kapısında yan dönüp şunu bunu iteleyerek güç halle içeri girebilen şişman, kırmızı yüzlü adam, süvariyi bir köşede yalnız başına oturmuş, pencereden dışarıyı süzer görünce biraz duraladı, demin onu kumanda köprüsünde görmüş, el sallamış, ama öteki görmemezlikten gelmişti. Kendisi daracık yerlerden yatak denkleri , sandıklar girip çıkarken bir aralıkta sıkışıp kalan yolcular arasından yol bulup gelinceye kadar, kaptanın salona inip köşeye yerleştiğini görünce, “Tuzağı kurmuş bekliyor, domuz herif!” diye homurdandı  sonra iri dudağını yalayıp ıslattı, yüzüne tatlı bir ifade vererek o tarafa yürüdü.

 “Nasılsın süvari bey?” Süvari hiç beklemediği eski bir dostuyla karşılaşmış gibi, “Ooo!.. Merhaba Osman Yiğit… Ne var, ne yok? Geç otur bakalım!” dedi.

 Osman Yiğit kalbi hızla çarparak yaklaştı, kor üstüne oturuyormuş gibi döner iskemleye şöyle bir ilişti, yutkundu, derin bir nefes aldıktan sonra, “Ocağına düştük kaptan,” diye boşandı, “üç bin sandık portakalım var! Bir haftadır yolunu gözleriz!” Kaptan altı şiş gözlerini yarı kapayarak salondakileri süzdü, dudaklarının arasından, “İskenderun’da fazla mal çıktı, iki gün bekledik… Ama gemi de yükünü aldı…” dedi. Karşısındaki cümlenin son kısmını duymamazlıktan geldi, “Neyse selametle geldiniz ya!” 

“Öyle, inşallah selametle de gideriz!” “İnşallah, inşallah… Şu bizim üç bin sandığa da…” Kaptan bu sözleri hiç duymamış gibi, “Hep de havaleli mallar yükledik… Bakalım İstanbul’u nasıl bulacağız… Denizlerin kötü zamanı…” diye devam etti, sonra daha ziyade kendi kendine mırıldanıyormuş gibi, “Gemi de gemi değil ki… Hacı Davut vapuru… 

Dört seneden beri havuzlanmadı… Allah çoluğumuza çocuğumuza acıyor herhalde…” Osman Yiğit yüzü büsbütün kızararak, “Şu bizim portakallar…” diyecek oldu. 

Kaptan birden doğrularak, “İnşallah gelecek sefere…” dedi. “Aman süvari bey… Şaka etme Allahını seversen! Portakallar sandığa gireli on beş gün oluyor. On gündür de rıhtımda bekliyor, bu sabah mavnaya yüklettim, nerdeyse gemiye yanaşmıştır!” Süvari bey gözlerinin kenarından süzülen yaşları elinin tersiyle sildi, yüzünü uzun uzun kaşıdı, sonra, “Osman Yiğit” dedi, “hatırın için birkaç yüz sandık alırım, ama sintineye koyarım; başka yerim yok!” “Yapma be kaptan, sintinede portakal gider mi? Sabaha varmadan çürür!” “Orasına ben karışmam!” Süvari bunları söyleyerek kalktı, salondan çıktı, yukarıya kamarasına gitti.

Osman Yiğit başını iki yana sallayarak biraz bekledi, sonra o da acele adımlarla dışarı fırladı, kumanda köprüsünün merdivenini ıkına sıkına tırmandı. Yukarı varınca ikinci kaptanı orada dolaşır buldu. Onu bir kenara çekerek meseleyi anlattı, “Hadi kurbanın olayım,şu işi bir düzenine koy… Beni yakmasın…” diye sırtını sıvazladı. İkinci kaptan, “Vallahi, ne bileyim!.. Bakalım bir kere…” diye süvarinin kamarasına girdi.

 Ondan sonra belki yarım saat süren bir pazarlık başladı, ikinci kaptan bir içeri, bir dışarı gidip gelerek bu hayırlı işi yoluna koymaya uğraştı, nihayet navlunu altı kuruş olan portakal sandıklarının yetmişer kuruştan gemiye alınması kararlaştı.

 Osman Yiğit aşağıya inip acente ve vapur kâtibiyle muameleyi tamamladıktan sonra, sandık başına navlun farkı olan altmış dört kuruştan üç bin sandığın tutarı bin dokuz yüz yirmi lirayı ikinciye teslim etti. Bu aralık mavna yanaşıp portakal sandıklarını gemiye vermeye başlamıştı. Vinç sabaha kadar işledi. Tayfa İsmail Denizer yorgunlukla, İstanbullu olan karısından öğrendiği güzel konuşmayı bir yana bırakıp halis Rize şivesiyle etrafına küfürler ediyordu. Kumanda köprüsündeki genç mülazım kaptan ne yapacağını bilemiyor, denize yuvarlanan iki sandık portakal için aşağıda kıyametler koparan Osman Yiğit’e şaşkın gözle bakıyordu.

 Sabahın kırağısı üzerlerine yağan güverte yolcuları, ıslak paltolarının yahut yorganlarının altında kımıldıyorlar, öksürüyorlardı.

 Bir nefer, kaputunu omzuna atmış, yağlı tahtalar üzerine uzanmış yatan bu erkekli, kadınlı, çocuklu kalabalığın üstünden aşarak ayakyoluna varabilmek için uğraşıyor, aksakallı, sıska bir herif yorganını sırtına sarmış cıgara içiyordu.

 Ön tarafta bir gidip gelme oldu. Bir kampana çaldı, gemi demir alıyordu. Biraz sonra makineler homurdana homurdana işlemeye, bütün tekneyi o garip sıtma nöbetiyle titretmeye başladılar. Vapurun bir gün evvel pek havaya kalkmış gibi duran burnu, bu sefer iyiden iyiye sulara gömülerek cenupbatıya doğru yöneldi.

 Kısa kalın bacadan çıkan kara dumanlar, güneşin doğmak üzere olduğu tarafa doğru kıvrım kıvrım uzanıyordu.

***

O gün öğleden sonra süvariyle ikinci kaptan, ellerinde dürbünleriyle ikide birde ufukları seyretmeye başladılar. Bu hal ertesi gün, daha ertesi gün de devam etti. Ara sıra çarkçıbaşı da geliyor, o da cenupbatıya, cenuba bakıyordu. Hep birden bir şey arıyor, bir şey bekliyor gibiydiler. İki-üç kelimelik cümlelerle konuşuyorlardı: “Bir şey var mı?” “Görünmüyor!” “Günbatısı karanlık, bir imbat çıkacak gibi!” “Zannetmem… 

Bugünlerde lodos beklenir!” “Olsun da, ne olursa olsun!” “Ya adamakıllı kötü bir deniz yaparsa?” “Eh, kısmette ne yazılıysa o olur!” “Hadi hayırlısı!” Üçüncü gün, ikindi vakti cenup tarafı karardı. Çarkçıbaşı yine üst güvertedeydi. Hemen kaptanın yanına koştu, “Hele şükür, lodos geliyor… Allah vere de fazla sert olmasa!” dedi. Bunları söylerken gülümsüyor, yüzünün kalın derisi, kısa kesilmiş kır saçlarının dibine kadar kırışıyordu.

 Yarım saat kadar sonra, deniz oynamaya, ılık, fakat şiddetli bir rüzgâr direklerde ıslık çalmaya başladı

 Geminin iskele tarafına vuran dalgalar yükselip güverte yolcularını ıslatıyordu. Ellerinde yastıkları, kilimleri, sepetleri, bavullarıyla kuytu bir yer bulmaya uğraşan kalabalık, şuraya buraya koşuyordu

 Bütün aralıklar ve ambarlar portakal sandıklarıyla dolduğu için yolcuların üstü örtülü bir yer bulabilmeleri pek zordu. Herkes rüzgârdan, dalgalardan korunabilmek için aksi tarafa yığılıyor, bu yüzden gemi daha çok sancağa yatıyordu. . Ortalık adamakıllı karanlıktı. Bir köşede kusan kadınlar, ağlayan çocuklar vardı.

 Kamara yolcuları da yemeklerini sofrada bırakmışlar, köşelerine çekilmişlerdi. Ara sıra koridorlarda iki tarafa tutuna tutuna sarhoş gibi yürüyen dağınık saçlı kadınlar görülüyordu. Çarkçıbaşı ile ikinci kaptan, birinci mevki salonuna gelmişler, yolculara telaşla tavsiyelerde bulunuyorlar, güya kendi kendilerine söyleniyorlarmış gibi, “Vaziyet fena… Ne halt edeceğiz bilmem… Gemi gemi değil ki!.. Yük de fazla… Hep havaleli şeyler…” diyerek adeta panik havası yaratıyorlardı. İkinci kaptan bir aralık, “Çarkçı bey!.. Avarya1 yapmazsak, vaziyet tehlikeli galiba!” dedi.

 Çarkçıbaşı, “Vallahi bilmem, kaptan… Ama bizim makine dairesinde bile ayakta durulmuyor… Süvari beyle avarya için konuşalım!” Yolcuların yanında yapılan bu münakaşadan sonra ikisi beraber yukarıya, süvariye çıktılar.

 En havaleli mal olan portakalların denize atılmasına karar verildi. İkinci kaptanın nezareti altında iki yüz elli sandık bordadan aşağıya fırlatıldı, sonra gemi kâtibi avarya evrakını usulü dairesinde tanzim etti. Tüccar Osman Yiğit’in sigortadan üç bin sandık portakalın parasını alabilmesi için bu evrakın düzgün olması lazımdı. Ertesi gün öğleye doğru hava sertliğini kaybetti, akşamüstü büsbütün sakinledi. Birkaç gün daha gürültüsüz, patırtısız bir yolculuktan sonra, gece saat sekiz sularında vapur İstanbul’a vardı

 Sirkeci rıhtımına yanaştı. Boşalan yolcuların telaşlı gidip gelmeleri arasında tayfalar koşuşuyorlar, ambarları açıyorlardı. Bu aralık ufak tefek, çil yüzlü, incecik burunlu, yakası kürklü paltolu bir adam, dar merdivenden inmeye çalışanları itip arkalarına baktırarak vapura girdi, süvarinin kamarasına çıktı. İkinci kaptanla vapur kâtibi de oradalardı

 Çil yüzlü adam, “Geçmiş olsun süvari bey!” diye söze başladı. “Acenteden öğrendim, Osman Yiğit’in portakalları avarya olmuş. Neyse sağlık olsun… Muamele tamam mı?” Kâtip, “Bizimki tamam!” diyerek bir deste kâğıt gösterdi. “Yarın acenteye gider, üst tarafını tamamlarız!” Süvari, o kalın ve cızırtılı sesiyle, “Halil Eğinli!” dedi, “Nasılsın? Senin malların ziyan olmasına canım sıkıldı doğrusu, ama ne yaparsın, başka tüccarın malını atamazdım

 En sonra Osman Yiğit’in portakallarını almıştım, en üstte onlar duruyordu. Şimdi sen portakalsız kaldın. Gelecek partiyi beklersin artık!” Halil Eğinli, “Gemide başka portakal da var mı?” diye sordu. “Birkaç bin sandık da Dörtyol malı var. İskenderun’ dan aldık…” Öteki, kurnaz kurnaz gülerek, “Canım başka, başka… Onu sormuyorum. Bizim için bir şey var mı diyorum!” Kaptan, yine yüzü hiç değişmeden o kesik, kısa kahkahalarından birini attı, “Kolay canım, senin vasıtan hazır mı?” “Yanaştı bile!” Kamaranın kapısını iyice kapattıktan sonra içeride esaslı bir pazarlık daha başladı.

 Denize atılmış göründüğü halde geminin deniz suyundan uzak yerlerinde rahat rahat bekleyen iki bin yedi yüz elli sandık portakal, Halil Eğinli’ye yeni baştan satıldı. İçinde seksen portakal bulunan sandıklardan her biri üç liradan hesap edildi. Aslında, ambalaj masrafıyla beraber tanesi doksan paraya mal olan portakalların sandığı, yüklendiği iskelede yüz seksen kuruş, meşru olan ve olmayan navlunla beraber İstanbul’da maliyeti iki yüz elli kuruştu. Ama böyle ufak farklar üzerinde fazla durulmadı.

 İki bin yedi yüz elli sandığın tutarı olan sekiz bin iki yüz elli lira Halil Eğinli’den peşin peşin alındı. Bir aya yakın süren bu seferin bütün geliri Osman Yiğit’in navlun farkı olarak verdiği bin dokuz yüz yirmi lirayla birlikte, on bin yüz yetmiş lira tutuyordu. Eh, lostromosuna, serdümenine kadar pay verilecek olduktan sonra bu rakam pek göz kamaştıracak bir şey sayılmazdı

 Halil Eğinli gittikten sonra, ikinci kaptan, çarkçıbaşı, gemi kâtibi, başkamarot, bir de bu aralık vapura gelmiş olan acente memuru, süvarinin kamarasında toplandılar.

 * * * 

İsmail Denizer, sefere çıkacakları gün çocuğu olduğunu ileri sürerek vapur limana girer girmez ikinciden izin almıştı.

 Onun için şimdi Osman Yiğit’in denize atılmış görünüp Halil Eğinli’ye satılan portakallarını o boşaltmıyordu. Vincin başında daha çocuk denecek kadar küçük bir tayfa vardı. Fakat İsmail Denizer de bir türlü gemiyi bırakıp gidemiyor, kâtibin yolunu gözlüyordu. Geçen sefer doğum masrafları için avans aldığından, artık para istemeye ne hakkı, ne yüzü vardı ama eve de böyle büsbütün eli boş dönemezdi.

 Hiç olmazsa bir-iki buçuk liralık koparmalıydı. Kâtip de nedense ortalıkta görünmüyordu. Belki bir saate yakın bekledi, odasının kapısını açıp açıp içeri baktı, kimsecikler yoktu. Nihayet oradan geçen kamarotlardan birine sordu.

 Beyaz ceketli delikanlı, “Süvarinin kamarasında, ama yanına giremezsin, işleri var!” dedi. İsmail yarım saat kadar daha bekledi. Sonra korkak adımlarla yukarıya çıktı. Her merdivenden sonra beş-on dakika bekliyor, daha ileri gitmeye cesaret edemiyordu.

 Nihayet kaptan köprüsüne kadar çıktı. Hemen merdiven başında, telgrafın yanında kazık gibi durdu kaldı. Süvarinin beş-altı adım ilerideki kamarasından sesler geliyordu. İkinci kaptanın ince, titrek sesi, süvarinin boğuk, yırtık bağırışlarına karışıyordu; içeride oldukça ateşli bir münakaşa vardı.

 Ara sıra birisi masaya vuruyor, kapı aralanıyor, birisi dışarı çıkmak istiyor, sonra kolundan yakalanıp içeri çekiliyordu. İsmail biraz durduktan sonra, bir korkuya kapıldı, hemen geldiği gibi dönüp gitmek için merdivene ayağını attı. Fakat bu sırada kamaranın kapısı arkasına kadar açıldı. Geriden vuran sarı ışıkta kaptanın kısa, tıknaz vücudu göründü, İsmail bir ayağı merdivende, korkudan taş kesilmiş gibi kaldı. Kaptan ön tarafa, ona doğru yürüyordu. Birkaç adım daha atınca yanına geldi. Hırsla soluyor, homurdanıyordu. Islak gözleri karanlıkta daha küçülmüş gibiydi.

 Orada birisinin durduğunu görünce, kim olduğunu tanımadan koluna yapıştı. Boğulur gibi kısık bir sesle, “Görmüyor musun köpoğlularını… Beni kafeslemeye bakıyorlar!” diye söylendi. Bu aralık kapıda ikinci kaptanın sarı başı göründü, “Süvari bey, bir dakika teşrif buyurun!” diyordu. Süvari o tarafa dönüp bağırdı, “Bırak efendim, ne halt ederseniz edin, ben yokum bu işte!” Sonra tekrar İsmail’e döndü, yumruğuyla göğsünü döverek, “Bütün mesuliyet benim… Hapse ben gireceğim… Benim çoluğum çocuğum sürünecek… Benim şerefim mevzubahis… Yine de doyuramıyorum gözlerini pezevenklerin…

Eklendi: Yayım tarihi

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yazarın Diğer Kitapları

  1. İçimizdeki Şeytan ~ Sabahattin Aliİçimizdeki Şeytan

    İçimizdeki Şeytan

    Sabahattin Ali

    Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması… İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu… İçimizde şeytan yok, içimizde...

  2. Ses ~ Sabahattin AliSes

    Ses

    Sabahattin Ali

    Yirmi yaşından fazla göstermeyen bir delikanlı çadırın önünde, yan yatmış bir el arabasının üstüne oturarak saz çalıyordu. Başı göğsüne yatmış ve gözleri yere dikilmiş...

  3. Yeni Dünya ~ Sabahattin AliYeni Dünya

    Yeni Dünya

    Sabahattin Ali

    Karanlıktan, yüzünü kamçılayan kar ve rüzgârdan, dizlerine sıçrayan çamurdan ve duyduğu seslerden korkuyordu. Açlığı, sıska kardeşlerinin korkunç gözlerini, yorgunluğunu unutmuştu. Bir an evvel varmak,...

Men-e-men Birazoku

Aynı Kategoriden

  1. Gençlik Güzel Şey ~ Hermann HesseGençlik Güzel Şey

    Gençlik Güzel Şey

    Hermann Hesse

    Eserlerinde insanın öz benliğini bularak uygarlığın yeleşik biçimlerinden kurtulmaya çalışmasını işleyen Hermann Hesse, Alman edebiyatının devlerinden, XX. yüzyıla damgasını vurmuş büyük yazarlardan biridir. Tek...

  2. Köpeklere ve Duvarlara Dair ~ Yuko TsushimaKöpeklere ve Duvarlara Dair

    Köpeklere ve Duvarlara Dair

    Yuko Tsushima

    “Yıllar geçtikçe sular âlemi gözünde gitgide güzelleşecek, ışıltısını daha da artıracak. Ve sen o âleme gideceksin. Böyle olmasını diliyorum. Seni sevdiğim için, bir gün...

  3. Karagöz İle Hacivat ~ KolektifKaragöz İle Hacivat

    Karagöz İle Hacivat

    Kolektif

    Yüzyıllarca canlı kalmayı başarmış Türk gölge oyunu, toplumsal dokumuzu yansıtan en önemli sanat dallarındandır. Çünkü bu oyunlar Osmanlı İmparatorluğu´nun geniş sınırları içinde hoşgörü içinde...

Haftanın Yayınevi
Yazarlardan Seçmeler
Editörün Seçimi
Kategorilerden Seçmeler

Yeni girilen kitapları kaçırmayın

Şimdi e-bültenimize abone olun.

    Oynat Durdur
    Vimeo Fragman Vimeo Durdur